Sharon Chiorazzo ile Söyleşi: Parçalanan Topraklar, Parçalanan Kimlikler

New York Üniversitesi Siyaset Bölümü doktora öğrencisi Sharon Chiorazzo, 1985 yılından bu yana Filistin sorunuyla ilgileniyor. 15 senedir çeşitli aralıklarla Kudüs ve Batı Şeria’da yaklaşık bir buçuk yıl kalmış. Bunun yanı sıra yine aralıklarla Gazze ve Beyrut’ta kalmış olan Chiorazzo Shatila’daki sığınmacı kamplarından Eylül ayında döndü. Oslo sürecinden sonra Filistin’deki sivil örgütlenmeler üzerine master tezi yazmış olan Chiorazzo’nun çalışması oldukça ilgi görmüş ve ödüllendirilmiş. Aynı zamanda uzun yıllardır Filistin’in haklarını savunan Filistinli ve Amerikan NGO’larında aktivist olarak çalışmış Chiorazzo, Filistin sorununun ve çözümsüzlüğünün, kolonyalizmin günümüzdeki kapitalist ilişki süreçlerine yeniden eklemlenmiş, dağılıp toplanmış uzantısı neo-kolonyalizmden kaynaklandığı görüşünde. Başka pek çok esas kategori yanında kapitalist süreçler ve üretim ve dağılım ilişkileri olmadan Filistin sorununun anlaşılamayacağını düşünüyor ve “o gün” gelene kadar ele geçireceğimiz eylemliliklerin hiçbirinden vazgeçmememiz gerektiğine inanıyor (AE).

• Şatila’daki sığınmacı kamplarında kaldığım Beyrut’tan yeni döndüm. Bölgede bulunmamın amacı kamplarda yaşayan Filistinlilerin durumunu gözlemlemek ve Filistinlilik kimliğinin geri dönülmez bir biçimde çok parçalı olduğu düşüncesi etrafında örgütlediğim bir araştırma projesine başlamaktı. Bu çok parçalılığın birden fazla tarihsel nedeni vardı. Bildiğiniz gibi Filistinliler önce 1948’de bölgede İsrail devletinin kuruluşuyla (ki sadece bu olay 750.000’den fazla Filistinli sığınmacının kamplarda ya da başka devletlerin sınırları dahilinde yaşamaya başlamasının başlangıç noktasıydı), daha sonra da literatüre Arap-İsrail savaşı olarak geçmiş ama aslında Filistin-İsrail savaşı olarak tezahür eden 1967’deki ikinci darbeyle -ki bu savaş esnasında yukarıdaki rakama kimisi işgâl altındaki topraklarda yaşayacak, kimisi ise dünyanın dört bir yanına dağılacak en az bir milyon sığınmacı daha eklenecekti- tarihsel yerlerinden edileceklerdi. Çalışma esnasında kimlik meselesinden tamamıyla uzaklaşmamakla birlikte Lübnan’da devletsiz olarak yaşayan Filistinlilerin ekonomik ve hukuki şartlarıyla ister istemez ilgilenmek gerektiğine kanaat getirdim ve yaptığım çalışmanın ekseni biraz kaydı.

Şatila dışındaki kamplarda da bulundun mu? Kamplar arasında ne gibi farklar vardı?

• Güneydeki Sur şehri etrafındaki Al-Bas, Raşidiye ve Burg El-Shemali kamplarını da ziyaret ettim. Hepsinde de durum aynıydı: İş yok, doğru dürüst bir ekonomi yok, en küçük umut görülen imkânda gençler mekânı ya terk ediyor ya da bir gün önlerine iyi bir kaçış imkânı çıkacağı hayaliyle yaşıyorlar. Özellikle El-Fetih’in çok güçlü olduğu (ki özellikle Lübnan’da diğer örgütlerin adı pek işitilmiyor) Raşidiye’de her köşe başında Filistin askerleri var. Kampların dışında Lübnan ordusu bulunuyor. Kamplara ulaşabilmek için önce Lübnan kontrol noktasından daha sonra Filistin kontrol noktasından geçiliyor. Bu kamplarda Najdeh Örgütü üyesi işçilerle röportaj yaptım. Najdeh, Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe (DFLP-Democratic Front for the Liberation of Palestine) Örgütü’nün programlarının bir uzantısı olarak kadın emeğini değerlendirme çalışmalarını kotarıyor, örneğin dikiş nakış grupları gibi. Örneğin dikiş-nakış grubundaki insanlar çok az paralara uzun saatler çalışıyorlar. Bu kadınların pek çoğu, ayda 300 dolardan az bir parayla ailelerini geçindirmek zorunda. Aralarından bazıları ayda sadece 50 dolar kazanıyor. Yine bu kadınların çoğunun kocası ya İsrail’e karşı direniş hareketi esnasında ya da kamp savaşlarında olduğu için, kadınlar ailenin tek gelir sağlayıcısı durumundalar. Lübnan neredeyse Amerika’nın birçok yeri kadar pahalı ve Najdeh gibi örgütlerin varlığı insanların az da olsa nefes almasını sağlıyor.

Reşadiye’den sonra Burg El-Shemali kampını ve orada çalışan iki Najdeh ofisini ziyaret ettim. Reşadiye’de iki, El-Bas’ta ise bir tane daha Najdeh ofisi var. Burg Shemali’deki ziyaretlerimizden birinde Najdeh’in örgütlediği bir video prodüksiyon dersine konuk olduk. Halihazırdaki 2 video gösterici bir kameraya sahip sınıfın hocası, Najdeh dışındaki bağışlardan gelen para kaynaklarının kuruduğunu söyledi. Şimdilik bütün varlıkları Najdeh’in toparlayabileceği paraya bağlı. Burası da diğer kamplar gibi iş yok, para yok, özellikle gençler kaçacak yer arıyor. Video dersinin hocası kendisini şanslı sayıyor, zira bir işi ve stüdyosu var. Ancak öğrencilerinin çoğunun okul bittikten sonra Lübnan’da kalmaları halinde iş bulamayacaklarını söylüyor, çünkü Lübnan vatandaşlığı alana kadar Lübnan’da çalışmaları yasak. Yine de öğrenmekten vazgeçmiyorlar. Sonunda iş bulmaları neredeyse imkânsız olsa da bütün Filistinli gençler üniversite eğitimi almaya çabalıyor.

Kamplardaki sağlık şartları oldukça kötü, Lübnanlı olmadıkları için herhangi bir sağlık sigortasına tâbi değiller, eğer yeterince paraları yoksa sağlık hizmeti alamıyorlar. Başağrısı ve mide ağrısı gibi durumlar haricinde insanlar eğer zengin değillerse tedavi olamıyorlar. Tabiî sığınmacı nüfusun kişi başına geliri Lübnan ortalamasının oldukça altında olduğu için böyle bir şey de söz konusu değil.

Peki ya Filistinli doktorlar? Onlar ne yapıyorlar?

• Filistinli doktorlar da aynı durumda. Lübnan’da Filistinli doktorların bile yasal olarak çalışmasına izin verilmiyor. Onlar da ya Filistin Kızılay’ı (PRCS-Palestinian Red Crescent Society) ya da UNWRA için oldukça düşük ücretlere ya da gönüllü olarak çalışıyorlar. Örneğin Reşadiye’deki kampın başhekimi ve PRCS’in başkanı Dr. Salah El-Ahmed, Lübnan’daki Filistinlilerin sağlık şartları hakkında ayrıntılı bilgi vermediyse de PRCS’in FKÖ tarafından kamplardaki Filistinliler için sağlanan yegâne resmî sağlık hizmeti olduğunu söyledi. Yine El-Ahmed’ten aldığım bilgiye göre, PRCS kamplarındaki çoğu sorunu çözebiliyorsa da, kamplarda başgösteren büyük tıbbi operasyonlar gerektiren vakaları tedavi edemiyorlar. Ancak daha sonra kamplarda konuşacağım kadınlar, El-Ahmet’in sözlerini doğrulamıyorlar. Sanırım aradaki fark El-Ahmed’in otoritenin ağzından konuşuyor olmasından kaynaklanıyor. Çünkü kampta yaşayan kadınların aktardığına göre PRCS vizite başına 5000 Lübnan pound’u talep ediyor ve bu yüzden kamp sakinleri ihtiyaçları olduğunda eğer yakınlarında UNWRA varsa, ücretsiz olduğu için orayı tercih ediyorlar. Kaydolmamış sığınmacıların ise tek şansı PRCS ve eğer 5000 Lübnan pounduna sahip değillerse tedavi edilmiyorlar.

Son kriz tırmanmadan önce kamplardaki sığınmacıların “barış süreci”nden beklentileri neydi? Ya da olumlu bir beklentileri var mıydı?

• Herkes, belirsiz bir geleceği bekliyor. Bekliyor dediysem de öyle kimsenin nefes nefese umutlandığı filan yok, 52 yıldan sonra barış sürecinin ne anlama gelip gelmeyeceğini iyi biliyorlar. Lübnan’daki Filistinlilerin önünde az seçenek var, tabiî bunlara “seçenek” demek ne derece doğru o da ayrı bir tartışma konusu. Belki 15-20 yıl sonra aralarından bazıları halihazırda ara ara İsrail devletine sunulan ve her seferinde reddedilen “aileleri birleştirme” ya da başka türlü planlarla kaybettikleri topraklara geri dönebilecekler. Her ne kadar 1989 tarihli Taif Antlaşması sığınmacıların Lübnan’da daimi olarak yerleşmesine karşıysa da belki kimilerine Lübnan vatandaşlığı verilecek. Aslında böyle bir ihtimalin tartışma dahilinde olması bile çok ironik. Filistinliler bu hakkı istedikleri için değil elbet, çünkü onların asıl istedikleri topraklarına dönmek, zira bu sığınmacılık tarihinden herkes kendince bıkmış, ancak durumlarının iyileştirilmesi sorumluluğunu kimsenin hele de bu duruma bariz bir şekilde sebebiyet vermiş İsrail’in kılını kıpırdatmayıp topu her seferinde başkalarına atması nedeniyle ironik. Lübnan’ın ise Filistinlileri ekonomik ya da siyasî toplumun ya da herhangi bir millî siyasetin parçası haline getirme planı yok. Bir yandan 16 yıllık iç savaştan çıkmış Lübnan’ın ekonomik durumu içler acısı ve Lübnanlılar zaten pek dar olan iş pazarından Filistinlilere pay vermek istemiyorlar öte yandan ne kadar temelsiz olursa olsun, iç savaştan Filistinlilerin varlığını sorumlu tutan bir kesim de var. Oysa oldukça yüksek eğitim düzeyleriyle Filistinlilerin Lübnan ekonomisine katkısı büyük olabilir, ancak Lübnan ekonomisinin pastasını da Lübnanlılar değil, Suriyeliler yiyor olunca böyle bir ihtimali kurmak daha zor oluyor.

Yine de Filistinlilerin Lübnan ekonomisine dahil edilmemelerinin tek nedeni Suriyelilerin varlığı olmasa gerek, yanılıyor muyum?

• Uzun vadede Filistinliler Lübnan ekonomisinin güçlenmesine katkıda bulunabilirler elbet ama -gerçek ya da hayal- eski deneyimleri nedeniyle, Lübnanlılarda yabancı düşmanlığı başgöstermiş durumda, bu da Filistinlilerin ekonomide güçlenmelerinden duydukları korkuyu pompalıyor. Ayrıca başka bir neden de din olabilir. % 80’i Müslüman % 20’si Hıristiyan olan Lübnan’da temsiliyet 1943’teki demografik rakamlar temelinde oluşturulan Meclis’e uymuyor. Ne olursa olsun bu bölünme çoğunluğu Sünni Müslüman olan 350.000 Filistinlinin nüfusa dahil olmasına izin vermiyor. Zaten Hıristiyan-Müslüman yüzdeleri dışında Müslümanlar arasında da sorun var, Şii Müslümanlar Sünnilere oranla çok daha az temsil ediliyor. Dolayısıyla inanç ayrımı ve güçlenebilecek bir Filistin cemaatinden korku, Filistinlileri dışarıda bırakıyor. Savaşın bitmiş olması da bunu değiştirmiyor. Bir de tabiî büyüklük kompleksi içinde kendini yitirmiş Suriye’nin Lübnan’ın kontrolünde daha fazla söz sahibi olmak gibi bir arzuları her zaman var, zira onlara göre Lübnan ve Filistin ayrı ülkeler değil, “Büyük Suriye” hayalinin bir parçası.

Tahmin edebileceğin gibi, Filistinliler, Lübnan parlamentosunda temsil edilmiyorlar, onları temsil eden bir grup da yok, Lübnan vatandaşı olmadıkları sürece seçimlere de katılamıyorlar. Kısacası Filistinliler, Lübnan’ın “istenmeyen kişileri.”

Kampları ve kamp dışındaki Filistinlileri kim yönetiyor? Finansal kaynakları nerelerden sağlanıyor?

• Kamplardan ve kamp dışındaki Filistinlilerden yine Filistinliler sorumlu. Aslında Filistin iktidarı öncesinde Batı Şeria ve Gazze’de de böyleydi durum ve daha verimliydi. Bunun örgütlenmesi Lübnan hükümetinden bağımsız olarak sağlanıyor. Lübnan hükümeti sorumluluk almamak için kontrolden kaçınıyorsa da bu örgütlerin çoğu Lübnan yasalarına göre illegal örgütler, ancak Lübnan NGO’su olarak kaydolmuş olanlar yasal sayılıyor.

Kamplarda faaliyet gösteren örgütler eğer El-Fetih yanlısı değillerse Filistin hükümetinden yardım görmüyorlar. Sembolik de olsa El-Fetih’in Raşidiye gibi yerlerde taraftarı olması aslında anlaşılır bir şey; çünkü El-Fetih üzerinden olmadığı takdirde kamplarda iş bulmak mümkün değil. Dolayısıyla zaman zaman insanlar iş bulabilmek için siyasî görüşlerine pek uymasa da başka seçim şansları yok. Zira Arafat, Amerika ve İsrail’den çıkma “barış süreci” senaryosu hâlâ geri dönmeleri için bir umut ışığı yakabilmiş değil ve çaresizlik kamplardaki Filistinlilerin boynundaki ilmeği gün gün daraltıyor. Her şeye rağmen aralarında hâlâ bağımsız bir Filistin devletine ve kendileri için daha iyi olacak bir anlaşmanın ihtimaline inananlar var. Ama bu görüşte olanlar sayıca oldukça az.

Son olarak, Lübnan’daki Filistinlileri nasıl bir gelecek bekliyor?

• Lübnan’da yaşayan Filistinli sığınmacıları bekleyen gelecek hangi senaryonun altına yazılsalar oldukça korkutucu bir gelecek. Zira başlarına ne geleceğini hiç kimse tam olarak kestiremiyor. Lübnan hükümetinin, Filistinliliklerinden vazgeçerek Lübnan vatandaşlığı almak isteyen Filistinlilere adam başı 25.000 dolar, başka bir ülkenin vatandaşlığına geçerek bölgeyi terk etmek isteyenlere 50.000 dolar vermeyi düşündüğüne dair söylentiler dolaşıyorsa da bunun önündeki en büyük engel yine din. Filistinlilerin olası bir Lübnan vatandaşlığı için mücadele etmesi gerekiyor, kaldı ki, Lübnanlıların çoğunun bu konudaki düşüncesi kesin. Filistinlilerden bir kerede ve mümkün olduğunca az Filistinliyi topraklarında barındıracak şekilde kurtulmak istiyorlar. Lübnan ekonomisi bu durumdayken bu kadar parayı nereden bulacağı da başka bir soru. Neticede Lübnanlılar 1995’te Libya’dan sınırdışı edilen Filistinliler meselesinde açık ettikleri gibi, kimsenin sığınmacısını almak istemiyorlar. Zaten Filistinlilerin de Lübnan’da kalmak gibi bir dertleri yok, ama gidebilecek yerleri de yok. Sığınmacıların durumları konusunda kimse sorumluluk kabul etmek istemiyor. Ehud Barak’ın yazın yapılan “barış” görüşmelerinde sığınmacıların durumuna ilişkin ahlâki ya da yasal herhangi bir sorumluluktan hâlâ kaçınıyor olması da bunun bir göstergesi. Amerikan senatosu Filistinli sığınmacıların yerleştirilmeleri projesi için 15 milyar dolar ayırmayı tartıştıysa da karar senatodan geçemedi. Tabiî bütün bu olan biten arasında, kendi tarihî toprakları dışında başka bir yere yerleştirilmeyi zaten istemeyen Filistinlilerin ne hissettiği kimsenin umurunda değil.

Ortalıkta dolaşan söylentilerden biri de Lübnan’ın önümüzdeki 10-15 yıl içinde kampları dağıtıp, sığınmacılardan tamamen kurtulmayı planladığı. Filistinliler, 16 yıllık iç savaştan sonra yeni yeni düzene girecek Lübnan ekonomisi ve gelişme planlarında bir engel olarak görülüyorlar. Peki o zaman nereye gidecekler? Belki Irak’a gidecekler ve Irak Kürtlerini yerlerinden edecekler. Böylece sırtlarındaki düşmanlık yüküne bir de etnik düşmanlık ekleyecekler. Yahut daha önce olduğu gibi Danimarka, Avustralya ya da belki Güney Amerika’ya yerleşip vatandaş haline gelecekler. Yaser Arafat öncülüğündeki Sulta sayesinde Batı Şeria ve Gazze’deki varlıkları onlara taleplerini dillendirecekleri bir kimlik sağlayacak ve belki de çoğu zaman El-Fetih saflarında olup olmamaya göre içeride ya da dışarıda kalacakları bu kimlik de tıpkı toprakları gibi bütünlüklü olmayacak.