Sol Sona Ererken

Adama sormuşlar: “Sizin evde kararları kim verir?” Adam, “Büyük kararları ben veririm, küçük kararları karım verir,” demiş. “Karınız hangi tür kararları verir?” diye sormuşlar, adam “Mesela,” demiş, “hangi evde oturacağız, hangi yemek odası takımını alacağız, kaç çocuk yapacağız, işte bu gibi kararları karım verir.” “E, peki,” demişler, “sizin verdiğiniz büyük kararlar hangileri?” “Vallahi,” demiş adam, “İsrail-Filistin meselesi nasıl çözülecek, İran’a nükleer araştırma izni verilsin mi, ABD Irak’tan ne zaman çıksın, işte bu tür kararları da ben veririm.”

Söz konusu adamın George W. Bush olmadığını varsayarsak, bu fıkra 1960’lardan beri Türkiye’de “sosyalist”, “komünist” ya da “Marksist” dediğimiz kesimlerin serencamını anlatmada eşsizdir. Aslında 1960’lar sınırını koymak bile gereksiz: (Eski) TKP’nin kuruluşundan beri Türkiye’de sosyalist ve komünistler “küçük”, gündelik işleri CHP’ye ve 12 Eylül 1980’den sonra da onun yerine aday olan çeşitli Kemalist/“sol”/sosyal-demokrat partilere havale edip, kendileri “büyük”, küresel meselelerle uğraşmayı tercih ettiler. Politikanın önemini ısrarla vurguladılar, ama kendileri asla ve asla politika yapmadılar. Bunun (sınırlı) bir istisnası TİP’in 1965–69 döneminde TBMM içindeki çalışmasıdır. O dönemde bile TİP tarihi bir kopuşlar tarihi oldu: Gündelik, sıradan politikayla uğraşmayı bir türlü kabullenemeyen, içine sindiremeyen “radikal” gruplar birbiri ardına TİP’ten koptu, marjinalleşti. Gündelik, sıradan politika içinde kendine bir yer beğenemeyen sosyalist ve komünistler, insan hakları ve düşünce özgürlüğü, Türkiye’nin ekonomik ve politik (yeniden) yapılanması ve dış politika gibi “küçük” konuları doğrudan doğruya CHP’ye ihale ettiler. CHP’yi beğenmemekten asla vazgeçmediler, ama pratik politik gündemlerini de onun pratik politik gündemiyle sınırladılar.

Bu durumun en iyi örneği, 12 Eylül’ün hemen sonrasında Necdet Calp’in Halkçı Parti’sinin beklenmedik bir oy oranına ulaşmasında izlenebilir: 12 Eylül askerî yönetimi tarafından “bir de sol partimiz bulunsun” zihniyetiyle “kurdurulan” HP, Calp’in televizyondaki tartışmada Özal’a “Sattırmam efendim!” meydan okuması sayesinde, sosyalist cenahın oylarını toplamayı başardı. Sosyalistler özelleştirmeye (günümüzde de sürmekte olan) karşı çıkışlarını bu kez de HP’ye ihale etmişlerdi.

VAROLMAYAN KOMÜNİST TEHLİKE

Kuşkusuz sosyalist ve komünistlerin bu “ihale” anlayışının tekil bir nedeni yok. Ancak farklı nedenleri sıraladığımızda, bunların kabaca iki grupta toplandığını göreceğiz. Önemli olan bu iki grubun tek tek önemlerini kavramak ve birini diğerinin gölgesine saklamamayı başarmaktır.

Birinci gruptaki nedenlerin başlıcası, sosyalist ve komünistlerin kendi anlayış ve zihniyetleriyle hiç ilgili olmayan (daha doğrusu bu anlayış ve zihniyetin oluşmasında etkili olmakla birlikte bunlardan kaynaklanmayan), Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ta Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katlinden başlayan bir süreç boyunca her hal ve şart altında bağımsız bir sosyalist/komünist politik duruşa izin vermeme kararlılığı şeklinde özetlenebilir. Tabii ki bu kararlılığın döneme ve iktidardaki zümreye göre değişebilen faklı üslup ve tarzları vardır; ancak Yalta ve Potsdam ile “Hür Dünya”nın tekeline bırakılmış olan Türkiye’de, sosyalist ve komünistlerin (iktidara gelmeyi bir yana bırakalım) gerçek bir iktidar alternatifi haline gelmesine bile izin verilmeyeceği, yalnızca ulusal değil uluslararası bir önkabuldür. Yalta ve Potsdam’ın esas taraflarından birinin (yani SSCB’nin) doğrudan denetimindeki TKP’nin, bu önkabule daha baştan razı olduğu için, gündelik politikayla uğraşmayı 1950’den başlayarak CHP’ye bırakması anlaşılabilir bir şeydir.

Anlaşılması daha zor olan, ortada gerçek bir “komünist tehdit” olmamasına rağmen, böyle bir tehdit varmış gibi yapan TC hükümetlerinin tutumudur. Ancak biraz daha dikkatli bir değerlendirmeyle bu tutum da kavranabilir: Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ve ilk yapılanma aşamalarında zorunlu olan “iç düşman” yaratma politikasının kaçınılmaz hedefi, din, şeriatçılık ve hilafet yanlıları oldu. Ancak 1945 itibarı ile, Türkiye “Hür Dünya”ya eklemlenir ve dolayısıyla kısmen göstermelik ama kısmen de kurumsal bir demokrasiye adım atarken, bu “iç düşman” anlayışının kaçınılmaz olarak gündelik/seküler/politik yaşamın dışına ittiği kitlelerin yeniden bu alana çekilmesi gerekti. “İç düşman”dan vazgeçemeyen, ancak bu konuma “din” ve İslam üzerinden kurulan bir hedefi de artık yerleştiremeyen seçkinler, kendilerine yeni hedef tahtası (ya da kelimenin gerçek anlamıyla “korkuluk”) olarak komünistleri seçtiler. Bu süreçte komünistler, hem marjinal oldukları için kitlesel düzeyde kimseyi gücendirmeyecek, hem de hayali bir “iç düşman”a karşı yapılandırılmış olan devlet kuruluşlarının bekasını sağlayacak (üstelik esas olarak yurtdışında konumlanmış oldukları için fazla da zarar görmeyecek) yeni “iç düşman” adayları olarak belirdi.

Türk Ceza Kanunu’nda onyıllar boyu sürecek olan 141., 142. ve 146. maddelerin egemenliği (her ne kadar bir önceki “iç düşman” olan şeriatçılığa karşı 163. madde korunuyor olsa da) bu “iç düşman” kaymasının kaçınılmaz ürünüdür. Bu üç maddeyle komünistlerin sınıf mücadelesi esasına dayalı bir politik tutum almaları daha başından engellenmiş oldu. “Bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını” savunmayı yasaklayan 142. madde ve Anayasayı “tağyir, tebdil ve ilga etmeyi” engelleyen 146. madde, Türkiye’de her cinsten sosyalistin, komünistin ve genel olarak her “solcunun” kâbusu oldu. Çünkü bu maddeler proletarya diktatörlüğünü savunmanın herhangi bir yasal yolunu bırakmadıkları gibi, ülkede sınıf esasına dayalı bir tahakkümün zaten varolduğunu ifade etmeyi de olanaksız hale getirdiler. Yani daha “proletarya diktatörlüğü” ifadesini kullanmaya fırsat bile kalmadan, ülkede bir “burjuva diktatörlüğü” olduğunu telaffuz ettiğiniz anda, sosyal sınıflar arasında husumet yaratmaktan 141. madde üzerinden yargılanıyordunuz zaten. Bu üç maddenin çevresinden dolaşmayı amaçlayan her türlü söylem de, ister istemez “sosyal-demokrat” bir tını kazanıyordu.

1960’larda bu maddelere rağmen sosyalist bir gündelik politika yapmayı hedefleyen TİP ortaya çıktığında ise, CHP “Ortanın Solu” sloganını benimseyerek bu alanı işgal etti, TİP’e soluk alma boşluğu bırakmadı. Dolayısıyla TİP bile gündelik politikada CHP’nin vesayeti altına girmek zorunda bırakılmış oldu. Bunun en iyi göstergesi, 1969’da AP milletvekilleri Çetin Altan’ı dövmek için sürü halinde saldırdıklarında, Altan’ın ancak CHP grubu tarafından linçten kurtarılabilmiş olmasıdır. Sosyalistler can güvenliği açısından bile, sırtlarını CHP’ye dayamadan varolamaz hale getirilmişlerdi ki, bunun söylemleri (ve giderek düşünceleri) üzerinde kısmen bilinçli, ama büyük ölçüde de bilinçsiz bir etki yapması kaçınılmazdı.

Bu etki iki yönlü oldu: Bir yandan kendi başına varolamamanın, kendi ayakları üzerinde duramamanın getirdiği özgüven eksikliği sosyalistleri (zaten oldukça muğlak olan) kendi programlarını ve gündemlerini giderek sosyal demokrat program ve gündemlere benzetmeye zorlarken, öte yandan da bu mahkum olma durumuna karşı duyulan haklı isyan başka bir kesim sosyalisti hesapsız bir gözüpekliğe, kesintisiz bir meydan okuma tavrına ve nihayet radikal ol(a)mayan bir keskinliğe yöneltti. Daha varolmaya başladıkları andan itibaren, haketmedikleri, nedenini bile tam olarak anlamadıkları, ölçüsüz ve hesapsız bir baskı ve sindirme politikasına maruz kalmak, sosyalistleri ve komünistleri iki aşırılık arasında salınmaya zorlamış oldu: Bir yanda ezik, şikayetçi, ürkek ve fazlasıyla savunmacı bir oto-sansür; öte yanda ise nedensiz bir öfke, hasmını gereksiz yere kışkırtmaya yönelik bir keskinlik, gücü olmadığı, sesi çıkmadığı, ciddiye alınmadığı zaman bile yumuşamayan bir meydan okuma.

Bu iki tutumun da yürürlükte olan düzen açısından bir tehdit oluşturamayacağı aşikardır. Ancak tehdit olmadıkları halde tehdit olarak ilan edilmeleri, sosyalist ve komünistleri gündelik politikadan mutlak bir biçimde uzak tutmayı başardı. Bu, dışsal neden.

YA HEP, YA HİÇ

Sosyalist ve komünistlerin gündelik politikadan dışlanmalarının/kendilerini dışlamalarının içsel nedeni ise, bu dışsal nedene denk düşen, ondan beslenen, ama sadece ondan kaynaklanmayan bir olgu: Sosyalist ve komünistlerin gündelik politika konusundaki gönülsüz ve son kertede umursamaz tavırlarının altında, “devrim” hakkındaki görünürde radikal, ancak derinlemesine incelendiğinde ise son derece basmakalıp ve muhafazakar olduğu görülebilecek önyargıları yatar. Onlar (en azından bir kesimleri) devrimi bir süreç değil tekil bir fiil, sihirli bir anahtar, öncesini ve sonrasını keskin bir biçimde birbirinden ayıran bir yokoluş ve yaradılış momenti olarak gördüklerinden, devrimden önce ve sonra ne yapacaklarından çok, devrimi nasıl yapacaklarıyla ilgilendiler. Bu ise devrime hazırlık yapma ya da devrimi daha olanaklı kılma yolundaki faaliyetler dışında kalan her şeyin (ve bu arada gündelik politikanın da) tali, önemsiz ve “değmez” diye bir yana atılmasını getirdi.

Halbuki gündelik politika, herhangi bir ekonomik, kültürel ya da politik sorunla karşılaşıldığında, bizden pratik, o ana ait çözüm seçenekleri üretmemizi bekler. Varolan düzenin yapısal ve kurumsal sınırlarını varsayım olarak aldığımızda ise, akla ilk gelen çözüm önerilerinin aslında çözüm olmadığını, hatta uzun vadede yeni sorunlar yarattığını görürüz. Örnek olarak günümüz Türkiye’sindeki seçim sistemini ele alalım: İlk bakışta bu sistemin temel defosunun, 12 Eylül yönetimi tarafından “istikrar” sağlama amacıyla yerleştirilmiş olan ve istikrar uğruna toplumun geniş kesimlerinin parlamentoda temsil edilme şansını ortadan kaldıran %10 barajı olduğu düşünülecektir. Bu yaklaşım haklıdır. Ancak, baraj kaldırıldığında karşımıza çıkacak olan şey, diyelim ki ağırlıklı olarak Kürtleri temsil eden bir partinin parlamentoda temsil edilme hakkını kazanmasının yanısıra, Genç Parti gibi oy satın alma taktiğiyle yol alan bir partinin de aynı şansa kavuşmasıdır. Sonuçta, toz duman dağıldığında, barajsız ya da düşük barajlı bir seçimin getireceği, aralarında anlaşıp bir yıldan uzun ömürlü bir hükümet kurma yeteneğine bile sahip olmayan gruplardan oluşan bir parlamento olacaktır. Kuşkusuz bu kaygı baraj sistemini haklı çıkarmaz, tersine bizim daha radikal bir öneri yapmamızı gerekli kılar. İşte tam da bu noktada, yani iş başa düştüğü, “hayır” demenin yetmediği, düşünülüp taşınılmış, rasyonel alternatiflerin telaffuz edilmesinin gerektiği anda, sosyalist ve komünistler (en azından yakın zaman kadar) “bu bir rejim meselesidir, sorun devrimle çözülür,” diyerek gündelik politika arenasını terk edeceklerdi.

Çünkü komünist ve sosyalistlerin büyük çoğunluğunun kendilerini iktidar olarak tasarladıkları bir dünya için somut bir dizi önerileri yok: “Devrim” dedikleri büyülü anın her sorunu kendiliğinden çözeceğine inanıyorlar yalnızca. Oysa “devrim” hiçbir sorunu çözmez, olsa olsa (günümüz için konuşuyorsak) kapitalizmin yarattığı sayısız sorunun radikal bir biçimde çözülmesinin altyapısını hazırlar, bu sorunları çözmeye aday olanlara daha geniş bir hareket alanı ve güç sağlar. Ancak bu hareket alanını ve gücü (zamanı geldiğinde/eğer zamanı gelirse) kullanabilmek için, sosyalist ve komünistlerin devrimin olmadığı durumlar için de geçerli olan (ancak pratik uygulama şansı bulma ihtimali çok düşük) bir dizi pratik politik/ekonomik/kültürel öneriye sahip olmaları şarttır. Bunun yolu ise içinde yaşadıkları ülkenin ve içinde yaşadıkları dünyanın pratik, gündelik sorunlarıyla her gün uğraşıyor olmaları, örgütlenmelerini gelecekteki bir muhayyel devrim anı için olduğu kadar, gündelik politik faaliyet için de tasarlamaları ve hayata geçirmeleridir.

Bunu yapmadıklarında ellerinde kalan yalnızca, zaten herhangi bir durumda gerçekleştirilmesi olanaksız, gramatik açıdan talep gibi kurulmuş, ancak aslında talep bile olmayan cümlelerdir. Türkiye’nin “sol” geçmişinden bu tür taleplere sayısız örnek bulabiliriz: Bir zamanlar Türkiye solcularının bir kesiminin, “MİT, CIA, Kontrgerilla kapatılsın!” diye bir talebi vardı. Bu talebi neresinden tutarsanız tutun, içinden anlamlı bir öneri yakalayıp çıkarmak mümkün değildir. Herşeyden önce talebin kime yapıldığı bile belli değil. “CIA kapatılsın!” herhalde ABD devletinden talep edilebilecek bir şeydir; “MİT kapatılsın!” ise TC devletinden. “Kontrgerilla kapatılsın!” ise iyice sorunlu, çünkü “Kontrgerilla” adıyla bilinen bir kurum yasal olarak yoktu, hiç açılmamıştı ki kapatılabilsin. Bugünün terimleriyle söylersek, “Kontrgerilla kapatılsın!” talebi, “Derin devlet kapatılsın!” anlamına gelir, ki bu gerçek bir talep değildir. “Derin devlet” denilen şeyin ortadan kaldırılması, en azından işlemez hale getirilmesi hedefine, “Kapatılsın!” sloganıyla değil, gündelik politika alanında, zahmetli, zaman alan bir dizi faaliyetin sonucunda yaklaşılabilir ancak.

Aynı dönemden benzer bir slogan da “Devrim için eğitim!” idi. “Devrim için” eğitim nasıl yapılabilir, bunu sloganı ortaya atanların da bildiğini, hatta bu konuda düşündüklerini bile pek sanmıyorum. Kuşkusuz buradaki esas soru, devrim için yapılan eğitimi alan bir kuşağın (eğer olursa) bir devrimden sonra ne yapacağı olmalı. Herhalde, “Biz o dersi çalışmamıştık,” demek yeterli olmayacaktır. Varolan eğitim sistemindeki temel değişiklik talepleri, pratik bir devrim anını sağlamaya değil, başka şeylerin yanısıra, devrimin gerekliliğini ve kapsamını da kavrayabilecek zihinsel açıklığa ve özgür düşünme yeteneğine sahip kuşaklar yetiştirme hedefine yönelik olmalıdır. Bu ise ancak varolan eğitim sistemini eleştirel bir biçimde kavrayarak ve pratik, uygulanabilir (ama varolan politik/kültürel/ekonomik yapı içinde uygulan[a]mayacak) öneriler geliştirerek yapılabilir.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama faydalı değil. Nitekim bu tür sloganların ömrü de, onları doğuran zihniyetin bir sonucu olarak, son derece kısa olur; değişmeyen ise zihniyetin kendisi, yani birbiri ardından bu tür, pratik bir değeri olmayan ve radikalizmi (ya da görünürde bir radikalizmi) ısrarlı bir şekilde gündelik politikanın dışında tutan anlayış olacaktır.

VESAYET VE “YETKİ DEVRİ”

CHP ve onun çeşitli türevleriyle sosyalist ve komünistler arasındaki ilişki, her şeyden önce ilişkinin kendisinin algılanması ve adlandırılması açısından sorunludur: CHP bu ilişkiyi daha başından beri bir vesayet ilişkisi olarak gördü. “Sol”, CHP için yaramaz, haylaz, hiperaktif ve zaman zaman da küstah bir çocuk gibiydi. Sık sık cezalandırılması, fazlaca ciddiye alınmaması, ama açlıktan ve ilgisizlikten da öldürülmemesi gereken bir çocuk. Mahallenin daha anlayışsız amcaları (bazen “sağ” partiler, bazense fazlaca otoriter paşalar) bu yaramaz çocuğa tekme yumruk girişince onu koruduğu bile oldu. Oysa sosyalistler ve komünistler aynı ilişkiyi bir delegasyon, gönüllü bir yetki devri olarak görüyorlardı. Atıl, anlayışsız ve dar görüşlü CHP, her nedense insan hakları, emek hakları ve demokrasi gibi konularda sosyalist ve komünistlerin taleplerini kısmen de olsa içeren (ya da içeriyor gibi görünen) bir politik gündeme sahip olduğundan, gündelik politika bağlamında birçok zahmetli manevra gerektiren bu konularda CHP’ye bir nevi yetki veriliyordu “sol” tarafından.

Kolaylıkla görebileceğimiz gibi, “sol” ve CHP arasındaki ilişki daha başından beri ilişkinin tarafları açısından farklı tanımlara sahipti. Bu durum da tabii ki bir dizi hayal kırıklığına, şaşkınlığa, işine geldiği gibi yorumlara ve sık sık da görmezden gelmelere yol açacaktı. Ancak esas sorun, “sol”un CHP’ye yetki verdiği alanlarda CHP’nin politik gündeminin (tekil istisnalar dışında) hiçbir zaman gerçek anlamda sosyalist ya da komünist önerileri içermiyor olmasında, yani “sol”un “yetki devri” anlayışının aslında bir yanılsamadan kaynaklanıyor olmasında yatar. CHP ile “sol”un gündemlerinin örtüşüyormuş gibi görünen yanları, ya “sol”un zaten kendi Kemalist ünsiyet ilişkisi yüzünden kendi gündemine dışarıdan aldığı unsurlardan, ya da kendi gerçekten radikal taleplerinin CHP tarafından bozulup ehlileştirilmesine seyirci kalmasından/görmezden gelmesinden kaynaklanır.

Bunun en iyi (ya da en belirgin) örneklerinden biri, Nazım Hikmet’in (en azından anısının) toplumsal meşruiyet kazanma sürecinde görülebilir. Yıllar boyunca, Nazım’ın ölümünden sonra bile hâlâ yasaklı ve tabu konumda olmasının panzehiri, CHP’nin “sol” ve özgürlükçü kanadında görülmüştü. CHP’nin bir kanadı gerçekten de Nazım’a iade-i itibar edilmesini istiyordu, dolayısıyla bu inancın dayandığı maddi bir temel de yok değildi. Ancak sosyalist ve komünistlerin tanıdığı Nazım şöyle demekteydi:

Ben, bir insan,

ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,

tepeden tırnağa iman,

tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...

Oysa CHP’nin Nazım’ı,

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun kenarına kadar,

eğildi durdu.

Bıraksalar

ince uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı

demişti. “Sol” Nazım’a iade-i itibar edilmesi işini CHP’ye ihale ederken, aslında CHP’nin komünist şairi “vatan şairi” haline getirme politikasına da razı oluyordu. Nitekim Nazım’ın

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim.

de dediğini hatırlayan has Türk milliyetçileri Alpaslan Türkeş’in şahsında iade-i itibara onay verince, Nazım bir “vatan şairi” olarak kabullenildi ve “sol”un bu konudaki çabası da bir tür zaferle sonuçlanmış oldu. Oysa Nazım ne milliyetçi, ne Atatürkçü ne de bizim bugün anladığımız anlamda bir komünistti. Nazım, Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Bolşevik Devrimi sonrası Rusyası’nın ortak etkisi altında yetişkin olmuş, bu ikisini birlikte algılayan, isyankar, biraz mistik (“Rubailer”) ama bir yandan da Aydınlanmacı/materyalist (“Makinalaşmak”), ziyadesiyle narsist (“Mavi Gözlü Dev”) ama bir yandan da son derece alçakgönüllü (“Vasiyet”), şiddetle vatanperver (“Yine Memleketim Üzerine Söylenmiştir”) ama bir yandan da yerelci tabuları olmayan (“Vatan Haini”) bir şairdi. Yani kısacası, Sartre’ın kendisini (ve kendi kuşağından aydınları) tanımlarken söylediği gibi, “ayaklı bir çelişkiler yumağıydı” – zaten çok iyi bir şair olmasını da buna borçluydu. Ama ona Türkiye’de iade-i itibar edilmesi işi CHP’ye ihale edildiğinde, bu “çelişkiler yumağı” çözülmüş oldu ve ortada memleketi için güzel hasret şiirleri yazmış, ama zamanında yanlış anlaşılmış bir melodram figürü kaldı. O zamanındaki “yanlış anlaşılma”nın failinin gene CHP olduğunu söylemeye bile gerek yok herhalde.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Taraflar arasında bir çıkar ya da en azından fayda dengesi olduğu sürece iki tarafın ilişkiyi farklı (birinin vesayet diğerinin delegasyon olarak) tanımlamasında zarar yoktur diye düşünen faydacı/fırsatçı görüş, bu ilişkinin aslında bir egemenlik ilişkisi olduğunu ve “fayda”nın ancak egemen tarafın tarifine uygun olarak ortaya çıkabileceğini unutur. Nazım’a iade-i itibar edilmesi örneğinde olduğu gibi, ortaya çıkan sonuç iki tarafa da fayda sağlıyormuş gibi görünür, ama aslında gerçek sonuç çelişkilerle dolu ama radikal, isyancı ve daima meydan okumayı seçen bir şairin sıradan bir “vatan şairi”ne indirgenmesinden başka bir şey değildir. “Sol” gene teslim olmuş ve galibiyeti içinde mağlup hale düşmüştür.

Bu örneğin yapısını koruyarak alanını genişletmek mümkün: Sendikal haklar sorunu CHP ve türevlerine emanet edildiğinde, evet, birtakım haklar elde edilir, ama uzun vadede ortaya çıkan işçi sınıfının kendi bağımsız mücadele tecrübesini yok sayan, hiyerarşik, otoriter, pazarlık gücü olan ama üyelerinin kendisiyle pazarlık olanaklarını tamamen kapatan bir kurumsal yapı olacaktır. CHP’nin korporatist, hatta zaman zaman faşizan korporatizme yaklaşan kurumsal/ideolojik yapısı, özgürlükçü bir sosyalizmin taleplerine ve gündemine ne yaklaşabilir ne de bunlarla dengeli bir uzlaşma sağlayabilir. O yüzden de politik alanda CHP’nin vesayetine bırakılan her talep, aslında “sol”un kendi içinde tekrar tekrar yapılan bir tercihe denk düşer: Zaten kendi içinde özgürlükçülük/otoriterlik kutuplaşmasının sancısını her an çekmekte olan “sol”, CHP’ye teslim ettiği her talebinde ve gündem maddesinde, kendi iç sorununu otoriterlik yönünde bir kere daha çözmüş olur.

BUGÜNE GELİRSEK...

Kuşkusuz bu söylediklerimin tümü giderek akademik bir tartışma haline gelmekte. Çünkü herşeyden önce, “sol” diye kestirmeden belirleyeceğimiz bir alan artık giderek geçerliliğini yitiriyor, öte yandan da CHP geçmişteki bu tek yanlı ve hiyerarşik vesayet ilişkisinden bile vazgeçip milliyetçi/totaliter kimliğini açıkça ilan ediyor. Bu gelişme kuşkusuz 2007 yılında başlamadı; tersine 1999–2002 arasındaki yenilgi sürecinde CHP’nin yeniden yapılanmasıyla başladı ve 2002 seçimlerinden sonra toplumsal muhalefetin tek resmî temsilcisi konumunu kapmasıyla birlikte de kurumlaştı. Yani “sol” bundan vazgeçmese bile, CHP’nin bu yaramaz çocuğun vasiliğini yapmaya artık niyeti yok. Kolaylıkla görülebileceği gibi, sizi evlatlıktan reddetmiş bir babaya hâlâ yaltaklanmaya devam etmek, ahlaki açıdan düşüklüğün son raddesi olması bir yana, artık pratik bir fayda da elde edemeyeceği için, akıl ve mantıkla bağdaşabilir bir tutum değildir. “Sol” ne yazık ki artık üvey babasını da kaybetmiş, bu fırtınalı çağda tek başına kalmıştır. Güvenebileceği tek şey de kendi tarihsel/ulusaşırı deneyiminden başka bir şey değildir. Ancak araya giren vesayeti kabullenme onyılları maalesef bu deneyimi uzak bir hatıraya dönüştürmüş durumda; hatırlananlar sadece birtakım sloganlar, birtakım keskin ve saldırgan ifadeler, birtakım heyecan verici imgeler ve korku verici bir yenilgiler dizisi.

Kuşkusuz bu yalnızca Türkiye için geçerli bir durum değil: 1990’ların “yenilgisini” izleyen yıllar genel olarak “sol”da bir şaşkınlığa, dağınıklığa, yönsüzlüğe ve panik duygusuna yol açtı. Geleneksel, kurumlaşmış “sol” dağılırken, yerini 1960’larda boygösteren ancak gelişmeye fırsat bulamadan 1970’lerin ve ‘80’lerin muhafazakar dalgasına yenik düşen özgürlükçü/yenilikçi dalgaya bırakamadı. Tersine, geleneksel, kurumsal “sol”un boş bıraktığı alanda gelişen, etnik, cinsel ve dinsel kimlik politikaları ve çevreci hareketler oldu. Kuşkusuz bu dört hareketin de “sol” açısından birer anlamı var: Etnik kimlik politikaları ulus-devlet kavramını sarsıp karikatürize ederek kapitalizmin egemen politik formu olan bu yapıyı sorunsallaştırdı. Cinsel kimlik politikaları geleneksel “sol”un varsayım olarak aldığı özel/kamusal ikiliğini sorgulayarak ve gene aynı “sol”un erkek egemenliğiyle kuragelmiş olduğu özsel denebilecek bağlantıyı deşifre ederek yeni bir tartışma alanı açtı. Dinsel kimlik politikaları “sol”un Aydınlanmacı gelenekle olan göbek bağını tartışılabilir hale getirdi. Çevreci politikalar ise kapitalizmin varlığını ısrarla sürdürmesinin yalnızca toplumsal ilişkilerde değil gezegenin biyolojik, kimyasal ve fiziksel varlığında da geri döndürülmesi çok zor bir tahribat yaptığına işaret ederek “yaklaşan tehlike”nin büyüklüğüne dikkat çekti.

Ancak, üçü kimlik politikası, biri ise küresel/evrensel ama yaklaşım çerçevesi açısından son derece partiküler olan bu dört hareket, geleneksel, kurumsal “sol”un boşalttığı politik alanı doldurmaya ne adaydı, ne de böyle bir potansiyele sahipti. Kurum ve hareket dışı kalan, ümitsizliğe ve iktidarsızlık duygusuna kapılan bir zamanların “solcuları”, (eğer sinik bir konum seçmemişlerse) bu hareketlerden birinin içine ya da kıyısına yerleştiler; ya açıkça takiyye yaptılar, ya da “sevdiğinin yanında olamıyorsan, yanındakini sev” mantığıyla ideolojik bir dönüşüm geçirdiler, kendileri de kimlik politikası yapmaya başladılar. Türkiye’de bu tutumun en bariz örneği, 1990’lar boyunca bağımsız bir sosyalist/muhalif politikanın temel unsurlarına bile sahip olmayan “sol”un önemli bir kesiminin, Kürt etnik-politik hareketinin gündemini tartışmasız kabullenmesi, körü körüne desteklemese bile, onun çizdiği gündemin sınırlarının dışına çıkmamış olmasıdır. Kuşkusuz burada söylenen Kürt etnik-politik hareketinin desteklenmemesi gerektiği değildir. Sosyalist ve komünistlerin ulusal ve ulusaşırı programları içinde etnik hak ve özgürlük talepleri her zaman için yer bulabilir; ancak bu hak ve özgürlük talepleri o programların sınırını çizemez. Türkiye’de 1990’larda olmuş olan ise ne yazık ki budur.

Öte yandan, herhalde tarihin bir ironisi olarak, “sol”un kendi içindeki nihai ayrışmasını ve CHP’den nihai kopuşunu hazırlayan unsurlardan biri de bu “kimlik politikasına teslimiyet” anlayışı oldu: “Sol”un içindeki milliyetçi/modernleşmeci/Kemalist damar, Kürt kimlik politikalarının peşinden koşmaya bir yere kadar dayanabildi ve kritik an geldiğinde de büyük bir manevrayla saf bir milliyetçiliğe rücu etti, bir anlamda aslına döndü. CHP’nin (ve bazı nüanslarla DSP’nin) ise yeri zaten belliydi; onların milliyetçi olmayan “sol”dan nihai olarak ayrılmaları için katışıksız milliyetçiliklerinin işlev görmesini zaman zaman zorlaştıran “insan hakları” engelinden kurtulmaları gerekiyordu. 2002–2007 aralığında bu engel de ortadan kalktı, örneğin CHP 301. maddeyi (ve bu maddedeki etnik “Türklük” anlayışını) açıkça savunur oldu, ve “sol” hem üvey babasından (CHP), hem de üvey kardeşinden (milliyetçi/modernleşmeci/devletçi/Kemalist sol) mahrum kalmış oldu.

Bu noktada yapabileceğimiz tek şey, her yoksunluğun bir özgürleşme olduğunu kabullenmek, nihai ayrışmanın bahanesi olan kimlik politikası teslimiyetçiliğini bir yana bırakmak ve yeni bir anlayış ve yeni parametrelerle (ve tercihen de yeni bir adla) kendimizi yeniden tanımlamak olabilir ancak.

“Sol” kavramı, birkaç asırdır bir tanımlama kolaylığı sağlamasının ötesinde, özgürlükçü bir anti- ya da post-kapitalizmi, kendisi-olmayan, hatta kendisine esas itibariyle hiç benzemeyen bir dizi hareket ve düşüncenin yanına ve giderek içine yerleştirdi, nihai olarak da bu hareket ve düşüncelerin hizmetine verdi. Çünkü “sol”, kökeni itibariyle, radikal bir anti-kapitalist politik anlayışa bağlı değildir; tersine, daha ortaya çıkış anı olan Fransız Devriminden beri, burjuva ve proleter, kapitalizmin önünü açmaya çalışan ve kapitalizmin ötesine bakmaya çalışan, otoriter/totaliter ve özgürlükçü politik konumları harmanlayarak bir kafa karışıklığı yaratır. Türkiye’de onyıllar boyunca dinsel bağnazlığa karşı duran ancak aynı bağnazlıkta bir meritokratik modernizasyon anlayışını savunan Kemalizmin “sol” olarak algılanması aslında yanlış değildir: Eğer 1789 Fransız Devrim Meclisinde varolsalardı, Kemalistler de tabii ki sol tarafta oturacaklardı. Kapitalizmin olgunlaşma ve burjuvazinin politik olarak ortaya çıkma sürecinde bu tür bir kafa karışıklığının hayatî bir zararı olmayabilir, ancak Marx, daha 1848 devriminin arifesinden başlayarak bu kafa karışıklığına karşı bizi uyarmaya başlamıştı: “Sol” kavramıyla düşünmek, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmeyi tamamladığı bir dönemde, anti- ya da post-kapitalist düşünce ve hareketleri onun varoluş alanının içine hapsetmekten, hedeflerinin burjuvazinin en radikal hedefleriyle sınırlamaktan başka bir anlama gelmez.

Ulusaşırı “sol”un otoriter, totaliter, meritokrat ya da milliyetçi olmayan kesimleri için kendilerine yeni bir ad aramak, zaten 1990’ların başlarından beri bir zorunluluk haline gelmişti. Bugün Türkiye’de olmakta olan, bu zorunluluğun somut bir biçimde görünür hale gelmesinden başka bir şey değildir.

NE YAPMALI?

Her şeyden önce, otoriter, totaliter, devletçi ve milliyetçi bir “sol”a kapalı, özgürlükçü, paylaşımcı ve dayanışmacı hareket ve düşüncelere (bunlar kendilerini daha önce “sol” diye adlandırmamış olsalar bile) açık bir düşüncenin temellerini atmak; bunun için de işe bu yeni düşüncenin adıyla başlamak gerekiyor. Daha 1960’larda bu fazlasıyla geniş kapsamlı “sol”a karşı önerilen “Yeni Sol” kavramı bile artık kastını ifade etmekten uzaklaştı. Ancak böyle yeni ve iddialı bir isimlendirme, bir ya da birkaç kişinin aklına gelecek parlak fikirlerden ziyade, geniş katılımlı, geniş kapsamlı bir tartışma sonucu ortaya çıkabilir ancak; dolayısıyla bu konuda bir öneride bulunacak değilim.

Türkiye bir yandan darbe tehditleri, bir yandan PKK eylemlerinin yoğunlaşması, bir yandan ülke sınırları dışında (ve sanılandan çok daha uzun sürebilecek) askerî operasyon ihtimalleri, bir yandan da ısıtılıp yeniden gündeme getirilen şeriat umacısı tarafından çerçevelenen bir seçim sürecinde. Bu seçimin sonucu ne olursa olsun, özgürlükçü bir anti-kapitalist düşünce açısından bir yenilgi olacağı açıktır, çünkü her şey bir yana, bu düşünce bu seçimlerde bağımsız bir hareket olarak yok, yani daha yarışa katılma şansına bile sahip değil: Ancak birkaç bağımsız adayın kimliğinde kendini gösterebiliyor ki bu adayların seçilebilmesi her ne kadar sevindirici olacaksa da, böyle bir başarının özgürlükçü anti-kapitalist düşüncenin somut bir harekete dönüşmesinde belirleyici bir katkısı olacağını söylemek zor; tıpkı bu adayların seçilememelerinin fazladan bir yenilgi anlamına gelmeyeceği gibi. Tersine, seçilmeleri yenilgileri kanıksayan ve biraz da aldırmazlaşan bizler için çok önemli bir psikolojik destek sağlayabilir. Ancak önemli olan, böyle bir başarı durumunda bile fazla “sevindirik olmaktan” kaçınmak, bu başarıyı onu izleyecek tartışma, gelişme ve (yeniden) yapılanma süreci için bir başlangıç anı olarak görmektir.

Demek ki esas iş, seçimler sonuçlandıktan, toz duman dağıldıktan sonra başlayabilecek. Özgürlükçü, anti-kapitalist “sol”, bu “sol” teriminden kendini kurtarıp, eski akrabalarıyla (yani üvey kardeşi olan milliyetçi/totaliter “sol”la ve üvey babası olan CHP ile) bağlarını koparmak, sonra da kendisi olarak, yani küresel kapitalizmin dayattığı ikiliklerdeki (Saddam/ABD Emperyalizmi, milliyetçilik/küresel kapitalizme teslimiyet, devletçilik/özelleştirme, milliyetçilik/öteki milliyetçilik, vs/vs) üçüncü taraf olarak ortaya çıkmak zorunda artık. Bunu yaparken de tarihi boyunca kaçındığı, dokunmak istemediği güncel politikaya bulaşmak, bu alanda tavır ve öneriler oluşturmak zorunda.

Bu ortaya çıkışın, ya da harekete geçişin somut biçimi hakkında önerilerde bulunmak, bu yazının kapsamını (ve hatta yetkisini ve haddini) aşar. Ancak böyle bir tartışmayı sürdürürken sık sık karşımıza çıkabilecek iki terim hakkında önceden bir-iki uyarıda bulunmak isterim: Kendini bu tür bir hareketlilik içinde görebilecek kişilerin, 1970’lerden bu yana olumlu ya da olumsuz önyargılar geliştirdikleri bu iki terimden biri parti, diğeri ise örgüt. İki tür önyargının da gerekçelerini anlayabiliyorum, ama önyargı her hal ve şart altında gene de önyargıdır. Parti kelimesinden rahatsız olup yerine, diyelim, “hareket” önermek, esasta bir fark yaratmıyor. İsterseniz “parti” kelimesini tam olarak Türkçeye çevirip “taraf” diyelim, gene de bir şey değişmez. Bu tür bir tartışmada “parti” kelimesini kullandığımda kastettiğim, “çelik disiplinli, merkeziyetçi, öncü parti” değil kuşkusuz. Benim meramım, herhangi bir toplumsal/politik sorun karşısında küresel kapitalizmin ya da onun yerel versiyonlarının sunulduğu ikili taraflar seti içinden birini seçmek yerine, kendimize ait üçüncü bir taraf oluşturmak ve bunu sistemli bir biçimde yapmanın koşullarını yaratmak. Aynı biçimde, “örgüt” dediğimde kastım, tam da bu “diğer taraf” olmanın sistemli hale gelmesini sağlayacak olan yapısal özellikler. Yoksa çaresiz, ezilmiş ve haysiyeti ayaklar altına alınmış bir Bukharin’in son günlerinde sözünü ettiği her zaman a priori haklı olan bir parti ya da örgütün, burada tarif etmeye çalıştığım oluşumun tam tersi olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.

Seçim badiresi kazasız belasız atlatıldığında/atlatılırsa tartışmaya başlamamız gereken düşüncenin/yapının programatik öncülleri konusunda da bazı önerilerim var. Kuşkusuz tümü tartışmaya/tebdile açık. Bu önerileri şu anda altı madde halinde toplayabiliyorum. Bunların çoğaltılması, azaltılması, değiştirilmesi, ya da tümden yok sayılıp sıfırdan başlanılması ise tartışmaya katılmaya gönüllü olan herkesin elinde.

Sözünü ettiğim, ve bugüne kadar “sol” diyegeldiğimiz politik konumlanışın yerine aday olan düşünce/hareket:

1. Anti-Kapitalist olmalıdır: Yani, günümüz toplumlarında egemen olan, üretim, dolaşım ve iletişim araçlarının tek tek kişiler ya da sınırlı ve tanımlı kollektifler (ulusal ve ulusaşırı şirketler, devletler) tarafından tasarrufuna radikal bir biçimde karşı çıkmalı, bunun karşısına üretim, dolaşım ve iletişimin kelimenin gerçek anlamıyla (yani ulus-devletlerde somutlaşan anlamında değil, temsil ilişkisini sürekli olarak sorunsallaştıran bir anlamda) kamusal tasarrufu hedefini koymalıdır.

2. Özgürlükçü olmalıdır: Yani varolan küresel kapitalizmin kendi dengesiz bütünlüğünü koruyabilmek için sürekli olarak yeniden kurduğu ve şiddetini arttırdığı yasaklar rejimine karşı çıkmalı, aynı rejimi değişik adlar ve gerekçelerle kendi bünyesinde yeniden üretme eğilimine karşı hem yapısal hem de gündelik tedbirler almayı ihmal etmemelidir. Bu bağlamda, kapitalizmin kavramsal zıddı gibi görünen, ancak onun yeni terimlerle yeniden üretilmesinden başka bir şey olmayan totaliter sanki-anti-kapitalizme de aynı biçimde muhalif olmalıdır.

3. Anti-kapitalizmini post-kapitalist anlamında konumlandırmalıdır: Yani kapitalizme karşı muhalefetini somut pre-kapitalist yapıların şu ya da bu gerekçeyle savunulması temelinde ya da bu yapılara geri dönüş fantezileri temelinde kurmamalıdır. Hedefini şu an için somut bir ülke, sistem, kurum ya da kuruluş biçiminde görünür olmayan, ancak pre-kapitalist ve kapitalist sistem ve kurumların ikisinin de içerilmesi, inkarı ve aşılması anlamına gelen ve ancak bu yolda verilen mücadelenin kendisinde somutlaşan bir post-kapitalizm olarak belirginleştirmelidir.

4. Anti-emperyalist olmalı, ancak anti-emperyalizmi öncelik sırasında anti-kapitalizmin arkasına yerleştirmelidir: Yani hiçbir hal ve şartta “emperyalist devletlere” karşı “ulusal kapitalizmin” yanında, kıyısında ya da içinde yer almamalıdır, tersine bu ulusal kapitalizm(ler)in küresel kapitalizme karşı göründüğü durumlarda bile onun bir parçası olduğunu, onu desteklediğini ve geliştirdiğini vurgulamalıdır.

5. Ulusaşırı olmalıdır: Yani şu ya da bu pratik nedenle ulusal hatta yerel çerçeveyle sınırlı kaldığında bile, hedef ve pratiklerinin bu çerçeveler tarafından belirlenmemesini sağlamalı, küresel kapitalizmin ancak amaçları, örgütlülüğü, ilkeleri ve fiilleri açısından, kelimenin gerçek ve olumlu anlamıyla küresel olan bir hareket tarafından aşılabileceğini unutmamalıdır.

6. Örgütlü olmalıdır: Yani farklı nedenlerle ve farklı yollardan geçerek anti-kapitalist, post-kapitalist, özgürlükçü ve anti-emperyalist amaçlar ve kaygılarla davranan kişi ve grupların çabalarını koordine etmeyi, bunları birbirine ya da ortak tek bir kendiliğe dönüştürmeye çalışmadan, ancak aralarındaki farklılıkları da mutlaklaştırmadan biraraya getirmeyi, birarada tutmayı hedeflemelidir. Bu bağlamda, “örgüt” kavramını kurumsal yapılar içinde kişilerin ve grupların bağımsız düşünce ve davranışlarını engellemek için kullanılan “merkeziyetçi örgüt” anlayışından yapısal olarak ayırmalı, yaşayan, gelişen ve etkin olabilen bir örgütün ancak sürekli korunan bir merkez/merkezkaç dinamiğiyle ortaya çıkabileceğini vurgulamalıdır.