Yasa Yapan Şiddet - Yasayı Koruyan Şiddet: “Nerede Bu Devlet?“

Türkiye, toplumsal-siyasal alanı çoktandır sarmış bulunan hegemonya bunalımının Susurluk olayıyla kamusal tartışma alanına taşınan devlet iktidarının meşrûiyet bunalımı ile perçinlendiği katastrofik bir dengede duruyor. Susurluk’ta simgeleşen haliyle meşrûiyet bunalımı devlet iktidarının kendisi hakkında anlattığı hikâyenin, yani resmî ideolojik metnin inandırıcılığını yitirmesinde temelleniyor. Düğüm noktasında ise, yasa ile yasanın çiğnenmesi veya suç arasındaki kardeşlik ilişkisinin travmatik gerçekliği duruyor. Devlet eyleminin somut -olumsuz- tezahürlerinin devletin simgesel otoritesinden ayrı tutulması yoluyla meşrûiyet bunalımını hafif atlatma kaygısı resmî söylem ile kamusal tartışmanın ana mecralarının ortak üst kodu olarak iş görüyor. “Üç beş kişi”, “bir avuç şerefsiz”, “elbette bütün bir camiaya mal edilemez ama...”, “devletin kendisini zan altında bırakmamaya dikkat...” gibisinden ifadeler bu ayrım çizgisini çekerek, bunalımı arızi, münferit ve lokal bir duruma indirgemeye çalışıyor. Uyuşturucu, kumarhane, kara para, şantaj motifleriyle donanmış “çeteler” imajı, ne ölçüde olgulara dayanırsa dayansın, devlet aklının “yangında ilk kurtarılacak” olduğunu vazettiği “bizzatihi devlete” halel gelmemesi gibi “devletlu” bir hassasiyete hizmet ediyor. Ancak “münferit” sözcüğünün bile yıllardır sık sık tekrar edile edile aşınması ve istisnai halleri değil de devletin kurallaşmış mazeretini anlatır olması, daha önemlisi dar bir alana -kişisel, çetesel çıkarlar alanına- hapsedilemeyecek kadar yaygın ve organik bir “karanlık ilişkiler ağı”nın yüzeye çıkması, simgesel siyasal otoritenin sarsıntıyı zararsız atlatmasının zorluğuna işaret ediyor. Zaten epey zamandır devlet yönetiminin “bunalım yönetimi” haline geldiği ve “bizzatihi devlet”in bu badireyi de kazasız belasız atlatacak kadar tecrübe kazandığı söylenebilir. Fakat mevcut meşrûiyet bunalımının başta gelen bir kaynağının ya da odak noktasının yazılı ya da yazılı olmayan resmî ideolojik metnin bunalım yönetimine ilişkin ilkelerinin ta kendisi -sözgelimi Kürt sorunu bunalımını yönetim tarzı ile Susurluk arasındaki aşikâr bağlantı- olduğu hesaba katılırsa, bunalımın bir “bunalım yönetiminin bunalımı” özelliği gösterdiği iddia edilebilir. Durumu katastrofik kılan da budur bir bakıma.

Devlet baba her halükârda ölçüsüz, uygunsuz bir tarzda var olur bizim için. Ya çok eksiktir ya da çok fazla. Olması gerektiği yerde, olması gerektiği biçimde olmaz; olmaması gerektiği yerde, olmaması gerektiği biçimde olur. Şefkatine, dağıtacağı adalete muhtaç olanların aradığı yerde (sözgelimi çocukların yiyecek aradığı çöplüklerde) varlığından eser yoktur; ama yurttaşlarının en ufak bir özgürlük arayışında başlarına derhal musallat olur. Reha Muhtar’ın haber jeneriğindeki “Nerde bu devlet?” sorusu refah devleti şefkatine çağrı yaptığı ölçüde söz konusu bu eksikliğin devlet baba figürünün jenerik özelliği olduğunu pek güzel dillendirir. Bu sorunun cevabını Susurluk’ta bulması ise fazlalığın da aynı ölçüde jenerik bir özellik olduğuna işaret ediyor; arayıp durduğumuz otorite bir anda dehşetli bir heyula olarak karşımıza çıkıyor. Dahası bu iki jenerik özellik aynı sözcede çelişkili ve eşzamanlı bir beraberlik de sergileyebiliyor ve siyasal otoritenin anlamlandırılmasındaki eksiklik ve fazlalık diyalektiği bir kutbun diğerine işaret ettiği, birinden diğerine paradoksal görünen geçişlerin yapılabildiği bir içiçeliği anlatıyor. Susurluk olayına dair kimi siyasal söylemler bu iki kutbun beraberliğini yeniden telaffuz ediyor. Burada, ilk bakışta, acımasız bir şekilde yurttaşlarını terörize eden, kendi koyduğu kuralları çiğneyerek kendine verilen vekaleti kötüye kullanan, meşrû sınırlarının ötesine geçerek sınırsız ve sorumsuz bir fizik güç kullanımına başvuran, aşırı ölçüde güçlü bir iktidar ile karşı karşıya olduğumuz söyleniyor. Ama bu fazlalık söylemi paradoksal bir şekilde eksiklik söylemini de telaffuz ediyor; zira devlet terörünün kendisinin devletin zafiyetinden, otoritesinin gereklerini yeterince yerine getirememesinden kaynaklandığı zımni önkabulüne yaslanıyor. Bir başka deyişle, baskın siyasal eleştiri şunu söylüyor: “Devlet olan devlet böyle yapmaz.” Dolayısıyla, muhalefet devletin fazlalığını hedefler görünürken, alttan alta eksikliğinden yakınıyor; gücün etkili, verimli ve devlet aklına uygun kullanımının yetersizliğinden dem vuruyor. Böylece, devlet babanın görünüşte çelişen iki tezahürü arasında kapalı devre bir diyalektik kurulmuş oluyor.[1]

Susurluk olayı, demokratikleşmeye dair kamusal tartışmaların odaklandığı yasa-özgürlük düzlemini devlet-yasa ilişkisi eksenine oturtmaya meylettiği ölçüde, yasanın baskıcı, anti-demokratik karakterine yapılan vurgu ile özgürleştirici karakterine yapılan vurgunun görünüşte paradoksal bir içiçeliğini sergiledi. Anti-demokratikliğinden şikâyetçi olageldiğimiz hukuki çerçeve devlet eylemini sınırladığı için bir anda demokratik bir niteliğe bürünmüş görünür. Devletin dayattığı yasa aynı zamanda bizzat devletin de uyması gereken bir kurallar manzumesi olarak yurttaşları devlete karşı koruyan bir güç oluverir. Ancak, yasal şiddet ile yasadışı şiddet ya da yargısız infaz arasında keskin bir ayrıma gitmek ve hukuk devletinde ancak birincisinin söz konusu olabileceğini/olması gerektiğini savunmak, yasa koyucu şiddet ile yasa koruyucu şiddet arasındaki karar verilemez ilişkiyi göz ardı eder. Susurluk’u bir heyula kılan da bu ikisi arasındaki ayrımın kaybolduğu, birinin hayaletinin diğerini sarstığı[2] bir durum olmasıdır. Biliyoruz ki, modern zamanlarda polis yasa yapıcı gibi davranır. Yasaların güvenliği sağlamakta yetersiz kaldığı durumlarda yasayı uygulamak ve korumakla yetinmez; tam da yasayı uygulamak ve korumak adına onu icat eder. Polis şiddeti, yasa koyucu ve yasa koruyucu şiddetin heyulamsı bir karışımıdır ve bu ikisi arasındaki ayrımı askıya alır: “Polisin ‘kanunu’, devletin, güçsüzlük veya yasal sistemdeki içkin bağlantılar nedeniyle, her ne olursa olsun ulaşmayı arzuladığı ampirik hedefleri yasal sistem yoluyla sağlama alamadığı noktaya işaret eder”.[3]

Kamusal yasa, kamusal söylemin telaffuz ettiği yasa, desteğini müstehcen, karanlık, gizli yasada bulur.[4] Resmî kamusal söylem, millî birlik ve beraberliğin korunmasını ve hukuk ve nizamın sağlanmasını vazederken, ister istemez bu gizli yasadan beslenir. Devlet aklı, Žižek’in deyişiyle “resmî söylemin gizli tersi” dolayımıyla yasal normların çiğnenmesini millî bir ödeve dönüştürür.[5] Zaten bir yığın polisiye filmin temel esprisi “hukuk ve nizamı” yeniden tesis etmek için “hukuk ve nizamın” dışına çıkmanın elzem olması değil midir? Kahramanın asıl cazibe noktası, amirinin tüm “yasal sınırlar içinde hareket etme” uyarılarına rağmen yazılı olmayan bir rasyonel dolayımında kendi yasadışı eyleminin meşrûiyetini temellendirmesi değil midir? Amirin “yasallık” vurgusu bürokratik mekanizmanın hantal, hareketsiz ve aciz yapısını gösterirken, kahraman memurun “meşrûiyet” vurgusu “hukuk ve nizamı” koruyabilmek için gerektiğinde yasallığın çiğnenebileceğini anlatmaz mı? Burada “en çılgınca”, “en maceraperest” şey yakalanmaya çalışılan kişinin işlediği suç değil de, onu takip eden güvenlik kuvvetlerinin işlediği suçtur. Böylece, yasa ile suç arasındaki ilişki basit bir dışsallık ilişkisi değil, yasanın kendi içinde de tezahür eden bir ilişki olarak ortaya çıkar; yasa-suç karşıtlığı, “hantal yasa”-“etkili yasa” karşıtlığı şeklinde yasanın kendi içine taşınır. Benzer bir şekilde, Susurluk olayında da “her şeyi devlet için yaptığını söyleyen” insanlarla karşı karşıyayız; üstelik burada yalnızca memurun değil, aynı zamanda amirin de, terörle etkili bir şekilde mücadele etmenin yasal sınırlar dışına çıkmayı gerektirdiğini “gördüğü” anlaşılıyor. Nitekim, Kutlu Savaş’ın raporu bunu açıkça telaffuz ediyor: “‘Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz’ itirazı (da) kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle Sayın Başbakana ters gelse de) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır.” Yasa koruyucu şiddetin aynı zamanda yasa koyucu olarak da iş görmesi, “yargısız infaz”ın kamusal yasanın üzerindeki dışsal bir leke değil, yasanın kökenindeki şiddeti yineleyen, edimsel bir tarzda yeniden kuran bir eklenti (supplement) olduğunu gösteriyor.

Susurluk olayı, ilk bakışta, komplo teorisi meraklılarının su götürmez bir şekilde haklı olduklarını ve bunlarla iflah olmaz paranoyaklar diye ince ince alay edenlerin affedilmez bir gaflet içinde bulunduklarını ortaya koymuş gibidir. Zira “gerçeklik” ile ona dair paranoyak kurgu tam bir örtüşme içindedir ve devasa bir fesat yumağı karşısında komplo teorisyenine hâlâ daha paranoya atfetmek iflah olmaz bir aymazlık gibi durmaktadır; oysa o vuzuhundan dolayı ayakta alkışlanacak kişidir. Bu bakıştan, Tanıl Bora’nın, Birikim’in Susurluk olayının patlak vermesinden hemen önceki sayısında Türkiye’deki komplo zihniyetinin tarihinde yaptığı kısa gezintide[6] “MGK ve ‘derin devlet’ faktörlerini” “her olayı gizemlileştirmekte kullanma” adetinden ve “Türkiye’de siyasal ve kamusal konuşmayı ilerletebilmek için zemini komplo zihniyetinin curufundan temizleme” ihtiyacından söz etmesi bir talihsizlik gibi görünmektedir. Çünkü olayların akışı temizlenecek yerin Bora’nın söylediği gibi “kapımızın önündeki eşik” değil, komplocu devlet mekanizması olduğunu kanıtlar gibidir. Ama Susurluk olayı gibi komplo zihniyetini hiç tartışmasız şekilde doğrular görünen bir olay olsa da olmasa da, bu zihniyetin iç mantığı itibarıyla “yanlışlanamaz” olduğunu aklımıza getirirsek, Bora’nın yazısının talihsiz değil, bilakis hayli isabetli olduğunu anlarız. Türkiye’deki İslamcı söylemlerin her sorunda bir “Yahudi parmağı” keşfedegelmeleri somut referansları olmasa da pekâlâ etkili olabilmiştir. Her ne kadar sağlam olgusal verilerle “gerçekte böyle bir Yahudi komplosu olmadığını”, bunun bir “ideolojik önyargı” olduğunu kanıtlamaya kalkışırsak kalkışalım, komplo “görünür gerçekliğin” ardına gizlendiği için ikna edici olamayız. İdeolojik söylemin fantazmatik desteği “ideolojik Yahudi figürü” ile “gerçeklik” arasında herhangi bir boşluk bırakmaz ve görünen ve/veya görünmeyen gerçeklik bizi hep doğrular. Paranoid kurgu “gerçeklik”ten hep destek alır; bu anlamda, tam da derin devlet bağlamında komplo teorisyeninin vuzuhunu alkışlama edimimizin paranoyanın bize de sirayet ettiğine işaret ediyor olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü artık biz de gerçeklik ile simgesel kurgu arasındaki yanlışlanamaz koşutluğu “görmüşüzdür” ve fesat gözüyle bakmak bizim için de en tabiî durum haline gelmiştir. Böylece devlet aygıtlarının, Ötekinin, bize karşı tezgahladığı komplolar paranoid kurgu olmaktan çıkmıştır.

Baskıcı devlet aygıtlarının karanlık yüzünün ifşa edilmesi, “derin devlet”in maskesinin düşmesi, tüm olumlu demokratik içerimleri ya da potansiyellerine rağmen, aynı zamanda “derin toplum”un maskelendiği bir başka ideolojik süreci beraberinde getiriyor. Bu bakımdan, “aydınlık için karanlık” eyleminin simgesel düzeyde karanlık ilişkilere işaret ettiği ölçüde bir başka karanlığı gizlediği söylenebilir. Zira zalimler ile mazlumlar arasındaki antagonizmayı telaffuz ederken saydam ve geçirimsiz bir toplumsal kutupsallık kurarak, telaffuzun öznesini sorunsuz bir konuma yerleştiriyor. Temizlik talebi, kirli ellerin “gerçekliği” tartışmasız olsa da, kendi vücudumuzun kirliliğini görünüşte başarılı bir aktarım süreci sayesinde temize çıkarıyor. İdeolojinin gizemlileştirici işlevi ile karşı karşıyayız burada. Tam da “temizlik”ten bir örnek verelim. Yakın zamanlarda televizyon haberlerinde aralıklarla da olsa defalarca “gözler önüne serilen” acayip bir olay vardı (ve belki daha da olacak): Komşuların şikayeti ve belediye zabıtasının yerinde müdahalesi ile bir apartmanın bilmemkaçıncı katından ya da bir gecekondudan sokağa atılan tonlarca çöp, sahibinin isyanı ve üç beş parça çerçöpü olsun kurtarma telaşı, içinde nasıl olup da yaşandığı anlaşılamayan bir ev... İnsanların düştüğü bu acıklı, tuhaf, sağlıksız hal onlarca ton çöpün ne zaman ve nasıl toplandığına ilişkin sorularla beraber ekranlara “taşınıyor.” Klasik ideoloji teorisinden hareketle buradaki kameranın gözünün gerçekliği camera obscura’da olduğu gibi basitçe yanlış temsil ettiği söylenemezse de, kaçınılmaz olarak kendinde mündemiç simgesel kurgu süzgecinden geçirerek anlamlandırdığı, vurgulandırdığı, çerçevelendirdiği ve böylece de ifşa ederken gizemlileştirdiği söylenebilir. Haber ne kadar “şok edici” olursa olsun, bu “şok” bir başka sarsıcı “gerçeğin” üstünü örter: O evden çıkan çöpler aslında bizim evlerimizden çıkan çöplerdir ve sanki bizim evimizden çıkıp çöp toplayıcısının evine girmiş değil de, çöp toplayıcısının evinde üretilmiş görünmektedir. Bu örnek Marx’in burjuva ideolojisini tartışırken başvurduğu Cacus mitiyle bir benzerlik taşıyor. Cacus yaptığı hırsızlığı gizlemek için çaldığı sığırları mağarasına geri geri sürer ve hayvanların ayak izlerinin sanki mağaradan dışarı çıkmışlar gibi görünmesini sağlar; Marx’a göre, burjuvazi de başkalarından alıp kendi mağarasına götürdüğü şeyin kendi kendisinden türediği görünümünü vererek asalaklığını gizler. Bizim örneğimizdeki çöp toplayıcısı ne Cacus gibi bilerek hileye başvurmuştur ve ne de burjuvazi gibi bilincinde olmadan kendisini doğallaştırmaktadır; aksine etrafında olup bitenlere anlam veremeyen, ruh sağlığı şüpheli, şaşkın bir zavallı konumundadır. Ama haberin söylemi tam da olup biteni aktarırken gerçekliği kurar ve dışarıdan içeri girenin pencereden sokağa atılışını gösterir. O iğrendirici pislik yığını, bizim atıklarımızın toplanmaya “değer” bulunanlarının bir kombinasyonu değil de nedir? Çöp toplayıcısında “tuhaf”, “delice” olan şey, tam da meta ilişkilerinin mantığını kapmış sağlıklı insanlar olarak bizlerin sahip olduğumuz “kullanım değeri” ve “mübadele değeri” nosyonlarını tanımaması ya da fazlasıyla ciddiye alması değil mi? Sakın o ta içimizdeki “iğrenç öteki” ya da “kendimize yabancılığımız”ın tezahürü olmasın? Ya peki evimizdeki eşyalara “değer” atfetmemiz ve asla “çöp” statüsünde görmememiz ile toplayıcının bizim atıklarımızı “değerli” bularak kendinden alınmalarını engellemeye çalışması arasında fazlasıyla ince bir çizgi varsa? Bu durumda, karşımızdaki “deli” kendi dünyamızın travmatik “reel”ini ötelemenin adı olmaz mı?...

Susurluk olayında da esasen mercedesten çıkanlarla meşgulüzdür; arabadaki silahların başkalarınca konulmuş olabileceği iddiası ve tartışması ise fesadın failleriyle ilgili olduğu ölçüde “mercedes” simgeleştirmesinin basit bir ayrıntısından ibarettir. Burada da her şey arabanın içinde, devlet aklının kendinden menkûl kaprislerinde menşeini buluyor görünmüyor mu? Burada da resmî-kamusal ideolojik metinle fazla özdeşleşen, devlet aklının süperego mekanizmasını fazlasıyla ciddiye alan ve tam da bu nedenle zıvanadan çıkan insanlarla karşı karşıya değil miyiz? Topladığı çöplerin zorla elinden alınmasına anlam veremeyen ve buna isyan eden insanlar ile “her şeyi devlet için yaptığı” halde niye suçlandığına anlam veremeyen insanların şaşkınlıkları benzeşmiyor mu? Sakın devlet terörünün ajanları, bağrında yeşerttiği bilumum fizik ve simgesel şiddet biçimlerinin günahını onlara yükleyen toplumsal gövdenin kefaretini ödemeye mahkûm edilmiş günah keçileri olmasın? Aslında kendi meşrûiyet temellerini dinamitleyecek kadar zavallılaşmış ve güçsüz düşmüş olan bir devlet mekanizmasını “kurt”laştırıp kendimizi “kuzu”laştırırak acımasız bir güç gösterisi ve tehdidi ile karşı karşıya olduğumuzu tasavvur etmek yoluyla, kuzu postunun masum, mazlum ve temiz görünümünün altına sığınıyor olabilir miyiz?...

Ne ölçüde gerçek bir tarihsel-siyasal arka planı olursa olsun, günümüzdeki haliyle ceberrut devlet imgesinin temelde kendi açmazlarımızın bir dışsallaştırılması olduğunu, sivil toplumun kendi içindeki engelleri onun dışında ve üstünde yer alan baskıcı bir gücün keyfiyetinin ürünü gibi tasavvur ettiğini düşünmeye başlamalıyız artık. Susurluk’ta tarihüstü ve aşkın bir devlet/sivil toplum karşıtlığının basit bir tezahürünü görmek, bizde hâlâ -Gramsci’nin terimleriyle- “devletin her şey, sivil toplumun hiçbir şey” olduğunu düşünmek, günümüz Türkiye’sinde bizzat sivil toplum içerisinde kökleşmiş bulunan tahakküm, eşitsizlik ve adaletsizliklerin eski yasal çerçeve içerisinde idare edilemez bir hal yarattığını, fakat yine bizzat sivil toplumun kendi bunalımını aşmasını sağlayabilecek yeni bir kurucu kollektif iradeyi ortaya koyamadığını gözden saklıyor. Eğer şiddet yasanın kökeninde varsa ve –Benjamin’in deyişiyle- “polisin kanunu” yasanın kökenindeki şiddeti yineliyorsa, Susurluk’u özgül kılan şey, böyle bir sivil iradenin ortaya çıkmadığı koşullarda, devlet mekanizmasının eski yasal çerçeveyi koruma refleksiyle hareket ederken yasanın özündeki şiddeti açığa vurmasıdır. Kendinden menkûl keyfi kararları, eylemleri ve kaprisleri ile arzuladığımız açık, özgür, demokratik ilişkilerin önünü kesen, bize insanî bir varoluş zemini sağlayacağı yerde bunu yapmayan despotik devlet figürü, devletin aslında ne kadar da aciz, iktidarsız ve çaresiz olduğu gerçeğini başarıyla gizliyor. Yani kendi arzumuzun gerçeği, tatmininin önünde duran dışşal bir engel varsayımıyla ötelenmiş oluyor. Dolayısıyla, çete dehşeti toplumsal antagonizmayla yüzleşmekten kaçınmamızı sağlayan bir fantazmik perde işlevi görüyor.

Korku filmlerinde ölülerin geri dönüşü ödenmemiş bir simgesel borcu tahsil etmek içindir; ölüler uygun bir şekilde gömülmedikleri için ve simgesel evrendeki bir rahatsızlığın işareti olarak geri dönerler.[7] Susurluk olayında da ölülerin geri dönüşü söz konusudur. Demek ki, bu simgesel hesap görülmedikçe ölenlerin hayaleti bize musallat olmaya devam edecek. Ta ki uygun bir cenaze töreni düzenleyinceye ve bu travmayı tarihsel hafızamıza kazıyıncaya kadar. Bu ise, “adalet imkânı”na ve “gelecek olan demokrasi”ye karşı sorumluluk duymamızı gerektiriyor.

[1] Krş. S. Žižek, “Müstehcen Efendi”, Toplum ve Bilim, 70, Güz 1996, s. 69n.

[2] Krş. J. Derrida, “Force of Law: The ‘Mystical Foundation of Authority”, D. Cornell, M. Rosenfeld ve D. G. Carlson (der.), Deconstruction and the Possibility of Justice, Londra 1992 içinde, s. 42.

[3] W. Benjamin, “Critique of Violence”, Selected Writings, Volume 1: 1913-1926, Cambridge 1996 içinde, s. 243. Benjamin’in bu makalesini Derrida’nın yukarıdaki dipnotta anılan makalesindeki okuma ışığında tartışan bir kaynak için bkz. M. Mutman, “Yasa, Şiddet ve Adalet”, Birikim, Ocak/Şubat 1997, No. 93-94, s. 67-77.

[4] S. Žižek, The Metastases of Enjoyment: Six Essays on Woman and Causality, Londra 1994, s. 54-5. Burada göndermede bulunduğumuz teorik kaynaklarda yasanın formüle ediliş biçimlerine ilişkin önemli bir hatırlatmada yarar var. Žižek’in resmi kamusal yasa ile onun yazılı olmayan, gizli süperego desteği arasında yaptığı ayrım ile Benjamin ve Derrida’nın yasa koyucu şiddet ile yasa koruyucu şiddet arasında yaptığı ayrım arasında önemli farklar vardır. Birincisi yasayı “yasa-suç-evrenselleşmiş suç olarak yasa” üçlüsü şeklinde Hegelci bir diyalektik ekseninde kavramsallaştırırken, ikincisi yasanın yinelenebilirliği, karar verilemezliği ve edimselliğine dayanır. Bu tartışma için bkz. S. Žižek, For They Know not What They Do: Enjoyment as a Political Factor, Londra 1991, 1. Bölüm.

[5] Žižek, For They Know not What They Do: Enjoyment as a Political Factor, s. 59n.

[6] Tanıl Bora, “Komplo Zihniyetinin Örnek Ülkesi Türkiye”, Birikim, 90, Ekim 1996, s. 42-4.

[7] S. Žižek, Looking Awry: An Introduction to Jacques Lacan through Popular Culture, Londra 1992, s. 23.