Tarık Buğra'da Alternatif Milli Mücadele Anlatısı: Farklar ve Benzerlikler
Barış Özkul

2018, Tarık Buğra’nın yüzüncü doğum yılıydı ve ölümünden yirmi beş yıl sonra Buğra’nın eserleri özellikle AKP’nin MHP ile ittifak yaptıktan sonra başlattığı “yerli ve millî” kültürel atılım vesilesiyle milliyetçi-muhafazakâr camiada yeniden hatırlandı. Bunun yeni bir ilgi yönelişi olduğu söylenebilir: 1950’ler ve 1960’ların tarih ve toplum merkezli tartışmalarında Buğra’nın kitapları daha çok solcu yazarların ilgisini çekmiştir. Bildiğim kadarıyla ilkin Fethi Naci, ciddi bir eleştiriyle, Buğra’nın eserlerindeki aksayan tarafları sergilemiştir:  Yüz Yılın On Romanı, ardından Yüz Yılın Yüz Romanı’nda Buğra’nın romanlarına titizlikle eğilen eleştiriler yer alır. Yine erken sayılabilecek tarihlerde Tarık Buğra’yla meşgul olmuş bir başka eleştirmen Tahir Alangu’dur. (Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman – 3. Cilt) 

Bu yazıda, Tarık Buğra’nın bir edebiyatçı olarak “resmî” Milli Mücadele anlatısına nasıl yaklaştığına ve Küçük Ağa’da dolaşıma sokulan alternatif anlatının sınırlarına ve imkânlarına değineceğim.

***

Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı Cumhuriyet tarihinde uzun yıllar etkisini sürdürmüş olan Kurtuluş Savaşı/Milli Mücadele anlatısına alternatif bir anlatı üzerine kuruludur: Erken Cumhuriyet’ten itibaren tarihyazımına egemen olan resmî anlatıya göre Kurtuluş Savaşı, “düvel-i muazzama”nın yanısıra Anadolu’daki hilafet ve saltanat yanlısı din adamlarına, eşraf ve “hacı hoca” takımına karşı da verilmiştir. Tarık Buğra, bu tezi sorunlu bulur: Kurtuluş Savaşı en azından 1922’ye kadar tam olarak böyle cereyan etmemiştir. Mustafa Kemal’in 1919-1921 arasındaki söylevlerine bakılırsa; Ankara’daki hareketin hilafeti korumak üzere savaştığı iddiasının önplanda olduğu görülür. Hatta 1922’de bile “Bundan sonra hilafet makamının dahi Türkiye devleti için ve bütün İslâm âlemi için ne kadar verimli olacağını gelecek bütün açıklığıyla gösterecektir” tarzı söylevlere rastlanmaktadır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının 1922 sonlarına dek sergiledikleri bu pragmatik ihtiyat, savaş koşullarının zorunlu kıldığı ittifakların gereğidir. Kuvayi Milliye ve Ankara hareketi toplumsal seferberliği sürdürebilmek için yerel eşraf ve din adamlarıyla ittifak yapmak zorunda kalmıştır. Yeni rejimin harcında askerî-sivil bürokrasi ile yerel eşraf arasındaki bu işbirliği yatmaktadır. Sonraları eşrafın mücadeledeki payının unutturulup askerî-sivil bürokrasinin payının özellikle vurgulanması tarihî gerçekliğe uygun değildir. İttifakın pragmatikliği fiiliyattaki durumu değiştirmemektedir.

Milli Mücadele anlatısında merkezî bir temaya dönüşen “vatan hainleri-kahramanlar” dikotomosinden farklı olarak Küçük Ağa’da cephe gerisinin aslında çok çeşitli karakterler ve nüanslar içerdiği dinamik bir Anadolu panoramasıyla anlatılır. Ilımlı din adamı İstanbullu Hoca’nın yiğit savaşçı Küçük Ağa’ya dönüşmesi Milli Mücadele’ye katılan aktörlerin önceden belirlenmiş, katı tutumlar almak yerine çok zaman bir çeşit Bildung yaşadıklarına, bunun ilkeler ve fikirler kadar duygular ve çıkarları da içeren, akışkan bir süreç olduğuna işarettir: İstanbullu Hoca, ilkin İstanbul’a ve hilafete bağlı bir din adamı iken gerek tecrübeleri  gerekse korkuları sonucu Milli Mücadele’ye katılma kararı almıştır. İstanbullu Hoca’nın Kuvayi Milliyecilerin zoruyla değil kendi zihinsel ve ruhsal evrimi sonucunda Milli Mücadele’ye katıldığı vurgulansa da olayların gelişimi ve koşulların zorlaması en az bireysel kararlar kadar etkilidir. Hocalıktan Ağalığa geçiş hem bireysel hem de hızlandırılmış bir sosyolojik dönüşümün sonucudur.

***

Romanın geniş planında, hilafet yanlısı İstanbullu Hoca’nın ilkin Kuvvacı sonra Ankara yanlısı Küçük Ağa’ya dönüşümü “halkın itibarını kazanmış din adamları ve eşrafın desteği olmaksızın Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı” tezini öne çıkartırken, Çerkes Ethem ve kardeşlerinin hikâyesi resmî anlatıya aykırı bir “empati kurma çağrısı” olarak varolur. Küçük Ağa’yı Küçük Ağa yapan etkenler arasında Anadolu’daki “milli mücadele” taraftarı çetelerin önemli bir yeri vardır. Küçük Ağa, İstanbullu Hoca’ya dönüşmeden önce, Kuva-yi Milliyecilerin suikastından kurtulup Çerkes Ethem’in kardeşi Tevfik’e sığınır. Ethem-Tevfik-Reşit kardeşlerin insani zaaflarına karşın kötü adamlar olmadıklarını; nizami orduya ayak uyduramadıkları için geçmişteki başarılarını tümüyle unutturmanın onlara haksızlık yapmak olacağını anlarız. Küçük Ağa, nizami orduya geçişi onaylamakla beraber Ethem ve Tevfik’in kahramanlığından, serdengeçtiliğinden, yiğit ve maceraperest taraflarından derinlemesine etkilenir. Bir “delikanlılık”, samimiyet ve “halktan olmak”lık ethosu kurulur. Küçük Ağa, Tevfik’le rakı içecek kadar yakınlaşır. Çerkes Ethem ve Tevfik’in kırsal erkek değerleriyle bezeli dünyasından “Anadolu halkından kopuk”, bürokratik hayatlar süren Ankaralı “Paşa’lar” olarak görünenlerin kimliği malumdur.

Tarık Buğra, bu Ankaralı Paşalar-halk çocukları karşıtlığını sürdürmek üzere Küçük Ağa’yı sonraları Birinci Meclis’teki ikinci gruba yaklaştıracaktır. Günümüz popülist-faşizan sağının “elitler karşısında halk” demagojisine yakın bir zemindir bu.

***

Ancak bu alternatif milli mücadele anlatısı erken Cumhuriyet’in “Paşaları”yla bir noktada uyuşmak zorundadır: Bolşevizm karşıtlığı.  Çerkes Ethem’in Karakeçili aşiretinden 700 askerlik bir Bolşevik taburu kurma planlarından bahsedilirken Ethem’in Bolşevik olma ihtimali onun kötü niyetinin delili olarak sunulur. Ne zaman Bolşevizm lafı işitse, Küçük Ağa’nın tüyleri diken diken olur. Bolşevizm, Küçük Ağa’da özsel bir kötülüktür. İstanbullu Hoca olarak bilindiği yıllarda Akşehir’deki Cuma hutbelerinde Küçük Ağa, Anadolu’daki hareketin Bolşevik olabileceğini hatırlatarak halkı İstanbul hükümetine sadık kalmaya çağırır. Milli Mücadele’ye katılması için Paşaların Bolşevik olmadığını anlaması gerekir. Bolşevizm konusunda Tarık Buğra’nın alternatif bir anlatısı olmadığı gibi o da en az Ankara hükümeti kadar anti-komünisttir.

Küçük Ağa’nın Kurtuluş Savaşı romanlarında pek sık rastlanmayan bir özelliği Türklerle Rumların iki düşman güç olarak değil birbirini yakından tanıyan, aynı topraklarda benzer hayatlar sürmüş olan iki halk olarak sunulmasıdır: Niko ve Salih, aynı mahallede büyümüş, uzun yıllar sırdaşlık etmiş iki eski arkadaştır. I. Dünya Savaşı’ndan kolunu kaybederek dönen Salih’e ilk Niko kol kanat gerer. Kurtuluş Savaşı arefesinde Niko’nun Karadeniz’e Pontus devletini ihya etmek üzere (!) gitmesiyle birlikte bu dostluk yerini nefrete bırakır ve Niko’ya karşı hissiyat değişir. Ama bu şartlarda bile Niko, “emperyalistlerin güdümünde Türklere saldırmakta olan bir dış düşman”dan ziyade Osmanlı’nın parçalanma sürecinde birbirine girmiş halkların trajik kavgasının bir tarafı olarak sunulur.

Küçük Ağa’da karakterler “yaşanan zaman ve deneyim”in oluşturduğu karmaşık koşullar göz önüne alınarak, kendi Bildung’larını sahici şekilde yaşayabilen, değişim ve dönüşüm halindeki tarihî tipler olarak çizildiğinden; kalburüstü edebiyata özgü bir genişlik, hatta psikolojik derinlik hemen hissediliyor. Bu özelliği sayesinde Tarık Buğra; vaktiyle “Ben Zat-ı Şahane’nin, Halife efendimiz hazretlerinin izinden giderim. Zerre inhiraf bana ölümden giran gelir” diyen İstanbullu Hoca’nın Ankara’yla işbirliğini kabul eden Küçük Ağa’ya dönüşümünü inandırıcı ve dinamik bir anlatıyla sunabiliyor.

Alternatif milli mücadele anlatısının sınırlarına (resmi anlatıyla komünizm karşıtlığını paylaşması gibi) karşın nüanslar, farklar ve akışkan konumlarıyla panoramik bir alternatif Anadolu tarihi içermesi bakımından Küçük Ağa önemli bir roman.