Sunuş

... ve insanlar... Hayır onlar insan değil. En kötüsü işte bu, biliyorsun; onların insan olmadıkları kuşkusu. Atlıyor, zıplıyor, dönüyor ve uluyorlar; yüzleri iğrenç ama aslında seni ürperten şey, sadece onların -senin gibi- insan oldukları, bu vahşi ve tutkulu curcunayla uzaktan akraba olduğun düşüncesi.”

J. Konrad, Karanlığın Yüreği

Bu sayı Afrika’yı Kara Afrika’yı tanıtmak, onun sosyo-ekonomik, politik durum ve sorunları hakkında bilgilenmekten ziyade, dünyanın kalanının ona yaklaşımını, tutumunu sorgulamak, bunun ne anlama geldiğini düşünmek, özetle Kara Afrika aynasında kendimizle, insan kimliğimizle yüzleşmek amacıyla hazırlandı.

Çünkü, siyahi olmayan dünyanın siyah Afrika’ya bakışı, bilgi, tutum ve düşünceleri “azgelişmişlik” gibi sosyo-ekonomik, “uluslaşamamış” gibi sosyo-politik, “animist” gibi kültürel-dinsel tanımlamaların içinde ifade edilebilenlerden ibaret değildir. Kara Afrika söz konusu olduğunda bu tanımlamaların hemen hepsi Kara Afrika(lı)yı insan saymakta zorlanan, fiiliyatta ancak insansı diyebilen zımni önkabuller veya bunların tortuları ile çevrili, yüklüdür.

En eski zamanlardan beri, siyah insanların varlığından haberdar olan halkların ve kültürlerin mitolojisinde, kimlik bilincinde “siyah adam” ilahi bir lanete uğramış olmanın ya da alt insanın simgesi olarak yer alır. Yani varoluşlarının o safhasında en fazla korkulan veya kopulmak, uzaklaşılmak istenen hali temsil eder. Bu halk ve kültürler uygarlık dünyalarına dönüştükçe o “siyahiler” simgesi yine aynı fonksiyonu yerine getirmek üzere, vahşilik, yamyamlık ve kölelikle özdeşleştirilir. Uygarlıkların ve onların zihniyet dünyalarını ören dinlerin kendi tipik, örnek insanında yasaklamaya, dizginlemeye, etik veya estetik bir forma büründürmeye çalıştığı, “hayvani” yanımızın, eğilimlerimizin uygarlaşmamış, doğal hali ve buna yüklenen ürperti utanç ve iğrenme duygusunun nesnesi de çoğu kez odur.

Modern zamanlara gelinceye kadar, evrensellik iddiasındaki dinlerin ve eşitlikçi hareketlerin bu algıyı ilke olarak reddeden söylemlerine, jestlerine rağmen, Kara (Afrikalı)’yı insan altı, tortusu veya insan öncesi sayan tutum, bizatihi onların bazı yorum ve uygulamaları içinde bile sürdü, hattâ yeniden üretilebildi. Bu kökleşmenin, vazgeçememenin o uygarlık dünyaları içindeki eşitsizlik uçurumlarına gerilmiş bir ağ işlevi gördüğü pekâlâ ileri sürülmelidir. Asıl 18. yüzyılda modern uygarlığın istilasına uğrayacak Kara Afrika’dan, ana vatanlarından koparılmış, hemen tümü de “uygar dünyalı”ların köleleri olan siyahiler, bulundukları toplumun en alt, en sömürülen kesimlerinde, her şeye rağmen insan oldukları, insan suretindeki Afrikalılardan, bu köle olarak yaratılmışlardan üstün statüde oldukları duygu ve tesellisini vermekteydi.

Ancak, önemle belirtilmelidir ki; modern öncesi zamanlarda “uygar dünya”ların siyahilere ilişkin o ön kabulleri ne denli pekişmekte olursa olsun, bu dünyaların sınırları içinde kalan, Kara Afrika’nın sadece kenar bölgelerinde hissedilen bir şeydi. Ötede aşılmaz çöllerin, tropik ormanların ve okyanusların “koruması” altındaki Kara Afrika da bunlardan habersizdi. İçlerinden kimilerinin bizzat kendi renkdaşları tarafından yakalanıp köle tacirlerine satıldığını en aşağılık muamelelere tâbi tutulduğunu biliyor olsa da; kıyılarda yaşayanlar 17. yüzyıl sonlarından itibaren dev yelkenlileri, akıl almaz silahları ve azametli giysileriyle beyaz adamların sahillerine çıkmaya başladıklarını, önünde durulmaz bir güç ve şiddet müfrezesi gibi iç bölgelere dalıp, ganimetlerle yüklü dönüşlerine sık sık tanık olmuşlarsa da; “uygar dünya” ile bu ilk yoğun temasın bile onların ruh ve düşünce dünyasını pek de sarsmadığını söyleyebiliriz.

Çünkü, binyıllardır, içinde yaşadıkları tropikal çevrenin, başka hiçbir yerle kıyaslanamaz bir devingenlikle kendini yenileyen; karşı konulamaz binbir esrarengiz güçle donanmış yekpare dev bir organizma duygusu, fikri veren doğasında şekillenen Kara Afrika’nın zihniyet dünyasında bu ürkütücü beyaz adamlar da bir tür doğal felaket ya da esrarengiz varlık-güç kategorisinde algılanır, Kara Afrikalı’nın kendilik bilinci sarsılmaz, parçalanmazdı.

19. yüzyıl ortalarından itibaren hızla olan budur. Dört bir koldan başlatılan “Afrika’nın keşfi”; üzerinde konuştuğumuz bağlamda ele alındığında; Afrikalı üzerinden “uygar dünya”nın tüm çıplaklığı ile ırkçılığı, kendi ırkının üstünlüğü, fikrini, dahası sadece bu “ırk”ın mükemmel insan olmaya layık yaratıldığı tezini, tüm bunları yaparken de siyahilerin insan sayılamayacakları, insan altı ya da tortusu gibi bir şey olup, diğer insan ırklarının da siyahlığa yakınlık ölçüsünde aynı sıfatlardan nasiplenmiş addedileceği ön kabûlünü keşfi oldu asıl. 1853’te İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme’sini yazdığında Gobineau, pek dikkati çekmemişti ama, on-on beş yıl sonra C. Rhodes, Büyük Göller havzasını siyahi halkı “idari katliamlar”a tâbi tutarak sömürgeleştirir. Belçika kralı Leopold, Kongo ormanlarının en az yirmi milyon tahmin edilen nüfusunu on beş yılda yedi sekiz milyona indiren eşi görülmemiş bir vahşetle Kongo’yu milliyetine katarken, daha güneyde Fransa sömürgelerine milyonlarca kilometrekare daha ekler, Alman sömürge keşif kolları geç kalmanın telaşıyla Afrika sahillerine koşuyorken, Avrupa’nın sosyal bilim-felsefe ve kültür alanı da Taine’den Renan’a R. Kipling’den Rilke’ye, Nietzsche ve Spengler’e uzanacak bir dizi ünlü düşünür ve yazar da kendi üstün ırkları ile tam zıddını yerleştirdikleri siyahi ırk temalı çeşitlemeler yapmakta yarışıyorlardı birbirleriyle.

Modern-uygar dünyanın, bir süre sonra daha az uygar, modernleşmeye çabalayan toplumlara da ihraç edeceği siyasal düşünce akımlarının gerisinde olup, resmî literatürlerinde ara sıra açıkça dile getirilen bu ırkçı zihniyet, o dönemin uygar dünyası enerji ve dikkatinin büyük kısmını emperyalistleri arası rekabete, gelişme ve genişleme politikalarına ayırdığı için Avrupa milliyetçilikleri arasındaki sürtüşmenin gölgesinde kalıyor; milliyetçilikler de içinde geliştikleri modern Batı uygarlığının evrensellik iddiası ile yüklü diskuru içinde şekillendikleri, bu iddiayı şeklen de olsa taşıdıkları için giderek merkezlerine yerleşen ırkçılığın zihinlere saldığı kökler pek dikkat çekmiyor, dikkate alınmıyordu.

Evrensellik iddiasını gerçekten ciddiye alan enternasyonalist, sosyalist hareket ve akımların “dengeleyici” güç ve etkisi de eklenmelidir elbette buna. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Sovyet Devrimi ile bu “denge” altüst olmuşken tüm kıta çapında ırkçılığın çıplak, özerk bir siyasal hareket olarak ve yaygınlaşan bir popüler destekle ortaya çıkışı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden örtünerek “uygar dünya”nın şuur altına itilişi ve ’80’lerle birlikte bir kez daha “yabancı düşmanı” neo-Nazi akımlar, hareketler biçiminde “diriliş”i, “bilince çıkışı” modern uygarlık ile ırkçılığın ilişkisini, bu ikisinin birbirini besleme bağıntısının çok daha derinlikli biçimde düşünülmesini gerektirir.

Bunu düşünürken şüphesiz bu uygarlığın evrensellik iddiasını ciddiye alan, ırkçılığı reddeden yorum ve akımlarının zamanla önlenemez bir çöküntüye uğraması, marjinalleşmesi, fiilen millet-yurt-kalıplarına, evrenselci ögeler de taşıyan 19. yüzyıl milliyetçiliklerine benzer bir tutuma sığınabilmelerini de dikkate almak gerekiyor.

Bahsedilen ve biyolojik, antropolojik bir temelden yola çıkan bu ırkçılık ile marjinalleşen enternasyonalist akımları siyasal düşünce, zihniyet yelpazesinin iki ucuna yerleştirerek neo-liberalizmin egemen olduğu bir düşünüş, davranış ufku kuran postmodern uygarlığın alabildiğine iktisat ve teknolojiye yoğunlaşmış diliyle eşitlik inancı ve fikrinden olduğu kadar ırkçılıktan da arındırılmış bir dünya anlamına mı geldiğini de mutlaka irdelemeliyiz.


Aşkın karşıtı nefret, güzelliğin karşıtı çirkinlik, iyiliğin karşıtı kötülük değildir, duyarsızlıktır der bir düşünür. Buradan hareketle modern uygarlıkla sömürge-bağımlı toplumlar ve özellikle de Kara Afrika arasında her şeye rağmen bir duygu, fikir bağıntısını, ağır sömürü biçiminde bile olsa bir ilişkiyi, maddi alışverişi içeren bir aşk-nefret ilişki ve kutuplaşması olduğunu, postmodernitede ise bu ilişkinin neo-liberal zihniyetçe yerini duyarsızlaşmaya bıraktığını söyleyebiliriz.

Kara Afrika, neo-liberal uygarlık için artık giderek sömürülmeye -bile- değmeyecek birilerinin yaşadığı yer addedilme sürecinde gibidir. Bölgenin uygar dünya için hâlâ önemli altın, bakır, elmas, vanadyum gibi yeraltı zenginliklerine, değerli kerestelerine duyulan ihtiyaç orada yaşayan insanları tamamen yok farz etmeyi şimdilik önlemekte, ama uygar dünyanın ilgisi de giderek sadece bu hammadde akışının aksamaması ile sıkıca sınırlı hale gelmektedir. O akış aksamadığı sürece, bu akışın sızıntılarını kapışmak için kopan iç savaşlarla, salgın hastalık ve açlıkla kavrulan kıtaya, örneğin “içişlere karışmama” gibi saygınlık kokan bir ilke bahanesiyle kıllar kıpırdamadan sırt çevrilebilmektedir.

Bunu yaparken, çok değil kırk-elli yıl önce uygar dünyalıların sahibi olduğu maden işletmelerinde, plantasyonlarda, kölelikten de ağır koşullarda, başka yerlerde benzeri zor görülür gaddarlık ve aşağılayıcılıkta yöntemlerle yerli halkları çalıştırıyor iken şimdi durumun tamamen farklı olduğunu ileri sürebilir.

Gerekçesi de, şu anda aynı işletmelerin, iş koşulları geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde düzelmiş yerli işçi, teknisyen ve mühendisler istihdam eden ve bunlara sağlanan geçim imkânlarıyla çevrede bir refah adası gibi görülen, bir çalışanı olmak için can atılan kuruluşlar haline gelmiş olmasıdır. Kabile yaşantısının, derme çatma gecekondulardaki tarifsiz sefaletin, iç savaşlar ve salgın hastalıkların ortasında bunların birer “uygarlık anıtı” gibi durdukları dahi söylenebilir; modernizmin lafta kalan uygarlık taşıma “misyonu”nun nihayet şimdi mücessem halde olduğu pekâlâ iddia edilebilir.

Kapitalizmin, modern uygarlığın, aslında tüm bağımlı, periferik toplumlarla ilişkilerinde bir bileşen olan, ancak Kara Afrika’da çok daha belirgin ve başat olarak tezahür eden ırkçı tutumu, yaklaşımı şüphesiz o gayet kolay teşhis edilebilen biyo-kültürel haliyle sürdürülüyor değil günümüzde.

Olan, yalnızca o biyo-kültürel ırkçılığın işlevini, daha esnek ama ondan çok daha acımasız sonuçları olabilen bir ideolojiye bırakmış olmasıdır. İnsanı salt kazanç güdüsüne, nitelik, yetenek ve becerilerini paraya tahvil edebilme performansına indirgeyen, insanları bu performansın ölçütlerine göre tasnif eden kapitalist ideolojinin en katışıksız hali, neo-liberalizmdir bu ideoloji. Globalleşen ve hâlâ ileri endüstriyel toplumların damgasını taşımakla birlikte kozmopolitleşen sermaye için kültürel formuyla da olsa biyolojik-antropolojik ölçütlere dayalı bir ırkçılık bundan böyle ayakbağı sayılabilir.

Sermayenin, içinden teşekkül ettiği tarihsel sosyo-kültürel koşullar nedeniyle ulus-devlete, din ve milliyetçiliklere, sosyal devlet politikalarına vermek zorunda kaldığı “taviz”leri tek tek iptal ettirir hale geldiği; bütün insanî etkinlikleri birer para kazanma sektörüne, “business”e dönüştürdüğü, özetle toplumun piyasaya indirgenip siyaset (ve ideolojinin) de piyasaya endekslendiği bir insanlık durumuna doğru gidişin ivmelendiği bu “aşama”da; her tür düzen, işleyiş hiyerarşisini ırk, millet, din gibi bulanık, en azından subjektivizme açık kavram ve ölçütlere göre değil, “business”in buram buram hesap, bilim, teknik ve nesnellik kokan, yetenek ve beceriyi, rekabet (gücünü) ve randımanı (kazanç) çağrıştıran ölçütlerine göre kurmaya yönelebilir artık.

Kuşkusuz, 21. yüzyıla girerken yaşadığımız bu ilk safhasında söz konusu “yeni düzen”lerin -özellikle Kara Afrika’yı perişan etmiş olan -modern dönemin açık ırkçılık uygulamalarının yaratmış olduğu maddi, manevi, düşünsel manzarayı ve koşullarını veri alacak; hem de bu uygulamaların mantığını içeren strateji ve politikaları da bir süre devam ettirecektir. “Yeni düzen” “ihtiyacı”nın dillendirilmeye başlandığı esnada öne sürülen “medeniyetler çatışması” teorisi ve bu teorinin önkabullerini hazırlayan kültürel entite’lerin, eşdeğerliliği gibi görünüşte nötr ama aslında üstün-seçkin “kültür”lerin tahakkümünü izolasyonist politikalarla sürdürmesini salık veren postmodern tezler buna hizmet edecektir ve etmektedir.

Bu sayıda yer alan ve Kara Afrika’nın trajedisini, “makus talihi”ni fragmanlarla yansıtan yazılarda anlatılan vahşet ve sefalet manzaralarına, ölümcül ihtiyaçlara karşı “uygar dünya” otoritelerinin gösterdiği kan dondurucu duyarsızlık bu bağlamda yorumlanmalıdır ilkin.

Kara Afrika şimdi, deri renginden dolayı ya da hâlâ ilkel kabilelerin yaşadığı -hiç veya çok az, gelişebilmiş topluluklar olduğu için de değil, “insan malzemesi” olarak piyasa -business- açısından değersiz, yani sunabileceği emeğin niteliği ve karşılığı olan alım gücü kaale alınmayacak kadar düşük olduğundan dolayı “alt insan” kategorisine sokulmuş olmaktadır.

Elbette ki, topraklarının altında ve üzerinde olan zengin hammadde kaynaklarına “insan”ların ilgisiz kalması düşünülemez. Geçmişte o kaynakların işletilebilmesi için kırbaç ve kurşunla çalıştırılan, yüzbinlercesi telef edilen siyahi halka, bu işlevi nedeniyle ve bu işlevi yerine getirmesi için aşağılama duygusu ile yüklü de olsa bir “duyarlılık” gösterilmekteydi. Oysa şimdi o hammaddeler gelişmiş araç ve yöntemler sayesinde sınırlı sayıda bir yerli işgücü ile piyasaya sevk edilebiliyorsa; ne kırbaç ve kurşun kullanmanın ne de o sevkiyat koridorunun civarındaki ahaliye “duyarlı” olmanın gereği kalmış demektir.