Yönetişim ya da Neo-liberalizmin Siyasi Düzeni

“Yönetişim” terimini duymayan var mı? Günümüzde, dünya ekonomisini yöneten belli başlı kuruluşların düzenlediği metinler arasında bu terimin ardarda geçmeyenini bulmak zordur. Ellerinde asgari düzeyde kamu hizmeti ve iktisadî egemenlik kalan Güney ülkelerine yöneltilen eleştiriler çerçevesinde IMF “iyi yönetişim”den söz ediyor. Yerel yönetimlerde, neo-liberal saldırıdan sonra yok olan kamu hizmetlerine özel teşebbüsün, derneklerin, toplulukların talip olmasıyla yönetişim yerel renklere bürünüyor. Bazen de yönetişim bir hükümet tekniği olarak -hükümetin öznesi olsun, nesnesi olsun- ortaya çıkıyor ve “yönetebilirlik” adını alıyor. BM süper güçlerin yürütmeleri ve çokuluslu şirketlerin yönetim kurullarından oluşan, adını telaffuz etmeye cesaret edemediği bir dünya hükümeti kurmayı teklif ederken, “global” ya da “küresel” “yönetişim”den söz ediyor.

Genelde, bu yeni sözcük kendilerine “hükümet” diyemeyen hükümet biçimlerine tekabül ediyor. Bu hükümet biçimleri kendilerine “hükümet” deseler, diktatörlüklerle benzerlikleri gözler önüne serilecek. Dolayısıyla, bu bir edeb-i kelamdır ve her edeb-i kelam gibi, bir şeyi, o şey ortaya çıkacak olursa kuyruğu sıkışacak bir düzen adına gizler. O şeyin ne olduğunu birlikte göreceğiz.

I. TERİMİN KISA TARİHİ VE ANLAMLARI

a) Chicago Okulu’nun iktisadî “emperyalizm”i: Her şey, uzun yıllar önce, Amerika’da başladı. Ronald Coase, bir işletmenin içindeki işbirliği ilişkilerinin, mal ve hizmetlerin işletmenin dışından elde edilmesinin getireceği işlem maliyetini (sözleşmeler, pazarlıklar, kontroller, kalite normlarının tanımlanması, en iyi fiyatların aranması vb.) bertaraf etmeyi sağladığını keşfetti. Bundan, işletmenin varoluş nedeninin aslında bu işlem maliyetlerini bertaraf etmek olduğu sonucuna vardı. Coase, böylelikle, işletme içinde, randıman yönünden çözümlenebilir olsa da, ticari mübadeleye indirgenemeyen bir işbölümü olduğunu fark etti. Neoklasik iktisat için, bu zamana dek, kapalı bir kutu olan işletme kavramı, işlem maliyeti hesabı sayesinde karşılaştırmalı yarar ve randımanın genel mantığına yeniden dahil edildi.

Bu yeni perspektifin temellerini sergilediği “The Nature of The Firm” başlıklı makalesinde, Coase daha 1937’de neo-kurumsalcılığın temellerini belirtmişti: toplumsal ve siyasî ilişkileri, tarihi (North, Williamson) ve elbette işletme içi sosyal ilişkileri, tamamen iktisadî deyimlerle (neoklasik iktisadın genel yöntemine uygun olarak, randıman ve etkililikle) yorumlayan bir toplumsal düşünce. Bu yeni yaklaşım, “iktisadî emperyalizm” adını alıyor, çünkü neoklasik iktisadın yöntemini sosyal bilimlerin bütününe yayıyor.

1970’lerde, bu okul çerçevesinde, işletme yönetişim’inden (corporate governance) ve yönetişim yapılarından (governance structures) söz edilmeye başlanmıştır. Özellikle, Oliver Williamson’ın eserinde, işletmenin iç politikasını, yani işletme bileşik bir bütünse iç protokollerini, değilse ve mal ya da hizmet taşeronluğu söz konusuysa sözleşmeleri, geçici ortaklıkları, norm kullanımlarını, kısacası her iki düzlemde de etkili eşgüdümler sağlayabilmek için kullanılacak araçların tümünü belirtmek üzere kullanılmıştır. Bu, siyasetin, iktisadî emperyalizm terimleriyle yeniden yorumlandığı metaforudur. Kurumsalcı iktisatçılar, işletmenin içinde ve dışında iktidar ilişkilerinin farklı randıman mekanizmalarıyla ilgilenirler. Bu, daha sonra, Fordizmden Toyotizme, Toyotizmden modern “ağ halinde iktisat”a geçişte temel olacaktır. Bu ilk aşamada, yönetişim siyasetin metaforudur, insanların kâr amacına yönelik olarak idare edilmesi olarak tanımlanan siyasetin.

b) Yerel yönetiminde yönetişimin yansıttığı belirsizlikler: İkinci önemli aşama, yönetişimin kamusal bağlama geçişidir. Yönetişim kenti kuşatmaktadır (urban governance). Kentsel yönetişim, başlangıçta, Thatcher dönemi İngiliz belediyelerinin, kentleri, köklü kesintilere uğrayan bütçelerle yönetme denemelerinin sonucudur. Bu denemeler, bir çelişkiyi de içinde barındırır. Burada, kamu hizmetlerinin kısılması ve özelleştirilmesiyle, toplumsal dokunun parçalanmasına ve dışlanmaya karşı popüler sınıfların gösterdikleri direnç ve dayanışmayı birleştiren bir siyaset söz konusudur. Başka bir çelişki de, neo-liberal olsun, solcu olsun, belediyelerin özelleştirmeleri ve vatandaşın katılımını “vatandaşa yakın” yönetim biçimleri olarak sunmakta hemfikir olmakla birlikte, “sivil toplum”un farklı, hattâ zıt yönlerine yakın durmalarıdır. “Refah” devletinin yerel yönetim düzeyinde gerçekleşen moleküler krizi, yerel iktidarları sorumluluklarını kamu kudretinden başka bir şeye, ortalığı magma gibi kaplayan ve “sivil toplum” diye adlandırılan şeye devretmeye itmektedir.

Yönetişim metaforu, böylece bir adım daha ilerler. Madem ki, toplumsal ihtiyaçları iktisaden makûl (cost-effective) bir şekilde karşılayacak etkili siyasî araç kıtlığı çekilmektedir, o halde yerel yönetim düzeyinde işletme yönetişim’ine başvurulmalıdır. Bu modern iktisadî perspektif şunu demektedir: madem ki kamuya yönelik hizmetlerin kamusal idaresinin maliyeti içte “aşırı” boyutlara ulaşıyor, o halde bu maliyet dışarı taşınmalı ve özel sektörle sivil topluma yüklenmelidir. Böylelikle bir taşla üç kuş vurulur: kamu giderleri azaltılır, özel sektörün kârı arttırılır ve popüler sınıfların kamusal alana dahil işlerin idaresine müdahale marjı büyük ölçüde ortadan kaldırılır. İşletme siyaseti, siyasetin bütününü abluka altına almadan önce, yerel yönetim düzeyinde siyaseti istila eder.

c) Küreselleştiren ve küreselleşen yönetişim: Devlet düzeyinde, sosyal devletin ve Fordist meşrûiyetin yaşadığı kriz, “sivil toplum”un doğrudan müdahalesinde ortaya çıkıyorsa, finansal iktidarın ulusal norm ve yasalardan bağımsızlaşmasının, büyük işletmelerin işlerini dünyanın çeşitli bölgelerinde yürütmelerinin ve gezegen çapında mübadelenin ve iletişimin gelişmesinin “küreselleşmeye” delalet ettiği devletüstü düzeyde de aynı şey karşımıza çıkacaktır. Küreselleşmiş iktisat ve maliye, 1970’lerden bugüne, gezegendeki hükümetlerin çoğunun (Pinochet bu konuda öncüydü) tüm üretim faktörlerini -işgücünün istisna olmak için direndiğini belirtelim- liberalleştirmek için benimsedikleri sürekli ve henüz sonu gelmeyen siyasî önlemler dizisinin sonucudur. Bu önlemler, Üçüncü ve Birinci Dünya’da, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik alanlarındaki kamu harcamalarının “istikrara kavuşturulması”nı ve enflasyonla mücadeleyi öngören para politikası programları şeklinde belirir. Bu programlar, yatırımcıların güvenini korumaya yani yatırımlar ve borç tahvilleri için yüksek ve emin bir randımanı sağlamaya yöneliktir. IMF ve Dünya Bankası’nın bu önlemler bütününü ifade etmek için kullandıkları deyim “iyi yönetişim”dir.

İyi yönetişim, bu bağlamda, gittikçe sertleşen ve Orwellci bir tarzda “yoksulluğun azaltılması stratejileri” olarak adlandırılan yapısal uyumlama planlarının disiplinlice uygulanmasıdır.Doğal olarak, devlet sosyal politikalarını ve özkaynaklara dayalı kalkınma planlarını bıraktığında, toplumlara da önemli bir rol düşüyor. “Sivil toplum”un sürekli başvurulan aktörleri olarak, sistemin yıkıcı etkilerini yarım yamalak gidermeye çalışarak, sistemin dayanaklarından biri haline gelen Hükümet Dışı Örgütler ya da insancıl “iş”lerde çıkarı olan özel teşebbüs karşımıza çıkıyor.

Ulusal çapta, neo-liberal politikaların etkilerini örtbas eden ya da aslında çıkarına uygun olarak işleten yönetişime, gezegen çapında bu politikalarla koordineli, esnek bir tarzda eklemlenmiş küresel iktisadî yönetişim ekleniyor. Küresel iktisadî yönetişimin başlıca büroları arasında IMF, Dünya Bankası, DTÖ, Dünya Ekonomik Forumu ve Avrupa Birliği kurumları bulunmaktadır. Bütün bu kuruluşlara ek olarak, gezegenin fiilî yeni hâkimleri arasında çokuluslu büyük işletmeler de bulunmaktadır. Bu çokuluslu şirketler, güçlü siyasî aktörlere dönüşerek, küresel iktisadî ve malî kuruluşlar aracılığıyla ya da tekbaşlarına devletlere isteklerini dayatabiliyor. Örneğin Monsanto, Brezilya federal hükümetine (Rio Grande de Sul Eyaleti dışında) hattâ Birleşik Devletler’e genetik olarak dönüştürülmüş ürünlerin ülkeye büyük miktarlar halinde sokulmasını dayatmayı başardı. Küresel düzeyde de, Kuzey ülkelerinde kalkınmadan sorumlu devlet organlarının yerini alan ve kalkınmaya hiçbir katkıları olmayan STK’lar, küresel, ulusal ve yerel yönetişim çerçevesinde “sivil toplum”un temsili/ikamesi temel rolünü yerine getiriyor. Rolleri muğlak: STK’lar, bir zamanlar sosyal işlevleri yerine getiren kamusal organları ikame etmek üzere -Friedman ve neo-liberalizmin klasik temsilcileri tarafından öngörülen “hayırseverlik” sistemi- neo-liberal düzen tarafından yaratılmışlardır. Bunun yanında, içlerinden bazıları, Güney halklarının ve alt sınıfların siyasî direniş biçimlerini yönlendirmek gibi önemli bir işlevi de yerine getiriyorlar.

d) Silahlanmış yönetişim: Küreselleştiren yönetişimin, giderek daha çok önem kazanan bir başka görünümü de askerî yönetişimdir. Kamusal olanla özel olan arasındaki sınırın kaybolması ve “sivil toplum”la işletmelerin müdahalesi burada da devrededir. Öncelikle, savaşın özneleri artık devletler değil, devlet koalisyonları, uluslararası kuruluşlar, STK’lar, sivil ya da silahlı siyasî topluluklar, hizmet arzında bulunan işletmelerdir. Her şey bir yana, ilân edilen bir savaş yoktur. Pek çok ülkenin anayasaları ihlal edilmekle kalınmıyor (“Batı”nın Irak’a, Yugoslavya’ya müdahalesi), uluslararası örgütlerin statülerine de uyulmuyor. Var olan en büyük askerî ittifak olan NATO’nun etkinlik çerçevesi artık tüm gezegendir ve müdahale saikleri aslen “insancıl”dır. Siyasî alanla askerî alan, barışla savaş, iktisatla insancıl eylem arasındaki kavram kargaşası randımana ve azami etkililiğe yönelmiş esnek yönetişim’ın göstergesidir. Öyle ki, bu düzende, siyasî bir mevkide bulunan hiç kimse izlenen amaçların ne olduğunu sormuyor. Yönetişim mantığında, tıpkı sermayeninkinde olduğu gibi, amaçlar meselesi gündeme getirilmiyor, zira önemli olan sadece araçlardır.

II. ANLAMLARIN BİRARAYA GETİRİLMESİ

a) İktisattan siyasete, iktisadın uşağı olarak düşünce: Özetleyelim: işlem maliyeti teorisini ve “emperyalist” modelin iktisadî rasyonalitesini siyasete uyguladığımız sürece, düne kadar kamu kuruluşları tarafından üstlenilen görevler, rekabet ya da gönüllülük kurumu bu görevlerin kamu eliyle yerine getirilmesinden daha az masraflı olduğu ölçüde sivil topluma ya da piyasaya geçecek. Özelleştirmelere ve kamu işletmeleriyle idareleri tarafından yerine getirilen görevlerin kamu sektörünün dışına çıkarılmasına egemen mantık budur. Bu görevler, piyasaya ya da toplumun gönüllü eylemlerine kalırsa, yerine getirilmeleri rastlantıya kalacak ve vatandaşın eskiden kamu kuruluşları tarafından sağlanan bazı hizmetlerden yararlanması, ödeme gücüne sahip talebin bir parçası olmasına bağlı olacaktır. Üçüncü Yolun kuramcılarının dile getirdiği gibi, toplum ve bireyler sorumluluklarını yüklenmeli ve sürekli olarak sırtlarını devlete dayamamalıdırlar. Ne de olsa bir “risk toplumu”nda yaşıyoruz. Giddens şunu diyor:

“Bireylerin haklarını ve sorumluluklarını toplumun bütününe ve siyasete dahil eden yeni bir toplumsal sözleşmenin olduğu çok daha etkin bir toplumda yaşıyoruz. Daha etkin bir şekilde yapılandırılmış toplumsal kurumlarda, insanların riske girmesini engellemek yerine, onları risk almaları için cesaretlendirmek istiyoruz. Risk yeniliğin temelidir ve yenilik de işletme ruhunun temelidir”. (15 Haziran 1999 LSE konferansı)

Yönetişim, siyasî kertelerin rolünün azaltılmasına paralel olarak “sivil toplum”un müdahaleye davet edildiği kamusal işlerin yönetilme biçimlerine gönderme yapıyor. Bu yerel, bölgesel, ulusal, küresel, askerî ve diğer tüm düzeylerde yapılabilir. Söz konusu olan, en yalın haline indirgenmiş bir hükümetin, çeşitli politikaların geliştirilmesi, uygulanması ve denetlenmesinde baskın bir rol oynayan bir “sivil toplum”u koordine edecek ya da yönlendirecek biçimde iş görmesidir. İdeal olarak, yönetişim kamu yararının ne olduğunu belirleyen kerte olarak devletin ortadan kaybolmasına ve yasal normlar yerine düzenlemenin esnek kurallarının ikamesine yönelmek zorunda olacaktı. Bu geniş siyasî programın bütününün sentezini yapmak için, yönetişim’ın propagandasında şimdiden bir klasik olan eserin başlığını kullanabiliriz: “governing without government”[1] Mistisizmde ya da olumsuz dinbilimde olduğu gibi sadece bir paradoks, yönetişimin gerçek özünü ifade edebilir. Ticaretten sorumlu Avrupa Komiseri Pascal Lamy’nin dediği gibi:

“Yönetişim kavramı, neyse ki, düşünceyi billurlaştırmak için yeterince sağlam, görüşleri yakınlaştırmak için yeterince esnek. Biraz arabanın vitesi gibi: olmazsa olmaz ama olduğunda da pek çok versiyonu vardır.”[2]

Bütün bunların, genç ve özgürlükçü bir havası var. Demokratik devletin, kişiler arasında birebir alışverişler alanıyla ikame edilmesinin daha büyük bir özgürlük ve daha çok inisyatif sağlayacağı izlenimi verilmeye çalışılıyor. Sorun şu ki, liberalizmin beyinlerimize nakşetmek istediği özgürlük fikri fazlasıyla naif. Özgürlük şiirsel bir doğal hale has ilk veri olarak sunulmakta ve devlet de özgürlüğün serpilmesinin bir engeli olarak görülmektedir. Yeni yönetişimci “özgürlükçüler”imizin hesaba katmadıkları nokta, yurttaşların hukuk karşısında eşit olduğu bir kamusal alandan türeyen meşrûiyetiyle, demokratik devletin şu an için yurttaşların eşitliğinin yegâne güvencesi olmasıdır. Başka her türlü plan ve özel olarak da sivil toplum planı -piyasa ya da işletme planına hiç girmiyoruz- eşitsizliğin ya da birilerinin başka birilerini tahakküm altına alma mekânıdır.

b) Neo-liberalizmin siyasî düzeni: Yönetişim olgusuna bakıldığında, hükümet etme şeklinde temel bir değişikliğe tekabül etmeyen, basit bir tarz değişikliğinden başka bir şey görülmez. Yönetişim iktisadî ve sosyal yaşamı esnekleştirerek devletin etkililiğini arttıracaktı. Hattâ Blairizmin kuramcısı Giddens’e göre, “demokrasiyi sosyal devletin yükünden kurtararak ve sivil topluma yaklaştırarak demokratikleştirmeye” yarayacaktı. Oysa, yönetişimin açıkça ilân edilen hedefleri şöyle bir incelense, demokrasinin temel kurum ve kavramlarıyla mutlak uyuşmazlığı görülür. Halk egemenliği, yasallık ilkesi, kuvvetler ayrılığı, bizzat yasa fikri, özel-kamusal ayrımı modası geçmiş düşüncelermişçesine terk edilmiştir. Yönetişimin az çok açık bir şekilde yol açtığı siyasî model değişikliği, amacı neo-liberalizmin son otuz yılda iradi bir şekilde yarattığı iktisadî ve sosyal gerçeklere, siyasî ve hukuki bir onay vermek olan gerçek bir kurucu sürecin niteliklerini taşıyor. Yere göğe konamayan yeni oluşumun özelliklerinden bazılarını inceleyeceğiz.

Şu anki Avrupa Komisyonu küresel yönetişimin tartışmasız lideri konumunda olduğu için, bu kurumsal tasarıyı sergilemek için Avrupa ve dünya yönetişiminin ideolog ve büyük aktörü Komiser Lamy ve Başkan Romano Prodi’nin halka yaptıkları “parlak” açıklamalar ve Komisyonun Avrupa Yönetişimi’nin Beyaz Kitabı’nın hazırlanmasında teorik olarak yararlanılan belge ve incelemelerden yararlanacağız. Bu metinler arasından sadece Avrupa’yı ilgilendirenleri eleyip, gezegen boyutuna taşınabilenleri tercih edeceğiz.

1. Kamusal-özel ayrımı: Kamusal ile özel alan arasındaki ayrım siyasî düzenin kurucu bir unsurudur. Buna göre, Cemaatin bütününü ilgilendiren (kamusal) işler ve bireyler ya da tikel toplulukları ilgilendiren (özel) işler vardır. Siyasî kararın çerçevesi kamusal çerçevedir, çünkü tüm cemaati ilgilendirir. Bir demokraside tüm vatandaşlar, bu kamusal alanda kollektif karar alma süreci üzerinde doğrudan etkilidir. Vatandaşlar her zaman yasanın eşit saydığı bireylerdir. Gerçekten ve doğrudan doğruya ya da dolaylı ve sanal olarak biraraya gelen bu vatandaşlar, bir demokraside iradesi yasa gücünde olan tek kollektif öznedir. Bu hiç kimsenin hiç kimseye boyun eğmemesini ama herkesin yasalara boyun eğmesini sağlar. Yönetişim, bu düzeni altüst etmiştir. Başkan Prodi diyor ki:

“Hiyerarşikleştirilmiş, ikincillik ilkesiyle ayrılmış kuvvetler şeklinde düşünmeyi bırakıp, farklı yönetişim düzeylerinin, politikaların oluşturulmasına, önerilmesine, uygulanmasına ve sürdürülmesine beraberce katılacağı bir ağ kurmayı düşünmeye başlamalıyız.(...) Avrupa’nın AB kurumlarıyla değil de, ulusal, bölgesel ve yerel makamlar tarafından yönetilmesini sağlamanın zamanıdır.” (15 Şubat 2000 Parlamento konuşması.)

Burada, farklı düzeyleri kapsayan, güçlü bir yataylıkla karşı karşıyayız. Bu yataylık açıkça ifade edilmeyen bir tarzda, egemenliğin ayrıcalıklarını, ikincilik ilkesini fevkalade demokratik bir biçimde uygulayarak daha alt mevkideki kamu makamlarına bırakmayı değil de, “sivil toplum”a yani özel ve tikel çıkarlara devretmeyi içerir. Avrupa yönetişimi Beyaz Kitabı konusunda Komisyonun çalışma programında açıkça belirttiği gibi:

“Yönetişimin tarifi, Avrupa organlarının işleyiş niteliklerini sorumluluğu, şeffaflığı ve etkililiği belirleyen kural, süreç ve tutumlardır. Bu yaklaşım, genelde Avrupa demokratik modelinin, özelde Komisyonun oynadığı rolün derinleştirilmesine tekabül eder. Zira bu yaklaşım, Birlik içinde, coğrafi, kamusal ve özel birçok düzeyde karar merkezlerinin çeşitliliğini dikkate alır.”[3]

Özel karar merkezlerinin kamusal karar merkezleri ile aynı düzlemde yer aldığı bir karar merkezleri çokluğu söz konusu olduğuna göre, yönetişim kuramcıları ve peygamberleri Avrupa demokrasilerinin laik geleneklerinden ayrılması demek olan, dinin kamusal yaşama geri dönmesinin ne tür zararlara yol açacağını görmemekteler.

“Modern çağda, dinle devlet işlerini ayrılığı, sarf edilen güzel sözlere rağmen, tekrarlandıkça göz ardı edilen, atlanan ve uygulanmayan bir doktrindir. Bu ayrılık, kamusal olanla özel olan arasındaki ayrımın bir görünümüdür. Devlet kamusal işleri taşeronlara devrettikçe ve özel örgütler politikaların oluşturulmasında giderek daha önemli bir rol oynadıkça silinen bir çizgidir bu. (…) Bu bağlamda, “örgütlü tinsellik” olarak tanımlanan dinin her alanda daha da belirleyici bir liderliğe soyunması çok mümkündür.”[4]

Ne Tahran’da ne de Kabil’deyiz. Ne kadar inanılmaz gelirse gelsin, Brüksel’deyiz. Ve bu bir ütopya değil, neo-liberalizmin şu anki siyasî yaklaşımıdır. Bush yönetimi, bu yakınlarda temel sosyal hizmetleri üstlenmesi için bir dizi dinî derneği finanse etti.

2. Sivil toplum: Kamusal ile özel arasındaki paravanları kaldırıp, halk egemenliği ilkesini başından savarak demokrasinin derinleştirileceği izlenimi veren sihirli bir terim “sivil toplum”. Sivil toplum, felsefe kökenli, “eğitimli” bir deyimdir. Hegel düşüncesinde, Evrensel’i ifade eden Devlet’in alanına karşı tikel çıkarları ifade eden alana tekabül eder:

“Sivil toplumda herkes kendisi için bir amaçtır, gerisi bir hiçtir. Yine de, bir başkasıyla ilişkisi olmadan amacına ulaşamaz. Diğerleri tikelin amaçları için araçtır.” (Hukuk Felsefesinin İlkeleri)

Yönetişim dilinde, bu terim kamuya yararlı görevleri yerine getiren özel topluluklarla (STK’lar, dini ya da laik yardım dernekleri…) piyasa arasında aracı bir gerçekliği tanımlamak için kullanılır. Gönüllülük idealizmi ve kâr yemi, neo-liberal devlet tarafından boşverilen sosyal vatandaşlığa ilişkin görevlerin yerini “etkili bir şekilde” doldurmak için birbirine eklemleniyor.

Sivil toplum, kamu organlarıyla yürütme görevini, özellikle de parlamentoyla yasama görevini bile paylaşmalıdır. Seattle’dan bu yana pek moda olan yönetişimin bazı “sol” versiyonlarında, sivil toplum piyasadan ayrı tutuluyor ki, bu da üç parçalı -devlet/siviltoplum/piyasa- bir iktidar sistemine götürüyor. Bununla beraber, sivil toplum teriminin, ondan söz eden iktidarın neyi uygun gördüğüne göre, bazen piyasa kavramını içerip (ki bu durumda sivil toplum terimi sosyo-ekonomik aktörlerin bütünüyle karıştırılacaktır) bazen dışlayarak, çok değerli muğlaklığını koruması esastır.[5]

Yönetişim sorumluları, STK’lar ya da sendika ve sosyal hareketlerin temsilcilerine indirgenen sivil toplumla dialog kurmayı önerdiklerinde, bildiğimiz şekliyle piyasa ortadan kalkıyor: Bu, piyasada ifade edilen çıkarların, genel çıkarı piyasaların ve sermayelerin çıkarları olarak sunan “kamu organları” tarafından toplam çıkar sayılmasının sonucudur. Buradan da, rekabetin artması, yatırımcıların randıman güvencesi, işgücü maliyetinin azaltılması gibi neo-liberal politikaların temel eksenlerinin toplumlarımıza amaç olarak dayatılması sonucu çıkıyor. Pek çok durumda, sivil toplum en göz önündeki kurumsal ifadesine indirgeniyor: STK’ların rolü bu yeni düzende temeldir. Seattle‘da AB’yi temsil ettiğinden beri, STK’ların karar alma süreçlerine sokulmasında ısrar eden Pascal Lamy’ye göre:

“STK’lar ve sivil toplum -örneğin kampanyalar, tanıtımlar veya sadece hukuki ve teknik destek gibi-, farklı faaliyet kanalları açıp, başka hiçbir yerde karşılık bulamayan yeni sosyal arabulucular sağlanması talebine karşılık vererek meşrûlaştırmaya katkıda bulunabilir.” (a.g.m)

STKların, sadece uluslararası finansal ve ticari kuruluşlarda değil, AB’de de demokratik olmayan bir durumu “meşrûlaştırmak” gibi bir işlevi var. Daha fazla demokrasi ve meşrûiyet için, karar alma ve normları uygulama sürecine STK’ları sokmak yeterli midir?

Bütün bu süreçte, yurttaşların bütünü olarak anlaşılan halk en büyük eksiktir. Yeni Düzen de zaten “örgütlerin örgütler tarafından örgütler için yönetimi”[6] olarak tanımlanıyor. Burada büyük bir paradoks göze çarpar: yönetişim demokrasiyi sivil topluma yayma iddiasındadır, ancak sivil toplum bireylerin yurttaş değil, tikel çıkarların basit vektörleri olduğu bir bütündür. Ancak egemen halkın bir üyesi olarak yurttaş olunabilir. Egemen iradenin ifadesi olan yasaları, özel çıkarların üzerine yerleştiren ayrıcalıklar, eşitsizliğe ve zayıfın güçlü tarafından ezilmesine karşı egemenin kollektif kişiliğine can veren vatandaşların sahip olduğu tek güvencedir. Dolayısıyla, neo-liberal yönetişimin sivil toplum lehine gerçekleştirdiği görünürdeki yetki “devri”, halkı egemenliğinden yoksun bırakmaya yöneliktir. Aslında burada söz konusu olan bir darbedir, sadece şimdilik kan akmamaktadır.

3. Aşırı Büyük, Fazlasıyla Karmaşık: Her iktidar varoluşunu meşrûlaştırmak için, uyruklarını, onu bilgi ve farklı bilme tarzları konusunda avantajlı olduklarına inandırır. Farklı dinler, yüzyıllar boyu, kendilerini, yorumu ince bir bilgiyi, hattâ Yaratıcı’nın ilhamını gerektiren bir vahyin emanetçileri olarak tanıtarak aynı şeyi yaptılar. “Sıradan vatandaş”ın toplumsal ve iktisadî gerçekliğin karmaşasını çözmekten aciz olduğu ve karar verme yetkisini bir karar vericiler kastına devretmekle yetinmesi gerektiği fikri, yönetişim düzeninin önemli bir ögesidir.

Avrupa ve dünya yönetişiminin sürekli tekrarladığı kelam şudur: birey bugün kendisini uydurmak zorunda olduğu, boyunu aşan bir gerçeklikle karşı karşıyadır. Parlamenter demokrasinin geleceği üzerine bir rapor yazan Tom Burns’e göre:

“Modern siyaset ve yönetişimde parlamenter sistemlerin giderek daha da marjinalleşmesinin başlıca nedenlerinden biri, Batı toplumlarının bir parlamentonun ya da yönetimin onları denetleyebilmesi ve gerekli bilgi ve uzmanlığı sağlayarak düşünüp karar vermesi için fazlasıyla farklılaşmış ve aşırı karmaşık hale gelmiş olmalarıdır. Günümüzde, siyasete dair sayısız konuşma, müzakere, kavramlaştırma ve uygulama alt-hükümetler çevresinde dahi politikalar hazırlayan binlerce ayrı kuruluşta, olup bitmektedir.” (a.g.m.)

Bu gerekçelerle, neo-liberalizmin yirmi yılda getirdikleri doğal kabul edilecek, kamuya ilişkin birçok karar ve politikanın özelleştirilmesi, yeni -belki de nihai- bir özelleştirmeler dalgasını da meşrûlaştıracaktır. Şu ünlü “karmaşıklık” bu yaygın özelleştirmelerin ve normlardan sapmanın sonucu değil de nedir? Avrupa Komisyonunun 1999’da düzenlediği Genval seminerinde aynı anlama gelen sözler sarf edilmiştir:

“Gelecekteki reformlar, sivil toplumun Avrupa siyasî sürecinden beklentilerini karşıladıkları sürece bir sonuca ulaşacaklar. Sorunların karmaşıklığı ve sivil toplumun çeşitliliği karşısında temsili demokrasi modeli artık yeterli bir ilham kaynağı değildir. Reform süreci mutlaka daha yenilikçi seçeneklere kapı açmalıdır.”[7]

Karmaşık olana, adına elbette “küreselleşme” denen ölçüsüz olan da eklendi. Küreselleşme tıpkı Yahudi-Hıristiyan Tanrısı gibi kendinden menkûl. Yaratık, sadece, bu yeni “gerçekliğin” yenilmezliği önünde eğilmeli. Oysa, bu gerçeklik, neo-liberalizmle geçen son otuz yıl boyunca malî ve iktisadî etkinliğin sistematik olarak normlarından saptırılmasının bir sonucudur. İnsanı aşan nedenlerden dolayı, demokrasilerimizin kamusal olanı üstlenmekten aciz olduğuna bizi inandırmak için her yol mübah. Komiser Lamy, küreselleşme için şunu buyuruyor:

“Sözcüğün tam anlamıyla, özgün olarak köklü bir güç yarattı. Avrupa’nın dışında olduğu gibi, içinde de egemenlik üzerinde, demokratik meşrûiyet ve sorumluluk meseleleri üzerinde ve özellikle, gerçek ekonomi ve gerçek kişiler üzerinde büyük çapta bir etkisi oldu.” (LSEkonferansı, 1 Şubat 2001)

Aşırı büyükle fazla karmaşık arasında kaybolan yurttaşlık, yeni bir düzende egemenliğinden olmayı kabul etmelidir. Bu yeni düzenin pek çok adı var: post-parlamenter yönetişim, katılımcı demokrasi (Porto Alegre’den gelen kahkahaları duyuyoruz) ya da hayranlık uyandıran tarihî bir anlamla “organik demokrasi”.[8] Her halükârda, yönetişimde iktidar, kararlarını siyasî çerçevenin ötesinde ve halk egemenliğine can veren kurumlarla halk egemenliğinden uzakta alıyor.

4. Parlamenter Demokrasinin ya da Kısaca Demokrasinin Ötesinde mi?: Halk egemenliği teorisi açısından, uzun söze gerek yok. Siyasî egemenlik halktan gelir. Kamusal nitelikte bir karar ya da norm, halk egemenliğini ifade eden organlar (üç kuvvet ama Montesquieu’nünküler) tarafından kabul edilmedikçe meşrû değildir, hele özel bir menfaat tarafından benimsettirilmişse hiç değildir.

Özel örgütlerden başka bir şey olmayan STK’ların, içeriği özel iktisadî çıkarlar tarafından belirlenen bir “yasama” sürecine müdahale etmeleri bir anlam ifade etmez. Küresel düzeyde, STK’lar, DTÖ, IMF, OECD ve NATO’nun demokratik meşrûiyetsizliğini “hafifletmek” gibi boşuna bir iddiayla, “sivil toplum” adına, “sosyal” ya da “insanî” işlerle uğraşmak üzere müdahale ettiğinde de aynı durum söz konusudur. Bu örgütlerde, özerkleştirilmiş yürütmeler, halkın vekaleti olmaksızın ve genelde Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’nda ya da Yugoslavya’ya karşı “savaş”ta olduğu gibi anayasal ilkeleri çiğneyerek ülkeleri adına karar alıyorlar.

Bu meşrûiyetsizliğin bilincinde olan yönetişimin Avrupalı taraftarları artık “Avrupa’nın demokratik iflası”ndan söz etmiyorlar, yönetişimin kutsal etkililik ilkesi adına meşrûluk kazandırmak iddiasındalar. Bunun için “girdi” (meşrûiyetin kökeni, demokratik meşrûiyet) ya da “output” (çıktı) ile bir çifte meşrûiyet teorisi geliştiriyorlar. (P. Lamy) Doğal olarak, “çıktı” meşrûiyeti, sonuçların ya da etkilerin meşrûiyeti, baskın çıkıyor. Komisyonun şu anki başkanı Prodi’ye göre, “Avrupa kurumlarının eyleminin etkililiği onun başlıca meşrûiyet kaynağıdır.” Bizzat Franco da, Weber ve Carl Schmitt’ten miras kalan bir mantıkla, görevlerin ifası üzerine kurulu bir meşrûiyete sahip kendi karizmatik Caudillo işlevi için de aynı cümleyi sarf ederdi. Kimse, bu “output legitimacy” teorisine uygun olarak yürütülen, İspanya’nın Franco döneminde yaşadığı ekonomik kalkınmayı ya da Hitler’in otoyolların inşası ve milyonlarca insanın yok edilmesinde gösterdiği etkililiği sorgulamayacaktır.

Sadece “çıktı meşrûiyeti” o kötü anıları canlandırmıyor, “girdi meşrûiyeti” de benzer kaynaklardan besleniyor. Etkililik bahaneleriyle meşrûlaştırılan parlamentarizm karşıtlığı, ilginç bir demokrasi formülüne varıyor: “organik demokrasi” de denen, “organik yönetişim”e. (T. Burns) Francoculuk tarafından 1950’lerden sonra kullanılan bu terim şimdi yönetişime has dolaylı katılım biçimini ifade etmek için kullanılıyor. Tom Burns’e göre:

“Dinamizm ve karmaşıklık artışına -parlamenter biçimlerin sınırlılıklarına ve yetersizliklerine- karşı yeni düzenleme ve yönetişim biçimleri türüyor. Sektöryel ya da tikel politikalarla ilişkili meselelere karışan menfaat topluluklarını kapsayan ve politikalara, alt-yönetimlere ve özel menfaat yönetimlerine müdahale eden sabit ağ ya da topluluklarla karşı karşıyayız. Bu biçimlerin tümünü organik yönetişim olarak adlandırdım.”

Özel menfaat yönetimleri de, diğer özel topluluk ya da ağlar gibi patronal kazanç bakımından kamu organlarından daha etkili yönetimlerdir ve böylece kurumlaşan neo-liberalizmin en eksiksiz ifadesi olarak görünmektedir. Böylelikle, “corporate yönetişim”ın (“birlikte yönetişim”in)evrenselleştirilmesine, halkı egemenliğinden yoksun bırakmaya hevesli ekonomik güçlerin tartışmasız hegemonyası altında özel olanın kamusala genel dönüşümüne geçiyoruz. Geriye sadece, bu ekonomik güçlere yeni siyasal çerçevede anayasal bir yer verip raşitik parlamentoların onlara kuralkoyma yetkisini tanımasını sağlamak kalıyor:

“Örgütlerin yönetişim içindeki rolünü tanımlayıp, düzenlemek için açık ya da aleni normlar belirleyen bir örgütler anayasasında örgütlerin yurttaşlığı kavramını açıklamalıyız.” (Andersen ve Burns, a.g.m.)

Toplumsal çoğunlukların ve temsilcilerinin yeni koşullarla başetmekteki yetersizliği göz önünde bulundurulunca, sadece toplumun “etkin kesimi”nin kamusal alana dair karar verme hakkına sahip olduğu yeni bir democratie “censitaire” ile mi karşı karşıyayız? Veya belki de sınıf diktatörlüğünün daha da hoyrat biçimleriyle? ’30’lu yıllara, hattâ 19. yüzyıla bir geri dönüş mü yaşanıyor? Kesin olan bir şey var ki, demokrasi kötü bir dönem geçiriyor.

SONUÇ

Yönetişim, neo-liberalizmle en uyumlu siyasî düzen tasarısıdır. Baştan beri, iktisadî alanı aşan bu hâkimiyet sisteminde her türlü siyasî riski bertaraf etmenin zamanı geldi. Eğer ÇTYA (Çok Taraflı Yatırım Andlaşması-MAI) ile kamu organları malî güçlerin diktasına teslim olduysa ve bu mali güçlerin çıkarlarını zora koşacak her türlü eylemden vazgeçtilerse, yönetişim daha da ileri gidecek ve toplumsal çoğunlukların seslerini duyurmaları olanaklarını -bu olanaklar ne kadar biçimsel olursa olsun- bertaraf etmek isteyecek demektir. Bunun için Katar’da toplanmak yetmiyor. Demokrasinin temellerini lağvetmek ve bunu genç ve özgürlükçü bir havayla yapmak gerekiyor, iktidarın sivil topluma devredilmesi tasarısı, vatandaşların siyasî katılımının gerçekleştiği kamusal alanın yok olması anlamına geliyor. Kamusal alan, piyasa ve sivil toplumdan oluşan özel alan tarafından dolduruluyor. Sivil toplumun bağrında gerçekleşen özel anlaşmalar ve pazarlıklar, yasa ve yasallık gibi eski püskü ıvır zıvırın yerini alıyor.

Montesquieu’nün geleneksel kuvvetler ayrılığının yerini Devletin tikel menfaatin iki ifadesine (bir STK’nın ya da bir sendikanın ne kadar meşrû olursa olsun tikel bir menfaati temsil ettiklerine şüphe yoktur) karşı durduğu bir üçlü alıyor. Bu resimde, hiçbir genel menfaati ifade etmeyen ve tikel menfaatler arasında barınmakla yetinmesi gereken devlet sadece bürokrasinin çok özel menfaatini temsil eder. Ancak bu Yeni Düzen’in yeni hiçbir yönü yoktur. Onyıllarca önce, temel tezleri Avrupa’da zaferden zafere koşuyordu:

“Bireyin özerk değerlerini ve örgütlü kollektif kişiliklerde (aile, köy, lonca…) kendilerini ifade eden pek çok bireye ortak olan değerleri desteklemek, geliştirmek ve korumak gerekir.[…]

Devlet siyasî ve hukuki düzenle ilgili temel görevlerine indirgenmelidir. Devlet, dernekleri yetki ve sorumlulukla donatmalı ve mesleki ve iktisadî loncalara Ulusal Teknik Kurulların seçimlerine katılma hakkını vermelidir. Dolayısıyla, şu anda parlamentoya verilen yetki ve görevler sınırlandırılacaktır. Parlamento devletin yurttaşı olarak, bireyle ilişkili sorunların ele alındığı yer. Devletin kendisi yüksek çıkarların korunduğu ve gerçekleştirildiği organ olacak, Ulusal Teknik Kurullar ise bireylerin üretici olarak farklı etkinlik biçimlerine ilişkin sorunlarıyla ilgilenecektir.”[9]

Daha az devlet, daha az parlamento, örgütlü kollektif kişilerin ve derneklerin özendirilmesi ve bunların normların oluşturulma sürecine katılımı: neo-liberal yönetişim budur. Tek büyük farkla, 1920’lerdeki öncüleri neyi nasıl söylediklerine biraz daha fazla özen gösteriyorlardı.

http://www.attac.org

(*) ATTAC üyesi yazar adını saklı tutmayı tercih etmiştir.

[1] Wolfgang H. Reinicke, Global Public Policy, Governing without government?, Brookings Institutions Press, Washington, 1998.

[2] “Küreseleşmenin olumsuzluklarına karşı özel sektörde ve kamu sektöründe iyi yönetişim” başlıklı seminerde Avrupa Ticareti Sorumlu Komiseri Pascal Lamy’nin sunuşu. 30 Ocak 2001, OSCE, Brüksel.

[3] Livre Blanc sur la Gouvernance Européenne. Approfondir la démocratie dans l’Union Européenne, Avrupa Komisyonu faaliyet raporu, SEC (2000), 1547/7, s.20.

[4] Harlan Cleveland ve Marc Luyckx, “Civilizations and Governance”, Governance and Civilisations başlıklı seminere sunulan tebliğ. Brüksel, 14-16 Mayıs 1998.

[5] Tom Burns, “The evolution of parliaments and societies in Europe: challenges and prospects”, European Journal of Social Theory 2 (2), Londra, s. 167-194.

[6] Svein Andersen ve Tom Burns, “The European Union and the Erosion of Parliamentary Democracy. A study of Post-Parliamentary Governance in The European une Union”, How democratic is it? der. Svein S. Andersen ve Kjell A. Eliasse, SAGE, Londra, 1996, s.229.

[7] Notis Lebessis ve John Peterson, Accroître l’efficacité et la légitimité de la gouvernance de l’Union européenne, Avrupa Komisyonu, CdP, Brüksel, 1999, s. 99-750.

[8] Tom Burns, The Future of parliamentary democracy: transition and challenge in European Governance, AB Parlamenterler Meclisi için hazırlanan rapor, Roma, 22-24 Eylül 2000.

[9] B. Mussolini, Punti programmatici del Partito Nazionale Fascista, 1921.