Londra’daki Yangın Neyi Değiştirir?
Ela Bilgen

İngiltere’de, sene başından bu yana yaklaşık 40 kişi terör saldırılarında hayatını kaybetti. Bu durum 8 Haziran’daki seçimlerde de etkisini göstermiş ve güvenlik meselesi liderlerin vaatlerinin önemli bir parçası haline gelmişti. Ancak seçimin hemen ardından, 14 Haziran’da Londra’daki Grenfell Tower’da meydana gelen yangın, güvenliğin terörle mücadeleden ve (İşçi Partisi’nin vadettiği gibi) daha fazla polis istihdam etmekten ya da (Muhafazakârların vadettiği gibi) cezaları ağırlaştırıp interneti sınırlamaktan ibaret olmadığını acı biçimde gösterdi.

24 katlı binayı çok kısa zamanda tamamen kaplayan yangında resmi açıklamalara göre 79 kişi hayatını kaybetti. Dahası hâlâ pek çok kayıp kişinin olması ve cesetlerin teşhis edilememesi nedeniyle yangının kaç cana mal olduğu kesin olarak bilinemiyor. Bilinen şu ki birçok uzmanın tamamen önlenebilir olduğunu ifade ettiği bu yangın, İngiltere’de terör saldırılarıyla kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir yıkıma neden oldu. Yangının neden önlenmediğiyse, iktidarın diliyle “özgürlük-güvenlik ikilemi”nde gizli.

İnsanların, yaşamlarını güvende ve özgür biçimde sürdürebilmesi için hükümetlerin bu ikisi arasındaki dengeyi sağlamak zorunda olduğu savı, İngiltere’yi aşan biçimde küresel ölçekte hükümetlerin insanlar üzerindeki baskıyı ve hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını meşrulaştırmak için başvurduğu bir araç. Zira güvenlik için getirilen kısıtlamalar çoğunlukla sıradan insanların siyasi özneler olarak ihtiyaç duyduğu özgürlüklerini tırpanlarken sermayedarların ticari “özgürlükleri”ni güçlendirmekte. Grenfell yangını da bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.

Grenfell Tower, Londra’nın sınıfsal farklılıkların en belirgin biçimde yaşandığı bölgelerinden biri olan Kensington’da, 1974’te belediyeye ait bir sosyal konut olarak inşa edilmişti. Yangından hemen önce binada pek çok farklı etnisiteden ve inançtan, çoğunluğunu göçmen ve işçilerin oluşturduğu yaklaşık 600 kişi ikamet ediyordu. Ülkedeki sosyal konutlara ilişkin düzenlemeler gereğince bina yönetiminden Kensington-Chelsea Belediyesi sorumlu. Yani 70’lerin teknolojisiyle yapılan ve artık eski sayılabilecek binayı, sakinleri için oturmaya elverişli konumda tutması gereken birim Belediye. Ancak Grenfell’de yaşayanların oluşturduğu Grenfell Eylem Grubu, Belediye yetkililerinin uzun süredir şikâyetlerine kulak tıkadığını, hatta yangın güvenliğiyle ilgili endişelerini defalarca bildirmiş olmalarına rağmen 2016’daki bina yenileme çalışmalarında yangın tedbirlerinin yine ihmal edildiğini ifade ediyor. Üstelik Theresa May tarafından başlatılan resmi soruşturma henüz sonuçlanmasa da pek çok uzman yangının bu kadar hızlı büyümesine, yenileme sırasında kullanılan dış cephe kaplamasının neden olduğu görüşünde.

1986’da, Thatcher döneminde yapılan yasa değişikliğiyle alevleri hızlandıran bu tür dış cephe malzemelerinin kullanımını yasaklayan düzenlemelerin kaldırılması ve inşaat firmalarına malzeme seçiminde “özgürlük” tanınması da İngiliz basınında geniş yer buldu. Ancak Thatcher hükümetinin icraatları bununla sınırlı değil. İngiltere’de devlet tarafından yurttaşlara sağlanan sosyal konutların uzun bir geçmişi var. Bunlardan faydalananlarsa dönem dönem, ihtiyaca göre değişmekte. Savaşlar sırasında mühimmat fabrikalarında çalışanlar, savaş sonrası dönemde gaziler ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana da işçi sınıfı ve ihtiyaç sahipleri için hükümet desteğiyle yerel yönetimler tarafından sosyal konutlar inşa edildi. Faydalanıcılarına uygun kira bedelleri karşılığında barınma imkânı sağlayan bu evlerin standartlarıysa hükümetler değiştikçe değişiyor. 1960’ların İşçi Partisi hükümeti, elbette liberalizmin refah devleti ilkesinin parlatıldığı bir dönemden geçiliyor oluşunun da etkisiyle, sosyal konutları yaşamaya elverişli hale getirmek için iyileştirici düzenlemeler yapmıştı. Liberalizmin krizinin gözle görülür hâle geldiği 1980’lerde, Margaret Thatcher’la birlikte bu akış tersine döndü. Mevcut konutların bir kısmı çeşitli kolaylıklarla içindeki yoksul kiracılara satıldı, bir kısmı ise derneklere devredildi. Konutlar, oturdukları evi satın alanlardan özel yatırımcılara geçtikçe kira fiyatlarında da ciddi artışlar yaşandı. Buna rağmen bu yöntem seçmenlere bir ev hayali sunması bakımından sonrasında da Muhafazakar Parti’nin benimsediği bir seçim vaadi haline geldi. En son 8 Haziran seçimleri için hazırlanan parti programında Theresa May de daha fazla sosyal konut yapımını teşvik etmeye ama aynı zamanda bunların, yine içindeki kiracılara satılması uygulamasını sürdürmeye yer verdi.

Diğer taraftan kira artışlarının insanları evsizliğe kadar sürükleyen yıkıcı etkisi ise, seçim kampanyası sırasında İşçi Partisi’nin en fazla dikkat çektiği konulardan biri oldu. Konut temini ve alım gücü bakımından ülkede bir kriz yaşandığını belirten Parti’nin vaatleri arasında konut inşasını belli bir azınlık için bir yatırım fırsatı olmaktan çıkarıp çoğunluğun yararına makul kiralarda ya da satın alınabilir, güvenli ve çevreci konutlar inşa etmek vardı. Ayrıca İşçi Partisi, Muhafazakar Parti hükümetinin yerel yönetimlerin yeni sosyal konut yapmasını sınırlayan düzenlemelerini kaldırmayı ve büyük bir konut programı başlatmayı vadediyordu. Theresa May’in Brexit merkezli seçim kampanyasına karşılık kamu harcamalarını sosyal yardımlara çevirme sözü veren Jeremy Corbin, kendi partisi içindeki muhaliflerine karşın milletvekili sayısını arttırmayı başardı. Muhafazakarlardan alınan pek çok seçim bölgesi arasında, gerçek bir kuzey-güney ayrışmasına sahne olan, kuzeyinde dünyanın en pahalı evlerini ve kraliyet ailesine ait Kensington Sarayı’nı, güneyindeyse Grenfell gibi yoksulların yaşadığı beton kulelerden oluşan sosyal konutları barındıran Kensington da var.

Grenfell yangının İngiltere için sarsıcı bir etkisi oldu. Zira dünyanın en müreffeh devletlerinden biri olarak çok uzun zamandır bu refahın bedelini ülke topraklarının dışındakilere ödetebiliyordu. Gerçekten de son yüz yıldan beri ülkede ciddi oranda kölelik yok, madenciler ölmüyor, çocuk ölümleri yaşanmıyor. Çünkü İngiltere menşeli tekstil firmaları Bangladeş’teki emek gücünü sömürüyor, maden şirketleri Kongo’da iş görüyor, elektronik atıklarsa Gana’lı çocukları zehirliyor. Grenfell, bu anlamda büyük bir değişimin, “gelişmiş” ülkelerin refahlarının maliyetini dışsallaştırma kabiliyetlerini yitirmekte olduklarının göstergesi. Kensington malikânelerinde yaşayanların yaşam standartlarının yükü yine de sosyal konutlardakilerin ve hatta bu konutların Afrikalı ve Ortadoğulu sakinlerinin omuzlarında. Ama artık ne refah içindekilerin geri çekilebileceği bir alan var, ne de refah devleti ilkesine umut bağlayan yoksullar.