Yeni Türkiye’de Gizli Ceza Yasası
Ahmet İnsel

Hukuk devletinin yürürlükte olduğu demokratik rejimlerde, eğitim, iletişim, kültürle ilgili kamu kurumları devletin toplumu ideolojik olarak çevrelemesi ve yönlendirmesi amacıyla çalışırlar. Ama bu işlev, doğrudan ve açık bir etkileme değil, dolaylı bir yönlendirme, genel bir çevreleme biçiminde gerçekleşir. Louis Althusser, devletin ideolojik aygıtları kavramını ortaya atarken, bu kurumların devletten göreli biçimde özerk olmalarının bu işlevle çelişkili olmadığını belirtiyordu. Bu ideolojik aygıtların biçimsel ve göreli özerkliğinin, ideolojik çevreleme ve yönlendirme işlevlerini çok daha etkili biçimde gerçekleştirmelerini sağladığı tespiti etrafında uzlaşı vardır. İktidardaki gücün hegemonya kapasitesini pekiştiren esas etmenlerden biridir bu. 

Hukuk devletinin lağvedildiği, yargının iktidarın doğrudan bastırma, sindirme, susturma aygıtı olarak çalıştığı rejimlerde, bütün kamu kurumlarının bu göreli özerkliği ortadan kalkmasının yanında, adalet aygıtının artık doğrudan ve açıkça iktidarın emrinde olmasının ayrı bir önemi vardır. Türkiye’de halen olduğu gibi, iktidar bir kişinin elinde toplanmışsa, yargı da tek adam yargısı olarak çalışır. Ve bu yargılama düzeninde bir eylemin suç olarak değerlendirilmesi için yasada açıkça bu suçun tanımlanmış olması da artık gerekmez. Söz konusu olan kanun devleti bile değil, iktidardaki gücün veya ittifakın güdümünde keyfi cezalandırma yönteminin yürürlükte olduğu, bir istibdat rejimidir. Baskının bütünüyle keyfi olduğu yönetimleri siyaset felsefesi çok eski çağlardan beri tiranlık olarak tanımlar.  

Bu istibdat rejiminin günümüz dünyasındaki ileri örneklerinden biri bugün Türkiye’de yürürlükte. İktidarla şahsı bütünüyle bütünleşmiş olan cumhurbaşkanını eleştirmek, ona karşı çıkmak veya onun ve partisinin iktidarı kaybetmesi için siyasal mücadele yürütmek suçları, ceza yasasında olmamasına rağmen, ceza hukuku uygulamasında fiilen yürürlükte. Gerçi bu o kadar yeni değil. Radikal2’de Haziran 2012’de yayımlanan bir yazımda, örneğin “Halkı, hükümetin artan bir ivmesiyle süren sağlık hizmetlerinden soğutmak!” gibi bir suç yaratılmasını ve bunun 2000’lerin sonundan itibaren giderek artan zihniyet polisliği faaliyetlerinin bir parçası olmasını ele almıştım. “Parasız eğitim istiyoruz!” pankartı açmanın terör suçu olduğu, KCK tutuklamalarının her şeyi bahane ederek sürüp gittiği bir dönemdi. (http://www.radikal.com.tr/radikal2/halki-hasmetmeaplarindan-sogutma-sucu-1092243/). 2009 ve 2012’daki KCK tutuklamaları adı altında seçilmişlerin, siyasetçilerin, sendika, dernek, parti üyelerinin tutuklanması furyası da bugün kat be kat daha büyük ölçekte devam ediyor.

Fiili ve ardından yasal başkanlık sistemine girdiğimizden beri, ceza yasasında var olan cumhurbaşkanına hakaret suçunun kapsama alanının son derece genişlemesinin yanında, yasada yazılı olmayan, iktidara karşı etkili muhalefet odağı oluşturma suçu veya iktidarın hegemonya politikasına karşı kültürel-toplumsal karşı çıkış/direnme “suçlar”ından açılan davalar görülmemiş biçimde arttı. Bunun en açık yakın örneği, üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Gezi olaylarıyla ilgili olarak zamanında Gülen cemaatiyle iltisaklı polislerin, yargıçların hazırladıkları dosyaların bugün, itaatsizlik, ihanet, isyan, vs. suçlamalarıyla, yeniden raftan indirilmiş olması. 

***

20. yüzyıl totaliter rejimlerinde de bu tür suçlar vardı ama genellikle açıkça ceza yasasında yer alırlardı. Rusya Federal Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti’nin 25 Şubat 1927’de yürürlüğe giren ceza kanununda 58. madde, “karşı-devrimci faaliyetler yürütenleri” cezalandırmak amacıyla, “halk düşmanı”, “hain”, “sabotajcı” gibi suç türleri tanımlamıştı. Daha sonra SSCB’nin diğer cumhuriyetlerinin ceza kanunlarında benzer suçlar yer aldı. Bu suçun kapsamı 1934’te genişletildi. Bu suç şüphesiyle tutuklanan kişiler yıllarca yargılanmadan tutuklu kaldılar. Stalin kendine siyasal rakip olarak gördüğü komünist partisi üyelerini bu yolla tasfiye etti. Stalinist devlet terörünün en etkili aracı idi bu ceza kanunu maddeleri.  

Hitler’in Şansölye olarak atanmasının üzerinden altı ay geçmeden 14 Temmuz 1933’te yayımlanan kanun gücünde kararname ile Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi’nin (NSDAP) Almanya’da var olan yegâne siyasal parti olduğu ilan edildi. Başka parti veya benzeri teşkilat kurmak isteyenlere ağır hapis cezası öngörüyordu yasa. Ardından Aralık 1933’te yeni bir yasa ile “ nasyonal-sosyalist devrimin zaferi sonrasında, NSDAP’ın Alman devleti fikrinin temsilcisi ve devletle ayrılamaz bir bütünlük içinde olduğu “ilan edildi. Bu durumda NSDAP’a karşı çıkmak devlete karşı çıkmak, devlete karşı çıkmak Ağustos 1934’ten itibaren hem cumhurbaşkanı hem başbakan olan Führer’e karşı isyan etmek anlamına geldi. Bunlar şerir yasalardı ama iktidara muhalif olmanın ağır bir suç olduğunu açıkça belirtiyorlardı. 

Belki yeni yüzyılın faşizmi olarak ileride popülizmden daha anlamlı bir kavramla, daha özgün biçimde tanımlanacak, çoğunlukçu otoriter rejimler son on- on beş yılda boy verdiler. Günümüzde, Türkiye gibi post-demokrasinin bu ileri örneklerinde, bu yeni istibdat rejimleri totaliter rejimlerden belki daha yumuşak görünümlü ama daha örtük ve sinsi biçimde yürürlükteler. Örneğin Türkiye’de ceza yasasında son derece esnetilerek tanımlanmış terör suçu ve onunla ilişkili tanımlanmış suçlar (yardım, yataklık, propaganda, vs…) aracılığıyla, ceza yargısı, yasada yazılı olmayan bir suçu, “Başkan’ı ve iktidar partisini siyaseten yıpratmaya teşebbüs etme suçunu” bastırmak için çalıştırılıyor. Terörle Mücadele Kanunu ve onun ceza kanunundaki uzantısı maddelerin yanında, bir de cumhurbaşkanına hakareti cezalandıran 299. madde giderek artan bir yoğunlukta bu amaçla kullanılıyor. Çok partili sistem yürürlükte ama yürütmenin başına göre muhalefetin potansiyel suçlu olduğu çok partili rejim bu!

Cumhurbaşkanı’nı eleştirmek suçuyla açılan dava sayısı, dünyada pek eşi benzeri olmayan bir seviyeye gelmiş durumda. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği 2014 Ağustos’undan 2017 sonuna kadar, cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla 68.827 kişi hakkında soruşturma açıldı (T24, 11.12.2018). Bu soruşturmaların 12.839’u davaya dönüştü. Açılan bu davalardan 9.234’ü karara bağlandı. Sadece 1.697 dava beraatla sonuçlandı. Geri kalanları, bir kısmı ertelenen çeşitli hapis cezalarıyla sonuçlandılar. Açılan dava sayısında 2014’ten bu yana, yıldan yıla baş döndürücü bir artış görülüyor.

Partili ‘cumhurbaşbakanı’ olarak yürütmenin tüm yetkilerini tek başına elinde toplamasına rağmen, Tayyip Erdoğan’ın parlamento karşısında siyasal sorumluluğu yok. İktidar partisinin genel başkanı da olan cumhurbaşkanı, siyasal kararların alıcısı ve uygulayıcısı olarak ağır eleştiriye bile açık bir konumda olması gerekirken, onunla ilgili siyasal nitelikteki eleştirel ifadeler ceza soruşturması konusu olmakta. Bu geniş koruma zırhı da yetmiyor. Fiilen uygulanan kuvvetler birliği ilkesi, ceza kanununda yazılı olmayan, kapsama alanı sınırsız esneyebilen, siyasal amaçlı bastırma, sindirme, susturma olanağı veriyor. Her türlü muhalefetin, isyan, isyana teşvik, terörü desteklemek, hükümeti devirmeye teşebbüs etmek gibi suçlarla damgalandığı bir “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” Türkiye’de uygulanıyor. Seçimler öncesinde bu yöntemin daha yoğun kullanılması, son on yılda giderek artan bir ivme gösteriyor.

Totaliter rejimlerden farkı, yasalarda açıkça yazılı olmayan bu suçların, “katalog suçlar” gibi kendisi zaten bir garabet örneği olan bir suç tanımıyla pekiştirilmesinde yatıyor. İstibdat rejiminin bu suç katalogu, kanunda yazılı olmayan suçları da zımnen içeriyor ve şefin güdümünde istenen yöne doğru esnetiliyor. Kürt sorununda barışçıl çözüm çağrısında bulunmanın bile terör suçuna dönüştüğü, iktidarın uygulamalarını kültürel etkinliklerde eleştirmenin hükümeti devirmeye teşebbüs, iktidarın tasarruflarındaki kanunsuzluk ve yolsuzlukları kamuya bildirmenin vatana ihanet olarak damgalandığı bu rejimde, yeniliğin sınırı yok. Daha dört yıl önceye kadar iktidarda ortakları olan Gülen cemaatiyle iltisaklı polislerin, savcıların, yargıçların geliştirdikleri yöntemleri bugün daha kapsamlı ve daha fütursuz biçimde mevcut yargı kullanıyor. Ceza yargısı usulü ile ilgili kurallar açıkça çiğneniyor. Bunları mahkemede teşhir eden avukatlar hakkında giderek artan sayıda ceza davası açılıyor. 

Bugün Türkiye, iktidarda kalma refleksinin önerdiği, iktidardaki gücün etrafında oluşan menfaat ağının yönlendirdiği tasarruflarla, hukukla kanunun, kanununla fiili yetkinin arasının giderek açıldığı keyfi bir biçimde yönetiliyor. 

Sonunda dibe vurur muyuz? Rahmetli profesör Lütfi Duran, bundan yirmi beş yıl önce, gene dibe vurup çıkmadan ben bahsedince, “Oğlum, demişti, Türkiye’de dibin dibi yoktur!”. O zamandan bu zamana bakınca, hak vermemek elde değil. Ortak hafızası dumura uğratılmış toplumlarda genellikle böyle bir durumun görüldüğü iddiası üzerine ciddiyetle eğilmeliyiz.