Bu Hareket Beşeriyet Namına Bir Cinayetti: Ermenilerden Özür Dileme Girişiminin Değerlendirilmesi

“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin marûz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”

Bu metni, 21 Ocak 2009’da 28 bin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı imzalamıştı. Bütünüyle bireysel olan bir girişime dahil olarak, kendi vicdanının sesini dinleyerek, kendi durum değerlendirmesini yaparak, insanlar bu “özür dileme” metnini imzaladı, imzalamaya devam ediyor. Bu imza kampanyası, Türkiye’de on yılı aşan bir zamandan beri başlamış olan, Ermeni sorunuyla yüzleşme girişimlerinin önemli bir adımını oluşturuyor. Sadece Osmanlı Ermenilerinin 1915’te tehcir ve tedip edilmelerinin neden olduğu büyük insanlık dramını değil, ondan daha çok, bu son derece vahim olayın bilahare önemsizleştirilmesine, hatta inkâr edilmesine veya tam tersine çevrilmesine karşı biriken bir tepkiyi bu özür dileme girişimi ifade ediyor.

İmza kampanyasından önce, özellikle Taner Akçam’ın Türkiye’de yol açıcı nitelikteki yazı ve kitaplarıyla, birçok tarihçinin yakın tarihimizi sorgulayan çalışmalarıyla, Ermeni Soykırımı konusunda yurtdışında yapılmış bazı çalışmaları çevirip yayımlayan Belge Yayınları’nın ısrarlı takipçiliğiyle, 2005’te Bilgi Üniversitesi’nde toplanan konferansta sunulan tebliğlerle, Ermeni sorunu konusunda resmî tarihçiliğin giderek sistemli inkârcılığa dönüşen yaklaşımını göğüsleyebilecek bir karşı ses Türkiye’de güçlenmeye başlamıştı. Bunu, Türkiye’de milliyetçiliğin oluşumu ve gelişimi konusunda son yirmibeş-otuz yılda yapılmış birçok değerli çalışma beslemişti. Türkiye’de azınlık olmanın, azınlık olarak yaşamanın nasıl sistemli bir dışlanma ve sürekli bir endişe içinde yaşamak demek olduğunu gösteren araştırmalar son yirmi yılda çoğalmış ve çeşitlenmişti. O tarihe kadar ortalama bir Türkiyelinin duymadığı bir dizi tarihsel olay dile getirilmiş, belgeleri yayımlanmış ve sınırlı da olsa bunlar tartışılmıştı. Türk milliyetçiliğinin sıradan milliyetçiliği zaman zaman aşan ve bir nefret söylemine hatta ırkçı niteliği bariz olan yok etme eylemlerine dönüşen örnekleri daha açık biçimde teşhir edilmeye başlanmıştı.

Bütün bunların üzerine, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğunu Agos gazetesinde iddia etmesinin ardından, Hrant Dink’e karşı kurulan ve önüne geçilemez biçimde işleyen ölüm kapanı çalıştı. 19 Ocak 2007’de amacına ulaştı. Ama aynı zamanda, Türkiye’de bu ölüm kapanını kuranların pek beklemedikleri bir toplumsal tepki patladı. Ermeni bir gazetecinin öldürülmesine bir avuç insanın ah vah edeceği ve olayın “ağır tahrik nedeniyle işlenmiş münferit bir cinayet” olarak, rahip Santoro cinayetinde olduğu gibi, bir kenarda kalacağını düşünenler bu kez yanıldı. Hrant’ın cenazesinde toplanan ve İstanbul’da kilometrelerce yolu cenazenin ardından yürüyen o çok büyük kalabalık, Türkiye toplumunda bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu. “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” diye bağıran, yakasına bu tür rozetler takan, flamalar taşıyan yaşlı-genç, kadın-erkek onbinlerce insan, azılı Türk milliyetçilerinin, ırkçılarının beklemedikleri bir gelişmeydi. Hrant Dink cinayeti davasının önceden tasarlanmış seyrini belki bu gelişme değiştirdi.

2008 sonunda, bir yüzyıl önce uygulanan tehcir kararı sırasında yaşanan büyük insanlık dramına, insanlığa karşı bir suç oluşturan tehcir uygulamalarına karşı duyarsız kalınmasını, hatta bu olayların inkâr edilmesini vicdanı kabul etmeyen Türkiyelilerin başlattıkları bireysel özür dileme girişiminin gündeme gelmesinin arkasında kabaca bu gelişmeler yatıyor.

Elbette bu metni herkes kendi vicdan muhasebesine dayanarak imzaladı. Dolayısıyla metni imzalayan insan sayısı kadar farklı imzalama nedeni olduğunu söylemek belki en doğrusu. Hiçbir genel amaca indirgenemeyecek, çoğulluğu ve farklılığı içinde anlamlı olan ve birbirlerini bu farklılıkları içinde tamamlayan imzalama nedenleri, aynı zamanda Türkiye’de giderek ağırlığını hissettiren bir ihtiyacı ifade ediyor. Bu, hiçbir tabuya, yasağa, baskıya boyun eğmeyerek, tarihimizle yüzleşme ihtiyacıdır. Metnin özür kısmına takılıp, “acıların paylaşılması”nı yeterli bulduklarını ifade ederek imzalamayanlar da aslında aynı yüzleşme ihtiyacını dile getiriyor. Veya özür dilemenin bireylerin değil, insanlığa karşı işlenmiş bu suçun sorumlularının ve bu sorumlulara sonradan sahip çıkan, etnik temizliği kültürel bir temizlikle tamamlayan devlet otoritesinin yapması gerektiğini belirtenler de...

Özür dileme girişimi aynı zamanda Türkiye’de çok güçlü bir korkunun ve bu korkudan beslenen nefretin daha açık biçimde ortaya çıkmasına yol açtı. Bireysel özür dileme girişimine karşı gösterilen tepkinin bir kısmı, yaşanan olayları bilmemekten veya sadece resmî tarih yazımındaki haliyle bilmekten kaynaklanıyordu. Bu kişilerin zaman içinde bilgi kaynaklarının çeşitlenmesiyle, bugün sergiledikleri şiddetli tepki halinin yerini daha soğukkanlı bir dinleme ve anlama haline bırakması umudu var. Umutsuz olan durum, metinde yazılanları tahrif ederek toplumda bu imza girişimine karşı bir tepki yaratma amacı güden kasıtlı tahrif girişimlerini sergileyenler. Soykırım nitelemesini kullanmayan bir metni, “soykırımı tanıma ve özür dileme” olarak sunmaya çalışanlar, imzacıları vatan hainliğiyle suçlayanlar tabuların bekçiliği görevini canla başla yerine getiriyor .

1944’te ilk kez kullanılan bir kelime olan “soykırım”, 1915 tehcirini ve bunu izleyen kitlesel katliamları yaşayanlar tarafından kullanılamazdı. Tehciri yaşayanlar buna “tehcir” dediler, “kafile” dediler, “kıyım” dediler. Daha sonra “Büyük Felaket” tabiri yerleşti. “Büyük Felaket” tabiri, Anadolu’nun kadim unsurlarından biri olan Ermenilerin bu topraklardaki varlığının neredeyse bütünüyle silinmesini gerçekten bütün ağırlığıyla yansıtıyordu.

1. Dünya Savaşı’nın büyük bir hezimetle sona erdiği günlerde, Osmanlı aydınlarının önemli bir kısmı arasında İttihat ve Terakki yönetiminin gerçekleştirdiği bu kitlesel etnik temizlik girişimini değerlendirme konusunda, suça bulaşmış kişiler ve fanatik Türk milliyetçileri dışında güçlü bir görüş birliği vardı. Tehcir, bir taktil-i nüfus, yani kitlesel katliamdı. Müşir İzzet Fuat Paşa, “İnsanîyete karşı inkâr edilemeyecek ‘İttihadçı’ davranışların vukuunu itiraftan başka çare olmadığı cihetle bunu şerefli, asilane ve tereddütsüz, büyük bir kavmin şanına layık surette ilan etmek bugün en acil vazifedir” diyordu. Halide Edip için durum 1918’de berraktı: “Masum Ermeni nüfusunu katlettik... Ortaçağa ait metodlarla Ermenileri imha etmeye çalıştık”. Birçok yazar ve gazeteci için, “İttihat ve Terakki çetesi bütün anasırı mahvet[mişti]”. Tarihçi Ahmet Refik, tehcir uygulamalarını doğrudan izlediği Eskişehir’de, 20 Eylül 1915’te şöyle yazıyordu:

“En elîm faciaların Bursa’da ve Ankara’da ika edildiği söyleniyordu, evler abluka edilmiş, yüzlerce Ermeni ailesi arabalara doldurularak derelere dökülmüştü. Birçok kadınlar bu feci cinayetler karşısında tecennün etmişlerdi. Ermeni zenginlerinin evleri satın alınmış, takrir verilir verilmez paralar zorla zulüm ile istirdat edilmişti... Bu hareket, beşeriyet namına bir cinayetti. Hiçbir hükümet, hiçbir devirde, bu derece gaddarane bir cinayet ika etmemişti.”1

Ekim 1918’de Ayân Meclisi’nde Ahmed Rıza, Ermenilerin devlet eli ile uygulamaya konan resmî bir politika sonucu imha edildiklerini vurguluyordu. Dahiliye Nazırı Mustafa Arif, Aralık 1918’de, savaş dönemi liderlerinin çetecilik ruhu içinde, tehcir eylemini “en kana susamış çetelerin yapabileceklerini bile geçecek bir tarzda yerine” getirdiklerini, “Ermenileri imha etmeye karar vermiş” olduklarını ve “imha ettiklerini” ifade ediyordu.

Kısacası, söz konusu olan, “tehcir namıyla başlayan bir katliam” ve “bazı anâsırın istîsalî kasdıyla İttihad ve Terakki Merkez-i Umûmîsi’nde tertîb ve memurîn-i mülkiyye ve ‘askeriyyeden bazıları ila ahâlinin bir kısmı tarafından icrâ” edilmiş menfur bir işti. Divan-ı Harb-i Örfi’de İttihat ve Terakki yöneticileri hakkında açılan ana davada, iddianamede yer alan suçlamalar açıktı: “katliam, mülk ve paraları yağmalama, binaları ve cesetleri yakma, köyleri yakma, ırza saldırma, işkence ve edepsizce eziyet”. İddianamelerde, “bir cemâ’at-ı halkının bu sûretle katl ve imhâ’ ve mallarının gâret edilmesi”ne işaret ediliyor ve mahkemeden beklenebilenin, “hukûk-u ‘umûmîye-yi beşer nâmına bir ‘adâlet” olduğu ifade ediliyordu.2

Kasım 1918- Mart 1919 aralığında Türkiye’de hakim olan hava, Ermenilere yapılanları taktil olarak tanımlayarak, bunları lanetlemek ve bu ağır suçları işleyen kişilerin cezalandırılmasını talep etmekti. Yapılanları tanımlamak için o dönemde Müslüman Osmanlı siyasetçileri, hukuk adamları ve gazetecileri tarafından kullanılan, “kanun-ı insanîyete karşı ika edilen cerâim”, “taktil ve tedip”, “katl ve imhâ”, “beşeriyet namına cinayet” ve benzeri tabirler, özür dileme metninde kullanılan Büyük Felaket tabirine denk düşen ağırlıktaydı. Müslüman Osmanlılar bu ifadeleri kullanırlarken, bu katl ve imha politikası nedeniyle ne Osmanlı Devleti’nin, ne Müslümanların ne de Türk Milleti’nin suçlanmasına özellikle dikkat ediyor ve esas suçlu olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti Umumi Merkezi ve yerel yöneticileriyle Teşkilat-ı Mahsusa’yı gösteriyorlardı.

1919 Nisan’ında Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal’in idam edilmesi (Türk ve Müslüman bir devlet yöneticisi gayrımüslimlere karşı işlenmiş cinayetlerden dolayı ilk kez idam cezasına çarptırılıyordu), ardından 15 Mayıs’ta İzmir ve Ayvalık arasındaki sahil şeridiyle, Çeşme yarımadasının Yunan Ordusu tarafından işgal edilmesi, İtilaf devletlerinin işgal gücüne dönüşmesi ve Ermeni katliamını toprak paylaşımının bir dayanağı haline dönüştürmeye başlamaları gibi etmenler, tehcir suçlularına yönelik tepkinin yükselen milliyetçi his tarafından bastırılmasına ve oluşan genel mağduriyet havası içinde cezalandırma talebinin toplumda giderek geri planda kalmasına yol açtı. Buna rağmen Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de hâlâ Ermeni tehcir ve tehcir sırasında yapılanları “fazâhat” yani edepsizlik, alçaklık olarak tanımlamaktaydı.3 Ne var ki bundan altı ay sonra, Aralık 1920’de, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu TBMM, Ermenilere karşı katliam düzenlemekten idam cezasına çarptırılıp, idam edilen Mehmed Kemal ve Mehmed Nusret’in ailelerine emekli aylığı bağlanmasına karar vermekle kalmayacak, bu iki devlet memurunu “millî şehid” ilân edecekti. Bu iki tarih arasında, Ağustos 1920’de Sevr Barış Antlaşması imzalanmıştı. Ermeni sorunu konusunun bir ulusal tabu haline dönüşmesinde Sevr çok güçlü bir perçin işlevi gördü.4 Türk ulusal kimliğinin esas olarak gayrımüslimlere, özel olarak Ermenilere karşı oluşmasından sonra, devlet yöneticilerinin ve toplumdaki kanaat önderlerinin Ermeni sorununa yaklaşımı bütünüyle değişti.

1921’den itibaren tehcirle ilgili eleştirel değerlendirmeler Türkiye’de hızla toplumsal hafızadan silindi. Bu konuda uzun bir sessizlik dönemine girildi. Ermeni Soykırımı’nı tanıma taleplerinin dillendirilmeye başlanması, ASALA militanlarının Türk diplomatlarına ve sonunda THY yolcularına yönelik suikastları, Ermeni sorununun Türkiye toplumu içinde olumsuz biçimde algılanmasını güçlendirdi. Ardından son yirmi yılda yükselen yeni milliyetçilik dalgasıyla, Ermenilerin marûz kaldıkları büyük insanlık dramı konusunda egemen tavır, yaşananları karşılıklı çatışma (mukatele) olarak değerlendirip sıradanlaştırmayı bırakarak, inkâra dönüştü. Hatta sorumluluk hiyerarşisini bile bütünüyle ters yüz ederek, Iğdır’da devlet kararıyla dikilen ve adı resmen Ermeni Mezalimi Anıtı’nda olduğu gibi, zaman zaman Ermenilerin Türklere karşı yaptıkları soykırımdan bahsetme noktasına geldi. 1918’de Ayân Meclisi’nde 800 bin civarında tahmin edildiğinin söylendiği maktul Osmanlı Ermenisi sayısı, 1980 başında Kamuran Gürün tarafından 300 bine indirilmiş, 2000 başlarında dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun çabalarıyla 50 bine düşürülmüştü.

Özür dileme metninde kastedilen duyarsızlık ve inkâr ve bunun yarattığı adaletsizlik esas olarak yukarıda tarif edilen duruma işaret ediyor.

Metnin internet sitesinde imzaya açılmasını beklemeden başlatılan kampanyada, artık Türkiye’de klasikleşmiş olan komplo detektifleri hemen işe koyuldular. Metinde kullanılan Büyük Felaket tabiriyle soykırımın kastedildiğini metin okuma konusunda uzman emekli büyükelçilerden bazıları hemen anlayıp, teşhir etti. Büyük Felaket’in Soykırım’ın eşanlamlısı olduğunu ilan ettiler. Halbuki Türkiye’de Ermenilerin tehcir edilmesi vesilesiyle yapılanları bir soykırım olarak tanımlayan kişilerden bazıları, metinde soykırım kelimesi kullanılmadığı için imzalamamışlardı. Yapılanın bir soykırım olduğuna inanan diğerleri ise, hiç yoktan iyidir diyerek metni imzalamışlardı. Benzer biçimde, özür dilemenin bireylere değil, devlete ait bir sorumluluk olduğunu düşünmesine rağmen, böyle bir metnin imzaya açılmasına önem vererek imzasını esirgemeyenler de vardı.

Ayrıca Ermenilere soykırım yapıldığını iddia etmek Türkiye’de bir suç da değildi. Dolayısıyla bunu açıkça ifade etmenin karşısında herhangi bir yasal engel yoktu. En azından aynı emekli büyükelçilerin genellikle yurtdışında iddia ettikleri durum böyleydi. Dolayısıyla Büyük Felaket’i soykırım olarak okuyabilmek için, Türkiye’de eğitim sisteminin verdiği önemli özelliklerden biri olan okuduğunu yanlış anlama veya hiç anlamama becerisi burada da etkisini göstermişti. Ama okuduğunu anladığını varsaymak zorunda olduğumuz kişiler bu tahrifi yapınca, bu kez durumu başka türlü değerlendirmek gerekiyor. Söz konusu kasıtlı tahrifat, örtük amaç teşhir etme, iç düşmanı tespit etme, hıyanet odaklarını işaret etme görevinin hayata geçirilmesidir. Nitekim, imzacılardan bazılarının yurtdışından, AB’den, Ermenilerden, vs... para alarak bu işi yaptıklarını iddia eden belge ve kanıt imalatçıları hemen işe koyuldular. İnternette dolaşan metinler, kısa zamanda varlık nedeni bu tür yalan haberleri kullanmak olan tetikçi gazeteciler vasıtasıyla basında yer aldı. “Düşmanlardan beslenen içimizdeki hainler ve satılmışlar” kampanyasının başlama düğmesine bir kez daha basılmıştı. “Para karşılığı vatanı satanlar” temasının milliyetçi çevrelerde bu denli rağbet görmesinin, aklı yerinde herhangi bir kişinin ilk bakışta yalan olduğunu görmesi gereken bilgilere insanların heyecanla inanıp, bunları aynı heyecanla etraflarına yaymalarının arkasında yatan psikolojik nedenleri incelemek Türkiye’de acil bir ihtiyaç. Kendini her durumda mağdur ve tehdit altında görme psikolojisi, yetişkin öncesi evreye özgü biçimde olaylara sürekli benmerkezli bakma refleksi gibi nedenlerin yanında, bu tür çığırtkan kişilerin başkalarını kendileri gibi bilmeleri de etken oluyor mudur? Böyle bir psikolojik tahlil yokluğunda bunları bilemiyoruz.

Özür dileme girişimini başlatanların, bu girişimi destekleyenlerin, imzalayanların, ağır mahalle baskısı nedeniyle daha sonra imzalarını geri çekmek zorunda kalan 10’un altında imzacının, imzalamayı samimiyetle istemekle birlikte buna bir türlü eli varmayanların veya bunu imzalama konumunda olmayanların, bütün bu kişilerin imza metninden bekledikleri ortak şey, herhalde bir imza ile sorunu çözmek değildi. İmza girişiminin amacı, bu konuda konuşma kanallarını açmak, acıların paylaşılması için gerekli ilk adımı atmaktı. Esas özür dilemesi gerekenler özür dilemediği için özür dileniyordu bir bakıma. İnkâr, yalan ve nefret söylemlerini Türkiye’de engelleyemedikleri, bunları bir çılgın azınlık söylemi haline getirmeye güçleri yetmediği için insanlar özür diliyorlardı. “Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok. Yani eğer ortada böyle bir suç varsa suç işleyen özür dileyebilir. Ama ne benim ne ülkemin ne milletimin böyle bir sorunu yok” diyen bir başbakana sahip oldukları için özür dilemeye ısrarla devam ediyorlar. “Bu aydınlar bir vicdan patlaması içindeler. Bunların arkasında neler var onu değerlendirecek pozisyondayız” diyen bir “sosyal demokrat” parti lideri karşısında özür dilemenin neden acil bir ihtiyaç olduğunu daha açık biçimde görüyorlar. Türkiye’nin tescilli ırkçıları, radikal milliyetçileri, dünyanın tüm ırkçılarının, radikal milliyetçilerinin benzer durmlarda sergiledikleri tepkiyi sahnelediler. Bu, bir bakıma doğaldı. Ama günümüz Türkiye toplumunun en büyük iki partisinin liderinin bireysel özür girişimine kolkola karşı çıkmaları nedeniyle duyulan utançtan dolayı özür dilenmesi gerçekten bir gereklilik.

Özür dileme kampanyası başka bir konuda da Türkiye’de otoriter devletçi refleksin son derece güçlü olmaya devam ettiğini gözler önüne serdi. İmza girişimi, herhangi bir dış politika gelişmesini dikkate almayan, bu tür gelişmelere hiçbir şekilde müdahale etme amacı taşımayan, özgür bir yurttaş girişimiydi. Ne Türkiye-Ermenistan ilişkilerini ne de herhangi bir devletin “Ermeni soykırımı”nı tanıma veya tanımama girişimini dikkate alıyordu. Türkiye’de binlerce insan vicdanlarında taşıdıkları bir rahatsızlığı bugün ve burada dile getirmeye karar vermişlerdi. Otoriter devletçi zihniyet için işte bu kabul edilemezdi. Neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağına sadece devlet karar vermeliydi. Aslında devlet de değil, devletin sahipleri karar vermeliydi. Özür dileme girişimi, devletin sahiplerinin bu konuda ellerinde tutmaya özen gösterdikleri bir tekeli yıkıyordu. Ayrıca devletin bütün kademelerinin, aralarındaki büyük tepişmeyi bu konuda bir kenara bırakarak, az veya çok ortak tepki göstermesi kadim otoriter devlet refleksinin hâlâ ne kadar canlı kalabildiğini gösteriyor.

Özür dileme girişiminin Türkiye’de güçlü bir tabuyu kırdığını söylemek için daha çok erken. Ama bu kurucu tabuyu daha gözle görünür, dolayısıyla daha sorgulanır hale getirdiği kesin. Özür dileme girişimine karşı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşayan Ermenilerin bir kısmının bir teşekkür metniyle karşılık vermesi, Türkiye’deki metinde soykırım tabiri kullanılmamasına rağmen girişimin Ermenistan’da çok sıcak karşılanması, farklı bir tabunun Ermeni sorununun diğer muhatapları arasında da sorgulanır hale geldiğini gösteriyor. Türkiye’de yüksek yargının, bilirkişi raporlarına rağmen, okuduğunu anlamamakta ısrar ederek, Hrant’a hapis cezası verdikleri ünlü cümlede Hrant tam da bu karşılıklı tabu kırılmasının önemine işaret ediyordu.

Bugün bu özür dileme girişiminin Türkiye’de devletin mağdur kıldığı tüm kesimleri içerecek şekilde genişlemesini talep edenler var. Bir de, özür dilemenin karşılıklı olmasını, Ermenilerin de Türklerden özür dilemesini bir ön şart olarak öne sürenler.

Bir ölçüde makûl gibi gözüken birinci talep aslında, bugün itibarıyla birbirinden çok farklı seviyelerde konumlanan sorunları birbirine karıştırıyor. Birinci talepte esas vurgulanan olgu, Türkiye’de Kürtlerin marûz kaldıkları eziyet, dışlama, cinayet, toplu katliam, sürgün ve yasaklar. Bugün Türkiye’de, Türkiye toplumu içinde bu dışlanmalara, baskılara karşı yürütülen bir mücadele var. Kürt sorununu Ermeni sorunundan farklı kılan en büyük özellik, bugün Türkiye’de Kürt sorununun demokratik yollardan çözümünün ve yakın geçmişte Kürtlere karşı suç işleyenler arasında hayatta olanların cezalandırılmasının mümkün olması. Dolayısıyla Kürt sorununda özür dileme talebinin değil, çözüm ve cezalandırma taleplerinin gündemde olması gerekiyor. Ermeni sorununda ise, artık hiçbir şekilde telafisi mümkün olmayan bir büyük yıkım söz konusu. Bu nedenle, Anadolu’nun kadim ve önemli bir halkının Anadolu coğrafyasındaki fiziki varlığının çok büyük oranda ve kasıtlı olarak yok edilmesi, kültürel varlığının izlerinin de ona yakın oranda ve kasıtlı olarak silinmesi ve buna karşı onyıllarca sessiz kalınması konusunda yapılabilecek ilk iş ve gerekli adımdır özür dilemek.

Karşılıklı özür dilenmesi talebi de, farklı zaman ve yerlerde yaşanan ve failleri farklı olan katliamları, eziyetleri, sürgünleri aynılaştırarak, bunları eşit sorumluluk düzeyinde ele alıyor. Ermeni çetelerinin Van isyanı ile Mayıs 1915’te yürürlükteki anayasaya aykırılığı bariz olan geçici bir kanunla Osmanlı tebaası olan bütün Ermenilerin, etnik temizlik amacıyla ve birkaç istisna dışında tehcir edilmesi, önemli bir bölümünün ölümüne neden olunması ve mallarının yağmalanmasına göz yumulması arasında çok önemli bir fark var. Aynı fark, işgalci Rus Ordusuna dahil olan Ermeni çetelerinin, esas olarak tehcir sırasında yapılan büyük kıyımın öcünü almak için sonradan yaptıkları katliamlarla Osmanlı mülki ve askerî görevlilerinin bir kısmının, dönemin Osmanlı hükümeti sorumlularının, iktidar partisi ve onun yönettiği gizli teşkilatın üyelerinin yasal devlet gücünü kullanarak neden oldukları ve Ermeni milletinin çok büyük bir çoğunluğunu kapsayan ve bir buçuk yıl süren Ermeni tehciri uygulaması arasında çok ciddi bir fark var. Bu fark, katliam suçu faillerinin, bir yanda çeteler diğer yanda devlet görevlileri olmasıdır.

Çete gibi yasadışı bir oluşumun ahali arasında düşman kabul ettiği kesime yönelik bölgesel şiddet eylemleriyle, bir devletin kendi yurttaşları arasında dil, din, ırk farklılığından hareket ederek, bir kesime yönelik bir etnik temizlik harekatı düzenlemesi arasında aynı düzeyde yer alan bir karşılaştırma yapmak, olsa olsa söz konusu devleti bir çete olarak ele almak demektir. Zaten İttihatçı olmayan Osmanlıların 1918-19 aralığında savundukları tez esas olarak budur: Ermeni taktili İttihatçı çetenin işidir ve bu çetenin suçları Ermeni taktilini gerçekleştirmiş olmakla bitmez. Devleti de mahva sürüklemişlerdir!

Bugün ise, İttihat ve Terakki “çetesinin” İzmir suikastı vesilesiyle asılan yöneticileri dışında geri kalan “çete başları”, başta Talât Paşa olmak üzere millî kahramandır. Bildiğimiz kadar büyük kentlerde Enver Paşa Bulvarı yoktur ama hem Ankara’da hem İzmir’de kentin önemli caddelerinden birinin adı, Talat Paşa Bulvarı’dır.5 İstanbul Bahçelievler’deki Talat Paşa Caddesi de keza. Talat Paşa Komitesine gelmeye gerek yok ama Hitler’in izniyle kemikleri Almanya’dan Türkiye’ye 1943 yılında getirilen Talât Paşa’nın mezarı Hürriyet-i Ebediyye tepesinde, Hürriyet Şehitlerinin yanındadır. Tehcir kararını aldırıp, hızla ve neredeyse bir fikri sabitle uygulattığı bir buçuk yıl zarfında, kendi defterine titizlikle tuttuğu hesap cetvellerine göre, bir buçuk milyon Ermeni arasından 972 bininin “defterden kaybolmasının” baş sorumlusu olan kişidir söz konusu olan bu “milli kahraman.”6

Büyük ihtimalle Doğu Anadolu’da Müslüman ahaliye karşı katliamlar yapan Ermeni çetebaşları da bugün Ermenistan’da kahramandır. Ama bu denklik izlenimi, Talât Paşa gibi İçişleri Bakanı ve daha sonra Sadrazam olmuş bir kişinin, III. Ordu Kumandanı Mehmed Vehip Paşa’nın, Trabzon Valisi Azmi Bey’in ve benzer asker ve sivil devlet görevlilerinin, devlet yetkisini elinde tutarak insanlığa karşı suç işlemiş olmalarının yarattığı özgül durumu ortadan kaldıramaz. Bir yanda katliam yapmış silahlı çeteler vardır, diğer yanda sistemli bir etnik temizlik kararı almış ve bunu ısrarlı biçimde ve yönetim yetkisine sahip olduğu tüm coğrafya üzerinde uygulamış olan devlet görevlileri ve onların yönettikleri ve yönlendirdikleri yer alır. İttihat ve Terakki yönetiminin planladığı, uyguladığı ve ısrarlı takipçisi olduğu Ermeni taktili, bir devletin varlık yokluk mücadelesinde çaresizlik içinde sarıldığı bir yol olarak bile savunulması mümkün olmayan, insanlığa karşı işlenmiş ağır bir suçtur. Bir savaş suçu da değildir. Çünkü savaş halindeki bir ordunun düşman ülkenin sivillerine karşı işlediği bir suç da değildir bu. Bir devletin, herhangi bir ayaklanma emaresi göstermeyen, herhangi bir nedenden dolayı suçlu olmayan kendi yurttaşına karşı, erkek, kadın, yaşlı ve çocuk ayırmadan, bu grubun dinsel/etnik özellikleri nedeniyle uyguladığı ve son aşamasına kadar yürüttüğü bir etnik temizlik harekatıdır.

Onlar da bize yaptı diyenler, “onlar” ve “biz”in bu durumda ne olduğunu açıkça belirtmek zorundadır. Bunu yapmaya başladıklarında, işte o zaman bu karşılıklılık iddiasında sarılınan “biz”de yatan ırkçı damar daha açık ortaya çıkar. Nitekim çıkıyor. Bireysel bir özür dileme girişimine karşı bugün kinle, nefretle saldıranlar, milliyetçi söylem arkasına onyıllardır gizlenmeyi başarmış ırkçı özü ele veriyorlar. Bu özür dileme girişimini evrensel bir insani ve ahlaki ilkeden değil, bir ahlaki sorumluluk duygusundan değil, özgül bir vicdani duruştan da değil, bütünüyle kendi merkezli dünyalarından değerlendirerek nefretle karşı çıkanlar, bunun arkasında dış ve düşman güçlerin parmağını ve maddi menfaat beklentisini aramak ihtiyacı duyuyor. Çünkü bu ülkede, kendisinin doğrudan hiçbir dahlinin olmadığı bir konuda, karşılığında hiçbir menfaat beklemeden, hiçbir siyasal oyun içinde olmadan, sadece vicdanının sesini dinleyerek konuşan ve eyleyen yurttaşların harekete geçmesinden, ihtiyaca göre değişen değerlerden değil, evrensel ilkelerden hareketle insani bir duruş sergilemelerinden büyük bir rahatsızlık duyuyorlar.

Özür dileme girişimine katılanlar ne Türkiyeli Ermenilere, ne Ermenistan ve diasporada yaşayan Ermenilere ne de AB veya ABD’ye değil, esas olarak Türkiye toplumuna yüzlerini dönerek konuşuyor. Ve galiba inkârcıları, ırkçıları ve devlet aklını tekelleri altında tutmak isteyenleri en çok bu tedirgin ediyor. Eğer gerçekten tedirgin oluyorlarsa, o zaman bu özür dileme girişimi amacına doğru ilerliyor demektir.

1 Ahmet Refik (Altınay), İki Komite İki Kıtâl, Kebikeç Yayınları, 1994 (ilk baskı, İstanbul, 1919).

2 Ahmet Refik’in ki dışındaki alıntılar için, bkz. “Tehcir ve Taktil” Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları, derleyenler: Vahakn N. Dadrian ve Taner Akçam, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Aralık 2008. Osman Selim Kocahanoğlu’nun derlediği, İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması kitabında ( Temel yayınları,1998) yer alan dönemin bazı sorumlularının ifadeleri.

3 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, M.E.B. Yayını, c.1, 1945, s.49.

4 Ermeni konusunda bugüne kadar var gücüyle işleyecek olan tabunun oluşumu için, bkz. Baskın Oran, “Son Tabu”nun kökenleri: Türkiye kamuoyunun Ermeni sorunundaki tarihsel-psikolojik tıkanışı”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, 24-25 Eylül 2005, İstanbul Bilgi Üniversitesi.

5 Bu durumu, Ekşi Sözlük’te Talat Paşa Bulvarı maddesinde yer alan bir değerlendirme mükemmel özetliyor: “Önünden her geçtiğimde, tabelasını bir Ermeni görse ne hisseder diye düşündüğüm utanç caddesi. Saraybosna’da Ulica Radovan Karadzic diye bir cadde olsa ne hissederiz diye düşünürüm peşi sıra.”

6 Murat Bardakçı, Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi, Everest Yayınları, 2008.