Pinochet: Bir Diktatörün Muhtelif Ölümleri ya da Geçmişin Gölgesinden Kurtulmak

“1973 Darbesi sırasında, Şili’nin yeni askerî liderleri ellerinde fazla sayıda mahkûm olduğunu fark edince, akıllarına kendilerinin dâhice buldukları bir fikir geldi: En büyük spor sahamız olan Ulusal Stadyum’u dev bir toplama kampına dönüştürün! Birkaç ay sonra, binlerce muhalifin tutuklanarak işkence görmesinin, yüzlercesinin de sorgulanarak infaz edilmesinin ardından, yetkililer yerleri temizletip tribünleri boyatarak stadyumu yeniden halka açtı. Hakemler yeniden düdük çaldı, top yeniden sahaya düştü... ve futbol hayranları yavaş yavaş geri dönmeye başladı.

Darbeden on yıl sonra, sürgünden Şili’ye dönmeme nihayet izin verildiği zaman aldığım kararlardan biri de stadyuma gitmemekti ve kimi zaman ülkemde yaşadığım kimi zaman da onu ziyarete geldiğim sonraki yedi yıl boyunca da bu yeminime sadık kaldım. Demokratik zamanlarda pek çok spor karşılaşması izlediğim bu yere dönebilmem, ancak demokrasi geri geldiğinde gerçekleşebildi. İhtiyacım olan şey, stadyumu dönüştürecek, konuşulamamaktan kaynaklanan sözde normalliğini reddederek orada hâlâ yankılanan o korkunç acılarla yüzleşecek bir hareketti ve 12 Mart 1990’da, yani Pinochet’nin Cumhurbaşkanlığını Patricio Alywin’e bıraktığı günün ertesi, Şili halkı bu kurtuluş hareketini büyük Andlara karşı gerçekleştirdi. Yetmiş bin destekçi, yeni demokratik cumhurbaşkanının yenilenen ülkeyle ilk resmî karşılaşmasını dinlemek üzere stadyumda toplandı – ve Alywin ümitlerimizi boşa çıkarmadı. Konuşmasında, bu tribünlerde ve sahada yaşanan korkulardan söz ederek “nunca más”, bir daha asla sözü verdi. Ancak stadyumu ifritlerden kurtarma konusunda, bu konuşmadan önce yapılan toplu yas eylemi, onun sözlerinden çok daha etkili oldu.

Yetmiş bin erkek ve kadın, ordunun darbeden bir kaç gün sonra aşağıdaki yeşil sahada katlettiği ünlü protest şarkıcı Victor Jara’nın bir şarkısının varyasyonlarını tek bir piyanistin çalışını duyunca birdenbire sustu. Müzik sona erince, siyah etekler ve beyaz bluzlar giymiş, ellerinde desaparecidoslarının fotoğraflarının bulunduğu afişler olan bir grup kadın ortaya çıktı. Sonra kadınlardan biri -bir eş mi, kızkardeş mi, yoksa anne mi?- millî dansımız cuecayı yapmaya başladı; dansı yoğun bir yalnızlık duygusu taşıyordu çünkü eşli bir dansı tek başına yapıyordu. Bunu takip eden sessizliğin ardından, insanlar yavaş yavaş, kendiliklerinden müzikle birlikte alkış tutmaya başladılar; avuç içlerinin birbirine vuruşu öyle çılgınca ve sevecendi ki yakında bizi izleyen dağlara o kederi paylaştığımızı, bizim de geçmişteki bütün kayıp sevgililerimizle, bütün ölülerimizle dans ettiğimizi ve bir şekilde Pinochet’nin onları hapsettiği görünmezlikten kurtararak geri getirdiğimizi söylüyordu. Ve Şili Senfoni Orkestrası, sanki zamanın ötesinden bize cevap verir gibi, birden Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’nden korali ve Şili’nin sokak çatışmalarındaki direniş şarkısı olan, Schiller’in Neşeye Övgü’sünü, yani onun ‘bütün insanların yeniden kardeş olacağı’ kehanetinin şarkısını çalmaya başladı.

Yetmiş bin insanın ölülerini son yolculuklarına uğurlarken hep birlikte ağladığını daha önce hiç görmemiştim – ve bir daha asla görmek istemem. Ancak biz o gün kendimizi bu sözle anlatılamaz, acı verici göreve atamıştık: Önümüzdeki yıllarda Pinochet’nin işgal ettiği bütün alanları tek tek özgürlüğüne kavuşturmak.”[1]

O gün başlayan geçmişle hesaplaşma, daha doğrusu geçmişin hesabını sorma, yani Pinochet’nin şahsında somutlaşan acımasız diktatörlüğün kara gölgesini Şili toplumunun üzerinden kaldırma süreci hiç de kolay akmadı. Esasen “hafıza, ağır ve dolambaçlı bir süreçtir”. Umut ile umutsuzluk, başarı ile yılgınlık duygularının sürekli yer değiştirdiği bu süreç, Pinochet’nin ölümüyle yeni bir aşamaya girdi.

Pinochet’nin ölümü, pek çok Şilili için otuz üç yıllık bir kabustan uyanmak anlamına geliyor. Pinochet, sadece Şili’nin kabusu değildi; aynı zamanda Latin Amerika diktatörlerinin bir simgesi, hatta faşist cunta kavramının evrensel temsiliydi. Darbe öncesi hayatı ve kişisel özellikleri etrafındaki tartışmalar bir yana, darbeden sonra kısa bir süre içinde “kusursuz bir diktatör” haline geldi. 1974’te Devlet Başkanlığını resmen üstlendi, 1990’a kadar da öyle kaldı. “Haberim olmadan Şili’de yaprak kıpırdamaz” diyen acımasız bir diktatördü o.

Pinochet yönetimi, “iç düşman” olarak ilan ettiği muhaliflere karşı acımasız bir devlet terörü uyguladı; işkenceler, kaybetmeler, yargısız infazlar. Üstelik bu vahşet kampanyası sadece Şili’de yaşayanları değil, ülke dışında olanları da kapsadı. Örneğin Allende’nin Dışişleri Bakanı olan Orlando Letelier Washington’da, Allende’ye sadık generallerden Carlos Prats Buenos Aires’te otomobillerine konan bombalarla öldürüldüler. “Demokrasi arada bir kanla yıkanmalıdır ki, varlığını sürdürebilsin” diye açıklıyordu bu uygulamaları.

Pinochet, işkence uygulamalarını da açıkça savundu. Ona göre, ülkeye komünizm mikrobu bulaşmıştı, bu mikrobu yok etmek için işkence dahil her türlü yöntemi kullanmak gerekiyordu.

Büyük bir kısmı darbeyi izleyen haftalarda olmak üzere tahminen dört bin kişi katledildi; çok sayıda insan kaybedildi. Darbenin yapıldığı 1973 yılında yaklaşık yirmi bin kişi ülkeden kaçmak, sürgüne çıkmak zorunda kaldı. Askerî diktatörlük dönemi boyunca Şili’yi terk eden insanların sayısı bir milyon civarındadır. Doğrudan Pinochet’ye bağlı bir subay olan Arelano Stark’ın yönettiği infaz timlerinden oluşan “ölüm kervanları”, ülkenin bütün bölgelerini gezip daha önce göz altına alınmış yetmiş iki muhalifini öldürdü. Ülkenin kuzeyindeki çöllük bölgelerde ve Patagonia’da muhaliflerin acımasız işkencelere tabi tutulduğu toplama kampları kuruldu. Muhaliflerin bir kısmı işkencelerde hayatını kaybetti, bir kısmı da uçaklara doldurulup denize atıldı.

İnanılmaz bir şiddet ve zulüm uygulamasına sahne olan ve iç savaş benzeri bir durumun yaşandığı darbeden sonraki ilk haftaların ardından, askerî diktatörlük siyasal muhalefeti tamamen yok etmeye yöneldi. On binlerce insan göz altına alındı, binlerce insan sürüldü, yüzlerce kişi kaçırıldı. 1977’de artık her türlü direniş fiilen bastırılmış, muhalefet sindirilmişti. Askerî cunta 1990’da yönetimi devretmek zorunda kaldığında, arkasında binlerce ölü, on binlerce işkence mağduru, yüz binlerce talan edilmiş yaşam öyküsü bırakmıştı.

Yaklaşık 17 yıl süren Pinochet diktatörlüğü, sivil yönetimler arasındaki bir parantez, bir “ara rejim” değildi; hedefi, “Şili’nin yüzünü tanınamayacak hale getirmek” olan ebedi bir tahakküm projesiydi.

Bu proje, Şili toplumunda derin yaralar açtı. Pinochet yönetiminin mirası, sadece işkenceler, “kaybetmeler”, yargısız infazlar gibi insanlık suçlarından ibaret değildir; gelir dağılımında derin uçurum, yaygın yoksulluk, düşük ücretler, budanmış sosyal haklar, güçsüzleştirilmiş sendikalar, kuşatılmış sivil toplum gibi sosyal ve ekonomik yanları da var. Hizmet sektöründe örgütlü olan sendikalar konfederasyonu Cotiach’ın genel sekreteri Manuel Ahumada’ya göre, 1973’te Şili’de işleyen bir sosyal sistem vardı; darbeden 30 yıl sonra bugün Şili o sistemden birkaç ışık yılı uzaklaşmış haldedir. Sendikalarda örgütlü insan sayısı hızla düşmüş, toplu sözleşme yetkileri budanmış, iş güvencesi fiilen devre dışı bırakılmıştır. Emeklilik sisteminin özelleştirilmesiyle geniş bir kesim sefalete mahkum edilmiştir.

Darbe olduğunda Şili, diğer Latin Amerika ülkeleriyle kıyaslandığında gelişmiş, uzun sayılabilecek demokrasi geleneğine sahip, güçlü sendikaların ve etkili sol partilerin bulunduğu bir ülke olarak kendine özgü yollarla ve kendine özgü yapıda sosyalist bir düzen kurmaya çalışıyordu. Sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın diğer bölgelerinde de dikkatle izlenen ve tartışılan bir modeldi bu. ABD’yi ürküten bu deneme, Şili sağının ve sermaye çevrelerinin işbirliğiyle Pinochet önderliğinde tezgahlanan darbeyle durduruldu. ABD’nin desteklediği askerî cunta, Milton Friedmann’ın başını çektiği “Şikago Çocukları”nın hazırladığı reçeteleri uygulamaya soktu. Bu program, Unitad Popular’ın öngördüğünün tam tersi bir toplum modeline dayanıyordu. Şili, neo-liberal politikaların laboratuvarı haline getirildi. Latin Amerika’nın en güçlü sanayiine sahip ülkede mal ve hizmet piyasaları tamamen “liberalleştirildi”; Avrupa dışındaki en eski sosyal güvenlik sistemi özelleştirilip çökertildi, sendikalar ezildi. Böylece bütün dayanışma ağları yerle bir edilmiş oldu.[2]

Ve bütün bunlar hem Şili’de hem Şili dışında Pinochet’nin adı ve görüntüsüyle özdeşleşti. Gerçekten de Pinochet, benzeri diktatörlerden çok daha fazla sembol işlevine sahipti. Şilililerin zihnine görüntüsü ve ismiyle kazınmıştı. Sanki bütün şeytanlıkların tek sebebi ve faili oymuş gibi anıldı adı. Kurtuluş da, ondan kurtulmayla özdeşleşti pek çok insanın bilincinde ve bilinç altında. İnsanların bunun tuhaflığını bilmeleri de durumu fazla değiştirmedi. Dorfman da, bunlardan biri olarak, şöyle açıklıyor bu ruh halini:

“Evet, oydu. Suçlanacak birçok insanın da olduğunu, bu suçların ancak ona yardım eden binlercesi ve kayıtsızca duran milyonlarcası tarafından işlenmiş olabileceğini bilmeme rağmen. Pinochet’ydi, her zaman Pinochet oldu. ... Bunların sorumlusu Pinochet’ydi, benimle dönmeme izin verilmeyen ülke arasında, o iktidardayken artık yaşamamızın mümkün olmadığı normal yaşamlarımızla hepimiz arasında duran, her zaman Pinochet’ydi.”[3]

Bu sözlerden de kolayca anlaşılacağı gibi, “bu ülke Pinochet’ye saplanıp kalmış”tı.

Ölümünün duyulması üzerine bunu kutlamak için binlerce kişinin kendiliğinden sokaklara akması da bunun çarpıcı bir kanıtı. Bu anı ve bunun anlamını yine Dorfman’dan dinleyelim:

“Santiago tepelerinde dans edip duranların tekrarlayıp durdukları tek bir sözcük vardı ve o da gölge sözcüğüydü. Bir kadın, ‘La sombra de Pinochet se fue’ (Pinochet’nin gölgesi kalktı) dedi, sonra başka bir adam onun sözünü tekrarladı ve birden başkalarının ağzına yerleşti: Onun gölgesi kalktı, Pinochet’nin gölgesinden çıktık. Sanki bin vebanın laneti bu topraklardan silinip gitmiş gibi, sanki bir daha hiç korkmayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç geceleri helikopter sesleri duymayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç hava acıyla ve şiddetle kirlenmeyecekmiş gibi... Tiranın ölümünü kutlayanların (ki çoğu gençti) gözünde, Augusto Pinochet’nin fesat ve pişman olmak nedir bilmez kalbi çarpmaz olduğu zaman sanki bir şey kesin olarak, şatafatla kırılmıştı. Onlar -benim gibi- hayatlarını bu anı, artık büyümemiz ve ters giden her şey ama her şey için Pinochet’yi suçlamayı kesmemiz gereken bu anı, onun ufkumuzdan kaybolduğu bu anı, karanlığın kalktığı bugünü, ülkemizin sıfırdan başlamak üzere arınacağı bu Aralık ayını bekleyerek geçirmişlerdi.”[4]

Oysa Şili’nin Pinochet’nin gölgesinden kurtulma süreci çok daha önceleri başlamıştı ve Pinochet’nin şahsının çok ötesinde boyutlar içeren bir süreç olarak işliyordu. Bir siyasal figür olarak Pinochet’nin ve bir yönetim tekniği olarak askerî diktatörlüğün düşüşü, Soğuk Savaş’ın bitişinin arefesinde başlamıştı.

Ekim 1988’de “askerî yönetimin devam edip etmemesi” konusunda yapılan referandumda % 55 oranında “hayır” oyu çıkmış, yani Pinochet ilk siyasi yenilgisini almıştı. 1989’da seçimler yapılmış; Pinochet, bu seçimlerden galip çıkan Concentracion’un adayı Patricio Alywin’e 1990’da yönetimi devretmişti. Ancak Pinochet yönetimi, başta 1978 tarihli af yasası ve 1980’de referandumla kabul edilip 1981’de yürürlüğe giren anayasa olmak üzere pek çok yasal ve kurumsal tedbirle hem kendi mensuplarını hem de oluşturduğu sistemi güvence altına almaya çalışmıştı. Bütün bunlar geçmişle hesaplaşma sürecini de derinden etkiledi. Bunlara “demokrasiye dönüş”ten sonra seçimleri aralıksız kazanan Concertacion’un[5] aşırı temkinli ve uzlaşmacı tutumu da eklenince, Pinochet’nin ve diktatörlüğün koyu gölgesini kaldırma çabaları uzun süre etkisiz kaldı.

Pinochet diktatörlüğünün en büyük “başarısı”, Şililileri “toplumsal aktörler”den “tüketici müşteriler”e dönüştürmesi olmuştu. Vahşice uygulanan neo-liberal ekonomik program ve acımasız baskı politikalarının yarattığı korku, bu başarının temelini oluşturdu. “Bireysel kurtuluş” ihtirası, kamu yararı ve dayanışma duygularını çökertti. Diktatörlük, her türlü eşitlik düşüncesini boğdu, kolektif fantezileri parçaladı. Bu ise, “siyasal”ın temellerini tahrip etti. Geçmişle hesaplaşmanın yolu, bu demir kafesi kırmaktan da geçiyordu aynı zamanda.

Öte yandan, Concertacion’un siyasal programının ortasından bir kırmızı çizgi gibi geçen, adalet talebinden ve arayışından vazgeçmeyi istikrarın bedeli olarak sunan yaklaşım, geçmişle açık ve kapsamlı bir hesaplaşmanın, toplumsal gerilimi artıracağı korkusuyla temellendiriliyor ve “mutabakat”ı bir mitos mertebesine yükseltiyordu. Arzulanan dönüşümü sağlayan değil, bloke eden bu mutabakat baskısı, diktatörlüğe karşı yürütülen mücadelede öncülük yapan toplumsal kesimlerde ciddi bir pasifleşmeye yol açtı.[6]

Bütün bunlara rağmen, geçmişle hesaplaşma mücadelesi, yeni kuşak gençlik hareketlerinin de katılımıyla ayakta durabildi. Ancak süreç yavaş işliyordu; kazanımları da mütevazı boyutlardaydı. Sürecin hızlanması ve derinleşmesi için dışsal bir itkinin devreye girmesi gerekti. Pinochet’nin 1998’de Londra’da gözaltına alınması, bu işlevi gördü. Pinochet artık dokunulmaz değildi; dokunulmazlığını yitirmiş, gökyüzünden yeryüzüne inmişti.

Ancak Pinochet’in Londra’da gözaltına alınması Şili’deki bölünmeyi bir kez daha su yüzüne çıkarmıştı.

“Ülkenin bir kısmı milli gurur ve bağımsızlığa açık bir hakaret olduğu söylenen bu duruma öfkeli; daha büyük bir kısmıysa Pinochet’nin tutuklanışını çok gecikmiş olan nihai bir hesap, bir tür ilahi adalet olarak görüyor; bir çoğuysa rahatsız olmakla şüphede kalmak arasında, kalpleri onun yargılandığını görmek istediğini söylerken, mantıkları kaderimize dair böylesi önemli bir konuda kararın başka yerlerde, Madrid ve Londra’da verilmesinden endişeli, demokrasiye zarar gelebileceğini söylüyor.”[7]

İşin ilginç yanı, yandaşları Pinochet’nin tutuklanmasına tepki gösterirlerken, “kendilerini yabancıların saldırılarına ve sömürgeciliğe karşı ulusun savunucuları olarak ilan ettiler.” Sağ muhalefet, Şili’nin uluslararası planda küçük düşmesine ve egemenlik kaybı yaşamasına sebep olduğu gerekçesiyle hükümeti vatanı temsil edememekle suçluyordu. Oysa Pinochet’nin devirdiği Allende, Şili’yi uluslararası sermayenin ve emperyalist güçlerin tahakkümünden kurtarma iddiasıyla iktidara gelmiş ve iktidarı boyunca da bunun için uğraşmıştı. Pinochet ise, tam da bu “dış güçler”in, bugün kendilerinin dahi açıkça kabul ettikleri gibi, yardım ve desteğiyle darbeyi gerçekleştirmiş, on yedi yıl süren diktatörlüğünü de onlar sayesinde yürütebilmişti. Ama bunun bu “ulusalcılar” için bir önemi yoktu.

Sonuçta, Pinochet’nin gözaltına alınması Şili’de korku duvarının yıkılmasını tetiklemiş; söylemsel hegemonyanın hızla dönüşmesini sağlamıştı. Örneğin Pinochet’ye yakın siyasal partiler ve çevreler bile, diktatörlük döneminde uygulanan vahşet politikalarını ve işlenen suçları inkar eden veya nisbileştiren dili terk etmeye; Pinochet ve dönemi ile aralarına mesafe koymaya başladılar. Daha önceleri, gözaltına alınarak veya kaçırılarak “kaybedilenler”le ilgili haberleri, bize pek tanıdık gelen bir ifadeyle “sözde” diyerek aktaran sağcı basında bile, bir üslup dönüşümünün güçlü işaretleri ortaya çıktı.[8]

Şili’de de Pinochet ve askerî diktatörlük görevlileri aleyhine başlatılan soruşturmalar ve açılan davalar yağmur gibi yağmaya başladı. Pinochet’nin Londra’da gözaltına alınmasından sonra Şili yargısının harekete geçmesinin en önemli örneklerinden biri, 25 Şubat 1982’de vahşice katledilen sendika lideri Tucapel Jiménez olayıdır. Yaklaşık 17 yıl boyunca hiçbir hukuksal işlemin yapılmadığı bu olayda, Londra’daki gözaltının ardından soruşturma başlatıldı, sonra da subaylardan oluşan bir gruba karşı dava açıldı. Şili’nin darbe sonrası tarihinde bir ilk olan bu dava, Ağustos 2002’de sonuçlandı; katiller grubunun başı olan Carlos Herrera ömür boyu hapse, diğer subaylar da çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. İnsan hakları örgütlerinin, bu olayda Pinochet’nin de yargılanması gerektiği yönündeki talepleri ise karşılık bulmadı.

Ancak Pinochet hakkında başka ihlaller için yargısal süreçler işliyordu. Bunlardan biri de, Condor Operasyonu olarak bilinen Şili, Arjantin, Paraguay, Bolivya ve Brezilya gizli servislerinin 1970’lerde rejim muhaliflerine karşı birlikte gerçekleştirdikleri sınıraşırı kaçırma ve infazlardan dolayıydı. Pinochet, bu operasyondan tümüyle haberdar olmak, dokuz kişinin kaybedilmesinden ve bir kişinin öldürülmesinden doğrudan sorumlu olmakla suçlandı. Şili Yüksek Mahkemesi, 26.8.2004 tarihinde, Pinochet’nin dokunulmazlığının kaldırılmasına karar verdi. Bundan önce, Mayıs 2004’te de bir başka insan hakları ihlali iddiası kapsamında Pinochet’nin dokunulmazlığı kaldırılmıştı. Fakat her seferinde “yaşlılık” gerekçesiyle yargılanmaktan kurtuldu. Bununla beraber 13.12.2004’te Pinochet hakkında Condor Operasyonu çerçevesinde adam kaçırma ve öldürme iddiasıyla dava açıldı. Ancak bu dava da, bir başka mahkemenin “yaşlılık” gerekçesini haklı bulması nedeniyle durduruldu. Fakat aynı mahkeme, ABD’deki gizli banka hesapları iddiasıyla yürütülen soruşturmada Pinochet’nin dokunulmazlığını kaldırdı. Bu son olayda, ABD Senatosu’nun bir komisyonunun Haziran 2004’te açıkladığı bir araştırma raporunda, Pinochet’nin 1990-2004 arasında Washington’daki Riggs Bankası’nda 4 ila 8 milyon dolar arasında bir hareketlilik gösteren beyan edilmemiş bir hesabı olduğu belirtildi. Bunun üzerine Şili Devlet Güvenlik Konseyi, Pinochet hakkında vergi kaçakçılığı ve zimmet suçlamasıyla dava açılmasını tavsiye etti. Soruşturma, Pinochet’nin bütün ailesini ve 39 başka aileyi kapsayacak şekilde genişletildi. Pinochet’nin daha 1985’te, yani devlet başkanı olduğu sırada toplam 12 milyon dolar tutarında parayı aynı bankaya transfer ettiğinin anlaşılması üzerine, Kasım 2004 sonlarında Pinochet’nin malvarlığından 4.2 milyon dolara yargı kararıyla el kondu. Ocak 2005’te soruşturmanın, başka ülkeleri kapsayacak şekilde genişletilmesine karar verildi. ABD Senatosu komisyonunun bilgilerine göre, 2005 Mart’ına kadar yabancı bankalarda toplam 125 hesaptan oluşan ve en az 18 milyon dolar civarında paranın işlem gördüğü bir sistem sözkonusu. Yine aynı komisyona göre, para transferine başka ordu mensupları da katılmışlar. Bu skandal, Pinochet’nin itibarını, kendisini o zamana kadar desteklemiş olan çevreler nezdinde de ciddi biçimde sarstı. Böylece “vatanını karşılıksız seven ve her şeyi sadece vatanını düşünerek yapan dürüst asker” mitosu da çökmüş oldu. Bu da, Pinochet’nin “bir başka ölümü”ydü.

Aslında Şili’de yargısal süreçler, Pinochet’nin Londra’da gözaltına alınmasından bir süre önce başlamıştı zaten. 1997 sonunda, yani daha Pinochet başkomutanlık görevinden ayrılmadan önce 251 kişi hakkında, diktatörlük dönemindeki ihlallerden dolayı davalar açılmış, Pinochet’ye karşı da 17 kovuşturma başlatılmıştı. Pinochet’nin Şili’ye döndüğü 2000 Mart’ından sonra, bu kovuşturmalardan ceza almadan kurtulması, mahkemelerin yaşlılık dolayısıyla yargılanamayacağına ilişkin kararlar vermeleri sayesinde oldu. Yargı organlarının tutumundaki bu değişimin önemli bir nedeni buralardaki personel değişimiydi. Pinochet döneminde göreve gelen yargıçlar, zaman içinde emekliye ayrılmış, yeni gelenler de, değişen siyasal şartları hesaba katan bir tutum sergilemeye başlamışlardı. Örneğin bazı mahkemeler, af yasasının uygulanmasını, öncelikle fiilin aydınlatılmasına bağlayan yorumlar geliştirdiler. Başka bazı mahkemeler daha da ileri giderek, belli suçların affının uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle af yasasının geçerliliğini sorguladılar. Yeni yorum stratejileri arasında en etkili olanını ise, “kaybedilenler” konusundaki yaklaşım oluşturdu. Buna göre, cesetler bulununcaya kadar bu kişiler kaçırılmış sayıldılar. Bu durumda ihlal devam etmekte olduğu için, fiilin af kapsamına girmesi de, başlatılmış kovuşturmaların durdurulması da sözkonusu olamazdı.[9] Kuşkusuz bütün bunlarda sabırla yürütülen siyasal ve hukuksal mücadelelerin de önemli bir payı vardı.

Bütün bu girişimlere rağmen Pinochet, hiçbir zaman bir mahkeme kararıyla mahkum olmadı. Ancak Londra’daki zorunlu ikameti ve kendisine karşı Şili’de başlatılan hukuki süreçler, Pinochet’nin güç ve itibar kaybetmesine yol açtı. Hayatının son yıllarını bir gölge gibi geçirdi. Defalarca ev hapsinde tutuldu. Siyasal işlevlerini bir bir yitirdi. Bu, Pinochet’nin siyaseten ölmesi, “siyasal ölüm”ü anlamına geliyordu.

Pinochet diktatörlüğünün mağdurlarından biri olan Michelle Bachelet’nin başkanlık seçimini kazanması, Şili’nin Pinochet’nin gölgesinden kurtulma iradesinin son önemli göstergelerinden birini oluşturur. Allende’ye sadık bir general olan babası, darbeden sonra ilk tutuklananlar arasındaydı ve hapishanedeyken hayatını kaybetmişti. Bizzat Bachelet, annesiyle birlikte ünlü işkence merkezi Villa Grimaldi’de tutulmuş, serbest kaldıktan sonra da yüzbinlerce Şilili gibi sürgüne gitmek zorunda kalmıştı.

Şili’nin, Pinochet’yle özdeşleşen karanlık geçmişiyle hesaplaşmasının anlamı ve gereği konusunda Dorfman’ın söylediği şu sözler, benzer geçmişlere sahip toplumlar için de yol göstericidir:

“Toplum olarak, geçmişimizle yüzleşmek, o geçmişten kendimizi tamamen sıyırmak zorundayız; bu şekilde titreyerek acı çeksek dahi, birbirimizin gözlerinin içine bakarak gizlediğimiz gerçekleri söylememiz gerek. Korkularımızı ortaya dökmemiz, yaralı kurbanlarımızın acılarını hayatımıza sokmamız, yaşadığımız trajedinin sorumluluklarını üstlenmemiz, masumları öldürenlerin memuriyetten ve ordudan kovulmasını istememiz ve en azından bana göre en zor görev olarak, General Pinochet’nin tarihimizin ne kadar derininde yer etmiş bir parçası olduğunu, kimliğimizdeki derin ve korkunç bir şeyi temsil ettiğini görmemiz gerek. ... Hiç kimsenin bizim yerimize yapamayacağı, ne İngilizlerin ne de İspanyolların bizi kurtaramayacakları bir görev.”[10]

Şili toplumu, umut kırıcı pek çok gelişmeye ve acı verici pek çok tecrübeye rağmen geçmişiyle hesaplaşma talebinden hiç vazgeçmedi. Gerçi Londra’daki gözaltı olayı gibi “dışsal” görünen bir faktör umutları ve mücadeleyi canlandırmıştı; ama umutların ve mücadelenin ayakları Şili’deydi. Bütün bunlarla birlikte Şili, bugün geçmişle hesaplaşma bakımından Latin Amerika’nın model ülkesi olarak bile nitelenmektedir. Çünkü askerî diktatörlük yaşamış başka hiçbir Latin Amerika ülkesinde insan hakları ihlalleri bu kadar ayrıntılı aydınlatılıp belgelenmemiş; bu kadar ordu mensubu yargılanıp cezalandırılmamış; mağdurlara bu kadar tazminat ödenmemiştir. Şili tecrübesi, diktatörlüklerle hesaplaşmanın, bu konuda mücadele yürütenlerin enerji ve kararlılığına, toplumsal ve siyasal şartlar ile güçler dengesindeki değişimlere bağlı uzun ve dolambaçlı bir süreç olduğunu, her bir aşamadaki sonuçların da mutlak değil geçici bir bilanço olarak değerlendirilmesi gerektiğini gösterir.[11]

Şili deneyiminden çıkarabileceğimiz dersler için sözü yine Dorfman’a bırakıyorum:

“Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikleri kadar kolay değildir. İnandıkları şey uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek, bu dünyada hâlâ onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan varken bunu yapmak mümkün değildir. Bu yeter; ahlaki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha, adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter. ... Bazen doğru olan imkansızı hayal etmek, imkansızı istemek ve imkansız için haykırmak. Tarih bizi dinliyor olabilir. Tarih bize cevap verebilir.”[12]

[1] Ariel Dorfman, Terör Cininin Kovulması, Çev. Zehra Savan, Everest Yay., İstanbul 2003, s.XI-XII.

[2] Werner Balsen, “Vom Geist der Generäle”, (http://www.fr-online.de/in_und_ausland/politik/zeitgeschichte/militaerputsch_in_chile_1973/?em_cnt=300906)

[3] Dorfman, Terör Cininin Kovulması, s.4.

[4] Ariel Dorfman, “Pinochet’nin Gölgesi Kalktı”, Çev. Osman Akınhay, Mesele, sayı 1, Ocak 2007, s.62.

[5] Merkez sağ – merkez sol koalisyonu: Partido Demócrata Christiano (PDC), Partido Socialista (PS), Partido por la Democracia (PPD) und Partido Radical Social-Demócrata (PRSD).

[6] Nira Reyes Morales, “Chile und das Erbe Pinochets”, Le Monde diplomatique – Deustche Ausgabe, Nr. 6929 vom 13.12.2002.

[7] Dorfman, Terör Cininin Kovulması, s.35-36.

[8] Ulrich Achermann, “Die Abrechnung mit Pinochet hat für Chile befreiende Wirkung”, Berliner Zeitung, 3.3.2001.

[9] Ruth Fuchs / Detlef Nolte, “Vergangenheitspolitik in Chile, Argentinien und Uruguay”, Aus Politik und Zeitgeschichte, 42/2006, 16 Ekim 2006, s.23-24.

[10] Dorfman, Terör Cininin Kovulması, s.40.

[11] Fuchs/Nolte, s.24.

[12] Dorfman, Terör Cininin Kovulması, s.108.