Manisa İşkence Davası: Şaşıramamanın Tedirginliği

Manisalı çocuklara işkence yapan polislere karşı açılan davada, hiç değilse bu davada, polislerin mahkûm olması kaçınılmaz görünüyordu. Bu davayı başka davalardan ayıran pek çok öge vardı. Kamuoyunu oluşturanlar, yani medya bu davayla ilgiliydi.

Savcı, başka pek çok olaydan farklı olarak bu olayda dava açmakla kalmamış, üstelik kötü muamele suçlaması yerine işkence suçlamasıyla dava açmıştı. Başka pek çok davadan farklı olarak, bu davada yeterli kanıt da vardı. Örneğin, başka Tabip Odalarından daha etkin çalışan İzmir Tabip Odası, çocukların işkence gördüğünü belgeleyen bir alternatif rapor hazırlamıştı.

Davanın sonucu konusundaki beklentileri belirleyen, yalnızca kanıtların durumu ve medyanın ilgisi değildi. Polisleri yargılayan aynı yargıç, daha önce çocukları da yargılamış, çocuklara karşı tek kanıt olan kendi ifadelerinin, hukukî yollardan alınmadığını (yani ifadelerini işkence ya da baskı altında verdiklerini) belirleyerek beraatlerine karar vermişti. Dolayısıyla yargıcın bu davadaki kanaati de belliydi.

Ardından, savcının suçlaması değişti. Suçlama, nedense daha düşük ceza gerektiren kötü muamele suçlamasına dönüşüverdi. Kanıtlar aynıydı; savcı aynı savcıydı. Değişen ne savcıydı, ne kanıtlar, ne sanıklar, ne de yargıç. Geçtiğimiz haftalarda, kamuoyunun ilgisini çeken insan hakları davalarında başka bir değişikliğe daha tanık olmaya başlamıştık. Metin Göktepe, Gazi Mahallesi ve Diyarbakır Cezaevi davalarının yanı sıra, Manisa davasında da hızlanma olmuştu. Duruşmalar arasında birkaç aylık aralar olmasına alıştırılmıştık. Birdenbire bu aralar, birkaç güne kadar düştü.

Bu, komplo teorilerinin yanıltıcılığını onlarca yıldır öğrenmiş olması gereken bize, abartılan bir yaklaşımın her zaman da yanlış olmayabileceğini anımsatmalıdır. İşkence sistematik, mi “münferit” mi tartışmalarında, farklı yerlerde farklı kişilerce aynı yöntemin uygulanması örnek gösterilir. Farklı davalarda, farklı savcı ve yargıçlarca benzer tutumların sergilenmesiyle bir kez daha karşılaşıyoruz. Bu tesadüften fazla bir şey olsa gerektir.

Davalar arasındaki araların uzunluğu, işkence ve katliam davalarında özel bir önem taşıyor. Türkiye’de yasal zaman aşımı, suçun niteliğine değil, öngörülen cezaya göre hesaplanıyor. İşkence davalarında zaman aşımı süresi on yıldır. Böylece işkencenin, hattâ işkencede ölümün (kanıtlamakla yükümlü görevlilerin tüm çabalarına rağmen) kanıtlanabildiği ve faillerin ortaya konabildiği davalarda bile (örneğin Behçet Dinlerer davası), ya dava ya da ceza, zaman aşımına uğrayageldi. Elbette bu, “münferit” bir durum değildi. İşkencecilere sağlanan dokunulmazlığın mekanizmasının aslî ögelerinden birinin işleyişiydi söz konusu olan.

Öyle görünüyor ki, bu kez yeni bir mekanizma devreye sokuldu. Bugün zaman aşımına doğru ilerleyen davalar çoğunlukta olmakla birlikte, iç ve uluslararası kamuoyunun ilgilendiği davalardaki hızlanma, bu davalarda çelişkili ve kuşkulu kanıtların birbiri ardına ortaya konması gibi gelişmeler, bu kez dokunulmazlık mekanizmasının başka türlü kurgulanmakta olduğu kuşkusunu doğuruyor.

Arjantin’de kaçırıldıktan sonra kaybedilen işçi, öğrenci ve aydınların katilleri hakkında yapılan işlemler anımsanırsa, dokunulmazlık mekanizmalarının yeknesak olmadığı görülecektir. Arjantin’de “sivil” hükümet, cuntanın çizdiği hukuksal-siyasal çerçevede işbaşına gelmesinin ardından, öncelikle Mayıs Meydanı Anneleri’nin davasına sahip çıktığını ilân etmişti. İşkenceci ve katil subaylara karşı açılan davalar orduyu rahatsız etmeye; davaların uzaması, kanıtların ortadan kaldırılması Anneleri rahatsız etmeye başladıkça, bu kez de ortaya hızla yeni kanıtlar dökülmeye başlandı. Kamuoyu, bir bilgi bombardımanı yaşıyordu. Her gün toplu mezarlar, itiraflar ortaya çıkıyordu. Böylece kamuoyu, kaybedilenlerle ilgili hukuksal sürece ilgisini kaybetti. Ardından da, “Emre İtaat” yasası çıkarılarak, suçlamalar kaldırıldı.

Arjantin hükümeti için sorun, kaybedilenler “sorunundan” şu veya bu şekilde kurtulmaktı. Bu da, orduyu rahatsız etmeden, kamu yaşamında huzursuzluk yaratmadan yapılmalıydı.

Bugün Türkiye hükümeti de, kamuoyunun ilgisini çeken katliam ve işkence davalarından bir şekilde kurtulmak istiyor. Manisa davasında, belki biraz da bu yüzden, hızla adaletin yerini bulması, vicdanların bir ölçüde rahatlatılması bekleniyordu. Avukat Sema Pektaş, dava sürecinin, az rastlanır bir tarzda, olağan sürdüğünü, alıştırıldığımız davaların aksine olağan bir sürede karar aşamasına geldiğini, mağdurların duruşmalarda örselenmediğini vurguluyor.

Avrupa hükümetlerinin ve devletler arası örgütlerin Türkiye’de işkencenin ve dokunulmazlığın azaldığı kanısına varmak istediği bir dönemde, yani tam da hükümetin istediği sonuca varmaya hazır olduğu bir dönemde, hükümet açısından da rasyonel görünen, bu davada “adaletin gerçekleşmesi”, üstelik de makûl süre içinde gerçekleşmesiydi. Oysa çocuklara karşı açılan davada beraat kararı veren yargıcın kendi kararının oluşturduğu kanıta karşın polisler için de beraat kararı verebilmesi; üstelik de, bu kararı vermek zorunda kaldığını ima etmesi, hükümetin hiç de böyle bir niyeti olmadığını gösteriyor.

Belki de bu kararda bir pervasızlıktan, savcının ve yargıcın kararlarını da belirleyen “sistematik” bir pervasızlıktan söz etmek gerekiyor. Duruşmaya nihayet katılan polislerin rahatlıklarını, meydan okumalarını, “yaptık ve yapacağız” diyen yüzsüzce gülüşlerini (buna gülüş denmez elbet) belirleyen bir pervasızlıktan. Kesin olan tek şey, bu pervasızlığın münferit olmadığı...

Hazır sistematik olandan söz edilmişken, Manisa davasının altını çizdiği başka “sistematik” olgulara da değinmek gerekiyor.

İşkencecilere karşı açılan davalardan pek azı, Manisalı çocuklara işkence yapan polislerin davası kadar ilgi gördü. Bunun çeşitli nedenleri olabilir: Bir milletvekili, Sabri Ergül, işkenceye tanıktı. Tanıklığı tartışılmaz bir kişinin tanık olduğu ilk işkence olayı buydu belki de. İşkence söz konusu olduğunda, kanıtlanması gereken, işkencenin yapılmadığıdır; yoksa yapıldığı değil. Ama öyle görünüyor ki, kanıtları mağdurdan bekleyen yalnızca savcı ve yargıç değil.

Kanıtlama yükünü mağdura bırakan tavırda, bir istenç söz konusu: Bu da inanmama istencidir. Ne savcıların, ne yargıçların, ne hekimlerin, ne gazetecilerin ne de yurttaşların Türkiye’de sistematik işkence olmadığını düşünmeleri beklenebilir. Her işkence savına, genellikle kuşku duyulmaksızın bakılır bu ülkede. Ama bu savın ardına düşmek ayrı bir şeydir. Savın doğruluğunu kabullenmek, işkenceye karşı bir şeyler yapmayı gerektirir.

Öyleyse sorulması gereken, kişilerin, inanmayı ve bu inancın gerektirdiği eylemlerde bulunmayı niye istemedikleri, niye seçmedikleridir. Türkiye hükümetini işkenceci diye niteleyen bir yabancıya karşı protesto faksları çeken kişilerin, işkencecilere ve onları aklayanlara karşı niçin aynısını yapmadıklarını sormak gerekir.

Görüşünü belirlemek ve protesto etmek için bile arkasında hükümet desteği olması gereken bir insan tipolojisinden söz ediyoruz demek ki. Öyleyse savcının ve yargıcın vicdanından, yükümlülüklerini nasıl yerine getirip getirmediklerinden ve kendilerine sunulan kanıtlara nasıl baktıklarından önce, bu türden kişiliğin nasıl bir vicdana sahip olduğuna, yükümlülüklerini nasıl tanımladığına vs. bakmak gerekiyor.

Bu bir umutsuzluk reçetesi değil. Şaşıramamanın verdiği bir tedirginlik yalnızca.

BÜLENT PEKER