Anti-Kapitalist Cephede İsmet Özel
Barış Özkul

İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin’de 1960’ların başında sosyalist olup TİP’e girmesinin nedenlerinden biri olarak sosyalist olmanın o yıllardaki cazibesinden söz eder: “Öte yandan asaletim de kışkırtıyordu beni. İşin aslını anlayan azınlığa mensub olmak. Anladıklarının bekçisi olmayı şeref bilmek!” (s. 44). Aynı yıllarda (1962-63) her yerde bilgiçlik tasladığını, sosyalist olmayanları adamdan saymadığını (s. 46) aktarır. Bir tür seçkinciliktir bu ve yalnız sosyalist olmayanları değil bazı sosyalistleri de adamdan saymadığı için parti fikrini savunanları uzun süre küçümsemiştir: “Ben şair olmayı en değerli uğraşı saymış, kafası insanı keşfetmekle meşgul biriyim. Parti marti, bunlar daha alt kademe insanlarının işi (s. 47).” Partiye girince, halka yol gösterme iddiasında olanların birçok bakımdan eğitilmeye, olgunlaşmaya muhtaç olduklarını; mücadele lafı edenlerin hem cahil hem provokatör olduğunu fark etmiştir. 

Başından beri tuhaf hırsları olan birisidir İsmet Özel. Kendini çok önemsediği için bulunduğu hiçbir yerde rahat edemez. “Adamdan saymama” onun hayat karşısındaki genel tavrıdır. Henüz sosyalizm ve şiir faslı açılmamışken, çocuk yaşlarda etrafındaki büyüklerin zekâ, bilgi ve ahlak bakımından “kendilerine kayıtsız şartsız teslim olunabilecek yeterliği göstermediklerini” kavramıştır (19). Kayıtsız şartsız teslim olunacak otorite arayışı (hayatta, siyasette, edebiyatta) onu daima haklı ve üstün olduğu, bu yüzden hiçbir zaman tatmin olmadığı bir düzleme yerleştirmiştir. Bir şiirinde Turgut Uyar ona Che’den söz etmesinin daha iyi olacağını önerdiği halde o solculuğun bir inşa faaliyeti olduğuna inandığı için Fidel Castro’dan söz etmiş ve böylelikle o yıllarda “burjuva obskurantizmi”yle suçladığı Turgut Uyar ve İkinci Yeni’nin öbür şairleri karşısında üstünlüğünü kanıtlamıştır. İsmet Özel bu tür anekdotlardan kendisine bir kişisel üstünlük anlatısı inşa eder.

Ama kimseyi “adamdan saymayan” Özel’in 1960’larda bir parçası olduğu Türkiye soluna yönelik eleştirileri düşünmeye değer tespitler içerir: 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan sol, güdük bir kalkınma ideolojisinin yedeğindedir; hiçbir tarihî birikime dayanmadığı gibi Batı aydınlanmasının temel taşlarından nasibini almamıştır (s. 42). Sosyalizmin Batı’da işçi sınıfına dayanan sınıfsal temelleri ve köklü bir birikimi varken Türkiye’de diplomalılar ve okumuşlar arasında rağbet görmüştür; rağbet görmesinde devletin bir kanadı tarafından ciddiye alınıp desteklenmesinin önemli payı vardır. Askerî ve sivil bürokrasinin bir kanadı –özellikle 12 Mart’ta– bu kalkınmacı ve sosyal adaletçi solu dolaylı yollardan desteklemiştir (s. 43). 

Merkezine kendisini koyduğu bir tarih anlatısı içinde bu eleştirileri sıralayan Özel devrimci tavrın mitoslarla beslenip şişirilmesinden her zaman midesinin bulandığını; işi gücü çatışmadan ibaret ve dövüş zevkini tatminden öteye gitmeyen bir devrimciliği temelsiz ve bir tür ruh bozukluğu gibi gördüğünü anlatır (s. 57). 

Ancak bu eleştirileri İsmet Özel’i farklı bir sol-sosyalizm fikrine götürmemiş; bunun yerine 12 Mart’ta Müslüman olmayı seçmiştir. 

Kendi anlatımına göre Müslüman olması uzun zamandır devam eden ontolojik güvenlik arayışının sonlanıp hidayete ermesinin bir sonucudur. 12 Mart’ta yaşananlardan –haklı nedenlerle– korkup bu değişimi geçirmiş olması da muhtemeldir. 1968’de İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın “Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız” demekle bariz bir gerçeği ifade ettiğini kırk yıl sonra hâlâ anımsaması bu ihtimali güçlendiriyor.

Sonuç olarak 12 Mart’ta bu toplumun egemen çoğunluğuyla uzlaşmaya karar veren İsmet Özel bundan böyle “egemen çoğunlukla uzlaşı”nın Türkiye açısından sosyolojik bir zorunluluk olduğu fikrine yaslanmıştır.

İsmet Özel’e göre sosyalizmin, komünizmin, Marksizm’in Türkiye’de “mekân tutabileceği bir toplumsal unsur, yaşattığı bir toplumsal değer” yoktur; "sosyalistlik Türkiye’de bütün varyantlarıyla birlikte Budist olmak, sürrealist olmak gibi bireyin kendi dünyasında kapalı kalan seçimleri ilgilendirdiği için hiçbir toplumsal ağırlığa sahip değildir.” Öyleyse Türkiye’de sosyalistim diyen birini ciddiye almak yerine gülüp geçmek gerekir (a.g.e., s. 74).

Kuşkusuz tarihte birçok yerde alt sınıfların içinde bir sınıf ideolojisi olarak varlık gösteren sosyalizm burada seküler orta sınıfların, Kemalizm’in içinde kalkınmacı bir retorik üretmeye çalışan azınlıktaki bir kesimin benimsediği bir ideoloji olarak varolmuştur. İsmet Özel bu tarihî tersliğe ve çarpıklığa işaret etmekte bence haklıdır. Türkiye’de emek-sermaye ve mülkiyet ilişkileri gibi laflar ettiğinde sosyalizmin sorunlarının hallolduğunu sanan sol cemaatlerin varlığına istihza etmesi de yabana atılacak bir eleştiri değildir.

Ancak sosyalizm Türkiye toplumu veya Kemalizm’le sınırlandırılamayacak kadar geniş, evrensel referansları olan bir düşüncedir. Sosyalistlerin Türkiye’deki varlığı ya da politikaları pekâlâ eleştirilebilir ama Türkiye’de seküler orta sınıflar sosyalist oldukları için sosyalizm idealinin kendisinden vazgeçmek atı arabanın arkasına sürmektir.

Sosyalizmi vaktiyle ilkesel bir varoluş tarzından çok bir kurtuluş reçetesi, devrim formülü ya da tarihin ilerleyiş yasalarını açıklayan bir amentü olarak kavrayan "eski" solcularda sıklıkla rastlanan bir kötücül sinizmdir bu. Belirli bir toplumda sosyalistlerin sınırlı etkisini veri alıp bunu sosyalizmden vazgeçmenin bahanesi kılmak ilkeler, değerler ve etik öncüllerden çok niceliksel güç ve etkinliği önemsemenin; bu güç ve etkinliği cisimleştirmiş iktidar odağı karşısında yılgınlığa, küskünlüğe, karamsarlığa sürüklenmenin yarattığı acziyetin dışavurumudur. Burada sosyalizmin etik zemini ile reel-sosyalizme yansıtılmış olan öznel hayalkırıklığını ayırt etmek çok zaman zorlaşır.

İsmet Özel de son derece öznel-kişisel bir tavırla reel-sosyalizmin yamukluğu ve Türkiye sosyolojisindeki tersliğini sosyalizmin evrensel varlığına hamlederek sosyalizmin bir düşünce olarak kıymetini yok saymıştır.

Ancak sosyalizmden istifa ettiği halde sol terminolojiyi kullanmaktan geri durmamıştır.   

Bu yazıda bunun yol açtığı yanılsama üstünde durmak istiyorum. 

İsmet Özel’in gözünde “burjuva” Batı medeniyeti “piyasa dini”ni temsil etmektedir. Bu medeniyetin İslam âlemine şu veya bu şekilde sızması mutlaka önlenmelidir. Surat Asmak Hakkımız’da der ki “Bir Müslüman tenis oynamak hakkımız diyorsa [onun] bu özlemini kokain kullanmak hakkımız cümlemizden farklı bir yerde değerlendirmek mümkün değildir (s. 12)” 

İslâm âlemine Batı’dan yenilikler getirmeye çalışanlara, “Batı’da habis niyetlerle üretilmiş teknolojik sonuçları ayet-i kerimelerle doğrulamaya kalkışanlar”a (s. 47) çıkışır: “Kâfirce vazedilmiş bir meselenin Müslümanca çözüme kavuşturulması” imkânsızdır (s. 39). 

Batı’da ve Doğu’da kapitalizmin yol açtığı toplum örgüsünden, teknolojinin kültür ve doğadaki olumsuz etkilerinden yakınan; bunu bir modernite eleştirisine dönüştüren pek çok yazar var. Yakın zamanda Türkçeye çevrilen Zamanın Kokusu kitabının yazarı Byung-Chul Han gibi felsefeciler modern öncesi zamanların muhayyel huzurunu öven metinler yazıyorlar ve Heidegger gibi retorik erbabı reaksiyoner filozoflardan mesnet alan bu tür övgüler kimi zaman etkili bir kapitalizm eleştirisi olarak okunuyor. Ne var ki eleştirel bir boyut taşıdığı muhakkak olan bu metinlerin “piyasa dini” gibi tabirlerle yaptıkları kapitalizm eleştirilerinin ulaştığı reaksiyoner sonuçlara dikkat etmekte yarar var.

İsmet Özel de benzer şekilde alışverişin insanları zincirleyen malların alımı ve satımı haline geldiğini; modern insanın ev diye kendini delirtecek mekânlara tıkılıp kaldığını; çalışmanın bir yorulma biçimi, eğlence zamanı denen şeyin şahsiyet bozukluklarının teşhir edildiği dönemler olduğunu tespit ettikten sonra kapitalizmin çarpık mecburiyetler yaratan bir düzen olduğu ve bu düzenden tümüyle Batı medeniyetinin sorumlu olduğu sonucuna varıyor. Ama bu “çarpık düzene” Müslüman-Türklerin hâkim unsur olduğu İslâmî bir rejimin kuruluşu dışında alternatif önermediği halde sırf bunları söylediği için İsmet Özel’e anti-kapitalist payesi verenler var (kendisinin bu payeye talip olduğunu sanmam). 

Bu anti-kapitalizmin umdeleri şu şekilde: İsmet Özel’e göre Batı tekniği, insanın mutlak egemenliği düşüncesinin bir uzantısı olduğu için, Müslümanlar onu “kulluk haddinin aşılmasının bir belirtisi”, bir “tağut” olarak görmeliler. Mevcut haliyle Batı tekniğinin İslâmî yaşayışın örgüsüne girmesi mümkün değildir. Müslümanlar Batı ile medeniyet yarışına girmemelidirler çünkü böyle bir yarış medeni olmanın geçerli bir ölçü olduğunu kabul etmek ve İslâm’ı medeniyet yarışında bir dolgu düşünce durumuna getirmektir. Batı medeniyeti kendini Prometeus yerine koyan aydınların eseridir; ilerleme fikrini çatışmayla eşitleyen Batılılar daima çatışacak bir Zeus aramıştır. Batılı, yıkar yakar ve kendini tanrılaştırmanın cezasını görür. 

Buna karşılık İslâmî anlayış kalemle yazı yazan ve elbise diken İdris peygamberin yolundan gider; İslâm dairesinde insan ile insanüstü arasında çatışmaya değil ihsana dayalı bir münasebetler zinciri sözkonusudur. Kendisine ihsan edilen bilinç ve aklı çatışma yolunda kullanan Batı medeniyetine karşı İslâmî anlayış İdris peygamber kıssasından anlaşıldığı üzere bir zihin (kalem ile yazı yazma) ve teknoloji (elbise dikme) dengesi kurmuştur (s. 67). İsmet Özel buradan medeniyet karşısında din adına bir üstünlük anlatısı inşa eder. 

Ancak Batı’nın kapitalist tekniğine bunca karşı olan İsmet Özel’in kitaplarını basan yayınevinin bağlı olduğu matbaadaki baskı tekniklerinden tutun da kurucusu olduğu İstiklal Marşı Derneği’nin internet sitesinin yazılımına kadar Batı tekniğinden muaf olmak retorik jestlerle gizlenemeyecek kadar zordur. Bunun karşısında İsmet Özel bir “hitabet sanatı” olarak şairane öfkeye sarılır.

Böyle bir medeniyet eleştirisini anti-kapitalist bulanlar olur mu? Türkiye’de mutlaka olur.

İsmet Özel’in Batı medeniyeti karşısındaki tavrı bu toplumda kendine solcu diyen, yıllar yılı AB’ye ve muhayyel emperyalist “odaklar”a karşı çıkmakla solculuğu eşitleyen (bugün Maduro için miting yapan) nasyonalist solcuların tavrından çok farklı değildir. O halde kendisinin de iddia ettiği üzere, İsmet Özel’in 60’lardan 2000’lere gayet tutarlı bir çizgi izlediği söylenebilir.

Türkiye’de bir şeye karşı olmak, bir negativiteyi (anti’liği) sahiplenmek, bunun üzerinden siyaset yapmak her zaman en makbul seçenektir. “Piyasa dini çağdaş putperestliğin en azgın biçimi”dir (s. 65) gibi laflar ettiğinizde “anti-kapitalist cephe”de saygın bir kürsüye kavuşursunuz. Ama bu anti’liğin ötesine geçip kapitalizmin ve medeniyetin marazlarını aşan bir yeni düzenden söz etmek, bunun inşası için somut biçimde çalışmak pek kimsenin işine gelmez.