Türkiye'nin (O)HAL'i
Cuma Çiçek

Trajik bir hikâyeyle karşı karşıyayız. Geniş bir zaman dilimi içinde bugün yaşadığımız anı anlamaya çalıştığımızda toplum olarak yaşadığımız trajediyi görmek hiç de zor değil. 15 Temmuz akşamı gerçekleşen kanlı darbe girişimi karşısında, insanların hayatlarını riske atarak sokaklara çıkması demokrasi açısından göz ardı edilemeyecek önemli bir kazanım. Bu konuda özellikle sol siyasetin ve aktörlerinin bu deneyimden öğreneceği çok şey var. Bununla beraber, 2002 yılında büyük bir değişim, demokratikleşme dalgasıyla iktidara gelen AK Parti’nin aralıksız 14 yıllık iktidar döneminden sonra 81 il genelinde olağanüstü hal (OHAL) ilan edecek noktaya gelmesi AK Parti’ye gönül vermiş insanlar başta olmak üzere herkesin uzun uzadıya üzerinde durup düşünmesi gereken bir durum. 

Kanlı darbe girişimi üzerine çok yazıldı, yazılıyor, tartışmalar sürüyor. Tüm bu gelişmeleri değerlendirirken darbe girişimine ilişkin bilgilerimizin eksik, yönlendirmeye açık olduğunu bir kenara not etmek gerekir. Ortada tutarsız bir sürü bilgi, cevaplan(a)mayan bir sürü soru var. Her şeyi bir tarafa bırakın, Cumhurbaşkanı’nın darbeyi eniştesinden öğrendiği bir durumla karşı karşıyayız. Bu durum bile tek başına her bilgiye eleştirel yaklaşmakta fayda olduğunu gösteriyor.

İçinde bulunduğumuz ana dair kesin hükümlerde bulunmak çok zor. Bununla beraber yaşadığımız anı anlamaya olanak tanıyacak daha geniş zamanlı bazı okumalar yapabiliriz.

1. Kanlı darbe girişimi her şeyden önce Türkiye’de darbelere dair kurumsal sürekliliğin olduğunu gösteriyor. 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 derken 2016 yılında ordu üst kademesinin en az üçte birinin dahil olduğu bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldık. YÖK, RTÜK, MGK gibi darbe kurumlarını muhafaza eden AK Parti iktidarı, tüm toplumsal dönüşüm taleplerine rağmen bu kurumsal geleneği bugüne kadar yeniden üreterek sürdürmeyi tercih etti. Dört partinin darbe girişimi karşısında durarak demokrasiye sahip çıkmasına rağmen, demokrasi ortak paydasında meclis merkezli geniş bir uzlaşı kurma yerine yasama yetkisini de yürütmeye devreden OHAL tercihi bu kurumsal sürekliliğin son tezahürü olarak okunabilir.

2. Kanlı darbe girişimi, “Arap Baharı” sonrası Ortadoğu’da ve dünyada meydana gelen yeni gelişmelere Türkiye’nin toplumsal ve siyasal bir cevap üretememesi olarak da okunabilir. Darbeler üreten bir kurumsal geleneğe sahip olan Türkiye, bölgede ve dünyada yaşanan gelişmelere yeni bir toplumsal sözleşme ve buna dayalı sosyo-politik bir sistem inşa ederek cevap üreteceğine “milli” ve “yerli” sınırlara çekilerek geçmişi sürdürmeyi tercih etti. Bu tercihin yanlış olduğunu kanlı darbe girişimi tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Yeni bir toplumsal sözleşme ve sosyo-politik sistemde radikal dönüşüm ihtiyacı bugün hala devam ediyor.

3. Devlet “ele geçirilecek” bir kurum/alan olarak kaldığı sürece darbeler üreten kurumsal geleneği dönüştürmek mümkün olamayacaktır. Devletin sınıfsal, ulusal, dinsel ya da toplumsal cinsiyet anlamında tarafsız olmadığı ve olamayacağı da açık. Aksini iddia eden liberal teorilere rağmen, benim de yakın durduğum Marxist ya da Weberyen çatışma teorileri tarafsız ya da hakem devlet teorilerine karşı çıkıyor. Devlet tam anlamıyla tarafsız olmasa da, iktidarın çok-ölçekli (yerel, bölgesel, ulusal) ve çok aktörlü (yasama-yürütme-yargı, basın, akademi, sivil toplum örgütleri vb.) demokratik bir denge ve denetleme sistemi içinde paylaşılmaması, hukukun askıya alınması, toplumsal katılım ve denetime kapalı olması, sürekli merkezileşerek büyümesi darbe üreten bir kurumsal yapıyı süreklileştiriyor. Darbe yapan aktörler değişse de kurumsal gelenek sürüyor.

4. Kürt meselesini terör konsepti etrafında ele alan ve güvenlik araçlarıyla idare etmeye çalışan yaklaşımlar darbe üreten kurumsal yapının süreklileşmesinde kritik bir yer tutuyor. Kürt meselesine siyasi bir çözümün üretilememesi Türkiye demokrasisine ve tüm topluma ağır maliyetler üretiyor. Darbe girişimi bu durumu bir kez daha ve sert bir şekilde gösterdi. Özellikle, 2013-2015 çözüm sürecinin sonlanması, Temmuz 2015 tarihinden bu yana kent merkezli süren, 5-10 bin arasında telaffuz edilen can kaybına, 500 binden fazla kişinin zorunlu göçüne neden olan yeni çatışma süreci darbe sürecini hızlandırmıştır. Siyasilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve askere dokunulmazlık zırhının getirilmesiyle sonuçlanan bu çatışma sürecini sadece AK Parti’nin ve HDP’nin değil, tüm toplumsal aktörlerin yeniden düşünmesinde fayda var. Kürt meselesi şiddetten arındırılıp siyasi bir çözüm bulunmadıkça darbe üreten kurumsal yapıyı aşmak çok zor.

5. Genel olarak milliyetçi, muhafazakâr sağ İslamcı toplumsal hegemonyanın, özel olarak ise AK Parti iktidarının inşasında Gülen cemaatiyle kurulan çok düzeyli işbirliğinin önemli bir rolü var. Unutulmamalı ki bu işbirliği 2011 yılına kadar sürmüştür. Bu anlamda kanlı darbe girişimi sadece Türkiye’deki sosyo-politik sistemi altüst etmemiştir. Asıl altüst oluş milliyetçi, muhafazakar, sağ İslamcı hegemonyada meydana gelmiştir. Ne AK Parti iktidarı ne de İslamcı hegemonyanın farklı bileşenleri bugüne kadar bu işbirliğine dair öz-eleştirel bir tutum sergilemiş ve topluma hesap vermiş değildir. Gülen cemaatiyle kurulan bir işbirliğiyle açık bir şekilde yüzleşildiği ve bu konuda topluma hesap verildiği ölçüde Türkiye toplumu ve sosyo-politik sistemi demokrasiye doğru yol alacaktır. Bırakın bu yüzleşmeyi, bu ittifakın neden dağıldığı konusunda bile toplumda sağlıklı bir bilgi mevcut değildir.

6. Darbe üreten kurumsal yapının aşılıp aşılmayacağı büyük oranda üç aylık OHAL döneminde görülecektir. AK Parti hükümeti bu süreci darbe girişiminin artçı etkilerini bertaraf etmekle sınırlayıp yeni bir toplumsal sözleşme temelinde sosyo-politik sistemin demokratik yeniden kuruluşuna yönelebilir. Başbakan’ın şu açıklaması böylesi bir yönelimi iyi özetliyor: “Türkiye’nin geleceğinde, herkes söz sahibidir. AK Parti, CHP, MHP, HDP ve bütün toplumun paydaşları, bütün vatandaşlarımız söz sahibidir. Onun için bu bizim ortak kaderimizdir, ortak kaderimize sahip çıkmada asla ve asla zaafiyet göstermemeliyiz.” Buna karşın, Cumhurbaşkanı’nın Gezi parkı açıklaması, Başbakan’ın CHP ve MHP liderleriyle görüşürken HDP liderleriyle görüşmemesi dikkate alındığında, tüm toplumsal muhalefet güçlerinin hedef alındığı, sokağın AK Partili olmayan herkese kapatıldığı, Kürt meselesinde şiddetin sürdüğü bir senaryo da mümkün. Bu senaryonun hayat bulması halinde Türkiye’nin nereye gideceği meçhul. Bununla beraber, herkes gibi AK Partinin ve dayandığı toplumsal grupların da kaybedeceği kesin.