Kürt Açılımı: Dinamikler, İmkanlar, İhtimaller

Bütün gelişmeler, Kürt sorununda “yeni” bir döneme girdiğimize işaret ediyor; belki de buna, “yenilikler” içeren bir dönem demek daha doğru olur. Zira “eski” ile “yeni” arasındaki ilişkinin rengi henüz netleşmiş değil.

Hükümetin önce “Kürt açılımı”, sonra “demokratik açılım” olarak adlandırdığı girişimin kamuya dönük ilk açık işareti, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den gelmişti. Gül, Mart ayı başında “Kürt sorununda önümüzdeki günlerde iyi şeyler olacağını” belirtmiş, bu mesaj, çeşitli çevrelerde beklentiler yaratmıştı. Gerçi bu mesajdan sonraki günlerde ve aylarda somut bir gelişme olmadı. Bu nedenle, bu beyanın da, bundan öncekiler gibi soyut bir niyet açıklamasından öte bir anlam taşımadığı şüphesi kamuoyunda haklı olarak belirdi. Fakat Başbakan Erdoğan’ın 23 Temmuz’da yaptığı, “buna ister ‘Kürt sorunu’ deyin, ister ‘Güneydoğu sorunu’ deyin, ister ‘Doğu sorunu’ deyin, isterse yine son olarak adlandırılan ‘Kürt açılımı’ diyelim, ne dersek diyelim, bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık” şeklindeki açıklama, Hükümet’in niyetinin “ciddi” olduğunu gösterdi. Erdoğan, aynı açıklamada, çalışmaları koordine etme görevinin İçişleri Bakanlığı’na verildiğini de belirtti. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 29 Temmuz’da bir basın toplantısı düzenleyerek, çalışmaların “yöntem ve üslubu” hakkında bilgi verdi ve bir bakıma “süreci” resmen başlatmış oldu.

KONTROLLÜ AÇILIMDAN “AÇIK” AÇILIMA

Bu açılıma kadar, yedi yıllık hükümet döneminde, AKP’nin “Kürt sorunu”na yaklaşımı, arada farklı tonlarda konuşma denemeleri olsa da, esas itibariyle yerleşik devletçi çerçevenin içinde kaldı. Bunun en bariz kanıtı, Erdoğan’ın, meseleyi “geri kalmışlık ve bölgesel eşitsizlik” noktasına indirgeyen; çözümü de, ekonomik tedbirlerde gören beyanlarıdır.

Mesela AKP’nin ilk hükümet döneminin hemen başında, Moskova ziyareti sırasında (Aralık 2002) yanına gelerek Kürt sorununun çözülmesini isteyen bir Kürt işçisine Erdoğan, “düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” demiş, böylece sorunun siyasal boyutunu kabul ettiği anlamına gelebilecek bir diyaloga girmekten kaçınmıştı.

Erdoğan, bu yaklaşımı çok net bir biçimde dile getirdiği açıklamalarını ise, 24 Şubat 2004’te CNN Türk’te yayımlanan “Başbakanla Özel” programında yapmıştı:

“Benim DEHAP’la bu noktada o tür bir mücadeleye girmemin anlamı yok. Sorunun temelinde, birinci derecede, siyaset yatmıyor. Birinci derecede, ekonomi yatıyor. Ekonomik imkânsızlıklar siyasetin en büyük malzemesi oluyor Güneydoğu’da. Kürt ideolojisi üzerine inşa edilmiş bir siyaset tutmaz. Artık siyasette ideolojiler dönemi bitmiştir. Bunu vatandaş yutmaz. Vatandaş şu anda bize işsizliği nasıl gidereceksin, bunu soruyor. Siz doyurun karnını bakın bakalım ortada böyle bir şey kalıyor mu?”

AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımının bir diğer ayağını, Kürt siyasal hareketini etkisizleştirme, ondan sonra da “kontrollü açılım” yapma politikası oluşturuyordu. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Diyarbakır’ı almaya odaklanmış hırslı strateji, bu politikanın simgesel dışavurumuydu. Seçim sonuçları, bu politikanın çöküşü anlamına geliyordu. DTP’nin şahsında Kürt siyasal hareketinin sergilediği dinamizm ve elde ettiği destek, aynı zamanda, yeni “açılım”ı hazırlayan/zorlayan en önemli faktörlerden biridir.

Bu açılımın yolunu hazırlayan başka faktörler de var; ama önce burada nelerin “yeni” olduğunu tespit etmeye çalışalım.

Hükümetin “Kürt açılımı”yla ilgili çalışmalarının ilk evresini, çalıştaylar serisi ve yoğun görüşme trafiği oluşturdu. Bunlar arasında en çok yankı uyandıranı, Polis Akademisi’nde düzenlenen çalıştay oldu. 1 Ağustos’ta “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” adıyla yapılan ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın da hazır bulunduğu bu çalıştaya, on beş köşe yazarı davet edildi. Burada yepyeni bir fikir, sorunu bir anda çözecek sihirli bir formül ortaya atılmadı. Asıl “yenilik” ve “farklılık”, konuşulanlardan çok, bizatihi böyle bir çalıştayın yapılmış olmasında yatıyordu.

Yirmi beş yıldır şiddetin gölgesinde, tabu ve yasaklarla kuşatılmış bir mesele, Polis Akademisi gibi bir mekânda hükümeti temsil eden bir Bakan’ın huzurunda, herhangi bir sansür ve çekince olmadan bütün açıklığı ve ayrıntılarıyla konuşulmuş oldu. Aslında bu da bir “ilk” sayılmaz. Zira Turgut Özal’ın Başbakan ve Cumhurbaşkanı sıfatıyla bu tür görüşmeler yaptığı; sonraki dönemlerde de, bu çapta olmasa bile, benzer temasların gerçekleştiği biliniyor. Buradaki “yenilik”, çalıştayın kamuoyuna ilân edilmiş ve toplumun gözü önünde vuku bulmuş olmasıdır. Bu durum, Kürt sorununun, devlet katında sadece önceden belirlenmiş kelimelerle ve sınırları katı bir şekilde çizilmiş bir çerçevede konuşulmasına izin veren resmî ve gayrı resmî politikanın çökmesi anlamına geliyor. Bu duvarın yıkılması, sadece sembolik bir etki doğurmakla kalmaz; aynı zamanda bugüne kadar geçerli olan siyasal kodların yeniden tanımlanmasına da yol açar. Böylelikle, resmî ortamlarda Kürt sorunuyla ilgili söz söylemek, birilerinin “mahfuz alanı” olmaktan çıkmaya başlar.

Böyle bir mahfuz alanın varlığı, Kürt sorununun “devletleştirilmiş” olmasının bir yansımasıydı. Devletleştirme, siyasal aktörlere, Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarını resmî alanın hassasiyetlerine uygun bir şekilde ve bu alanın sınırları içinde kalarak yapmalarını dayatıyordu. En önemli hassasiyet ise, toplumun bu sorunla ilgili tartışma ve çözüm arama süreçlerine hiçbir şekilde katılmamasıydı. Sistemin büyük siyasi aktörleri, çalışmalarını bu hassasiyete riayet ederek yürüttüler. Arada bir “raporlar” hazırladılar, ama bunları gündemde tutmak konusunda bir çaba sarf etmediler; hatta sistemin hassasiyetleri gerektirdiğinde, bu raporları unutturma vazifesini büyük bir hevesle ifa ettiler.

Şimdi Kürt sorunu, gerçek anlamda “siyasallaşma” yoluna giriyor. Artık siyasi aktörler, bu konudaki görüşlerini inandırıcı argümanlarla kamuoyunun hakemliğine sunmak zorunda kalacaklar. Aksi takdirde, anti-politik, yani siyaset karşıtı bir konuma savrulmaları kaçınılmazdır.

ANTİ-POLİTİK HATTIN AKTÖRLERİ

Anti-politik hat, çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Mesela içeriksiz sözlerle, bayat klişelerle ve absürd tartışmalarla süreci bloke etme tutumu olarak karşımıza çıkabilir. Bu tutumun temsilciliğini CHP yapıyor. CHP, “oyunu kilitleme” çabasında; kendisi bir oyun kurmaya yanaşmadığı gibi, oyunun akmasını da engellemek istiyor. Böylece mevcut sistemin özünü koruyabileceğini hesaplıyor. CHP’nin bugüne kadar uyguladığı temel taktik, “açılım”ı usûl tartışmasında boğmaktan ibaret görünüyor. Hükümeti en fazla sıkıştırabileceğini düşündüğü nokta ise, “açılım”ın içeriğini bir an önce ilân etmeye zorlamak. Böylece on yıllardır izlenen politikaların yarattığı bütün sıkıntıları hemen hükümetin önüne dikmek ve savaştan kaynaklanan acıları hükümete karşı harekete geçirmek istiyor. Oysa hükümet, demokratik siyaseti merkeze alan bir başlangıç yapmakla, toplumun tüm kesimlerinin bu sıkıntıları görmesini ve acılarla yüzleşmesinin yolunu açmıştır. Doğru olan da budur. Mamafih CHP çevresinin esas korkusu da, demokratik siyaset kanallarının daha fazla derinleşmesidir. Zira onlar, siyaset toplumsallaştıkça, tutunmaya çalıştıkları yalan sisteminin köhnemiş dilinin hükmünü yitireceğini öngörüyorlar.

CHP’nin, demokratik siyaset sürecinin olağan dinamiklerinin serpilmesini önleme çabalarında başvurduğu bir yöntem de, Orduyu sahaya çekme ve “açılım”a karşı tavır almaya zorlama. Asıl meselesi bu olmamakla birlikte, MHP’nin de bu yöntemden medet umar noktaya gelmesi ilginçtir. Neticede Genelkurmay da, bu davetleri karşılıksız bırakmadı, “kırmızı çizgileri” vurgulayan bir açıklamayla sahada olduğu hissini vermeye çalıştı. Ancak Genelkurmay’ın bu çıkışının, onu davet edenlerin bekledikleri etkiyi yarattığı söylenemez. Esasen “açılım”ın mümkün olması, Ordunun sistem içindeki gücünün “sivil siyaset” lehine dengelenmesi ve Kürt meselesindeki prestijinin azalmasıyla doğrudan bağlantılıdır. 27 Nisan muhtırasının geri tepmesi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonuçları, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Ergenekon operasyonu gibi gelişmeler, ordunun iktidar konumuna küçümsenmeyecek darbeler vurmuştu. Aktütün ve Dağlıca olayları ile sınırötesi operasyon fiyaskosu ise, ordunun “PKK’yla mücadeledeki başarısı”nın dolaysız ve dolambaçsız bir şekilde sorgulanmasını sağladı. Güç ve prestij kaybı, ordunun “sivil siyaset”e cepheden taarruz etmesini zorlaştırıyor. “Açılım”a açıkça karşı çıkmaktan kaçınma tutumunun temelinde yatan önemli faktörlerden birinin bu olduğu söylenebilir. Bununla beraber ordu, açılıma açıkça destek verdiği havasının yerleşmesini de istemiyor. Zira böyle bir durum, ordunun sistem içi iktidar savaşında telafisi neredeyse imkânsız zayiat vermesiyle aynı anlama gelecektir. Bu nedenle ordu, bol yuvarlak sözün yer aldığı açıklamalarla “ne tam destek ne de köstek” şeklinde özetleyebileceğimiz bir konumda durmaya çalışıyor.

“Sivil-askerî güçler dengesi”ndeki bu diziliş, CHP’yi de zor durumda bırakıyor. Baykal, bir yandan, ordunun boşalttığı yeri doldurmaya çalışıyor; ama bunun siyasette istikbal getireceğinden emin olamadığı için, sanki sivil siyaset alanını terk etmek istemiyormuş gibi davranıyor. Kürt sorununda demokratik siyaset üzerindeki vesayetin sarsılması, CHP’nin kendi mazisi ve atisiyle ciddi bir hesaplaşmaya girmesi ihtimalini de kuvvetlendiriyor. Şayet kendi içindeki ve ülke içindeki gelişmeler sonucunda CHP, demokratik siyaset eksenine yanaşmak mecburiyetinde kalırsa, hem Kürt sorununun “çözüm”ü kolaylaşacak, hem de siyasal sistemin yeniden yapılanması daha sancısız gerçekleşecek.

İkinci ve oldukça tehlikeli anti-politik tutum ise, siyasal alanın terörize edilmesidir. MHP’nin açılımın başından beri kararlılıkla izlediği yol budur. Devlet Bahçeli’nin açıklamaları; sertlik, sindirme ve kutuplaştırma konusunda hiçbir sınır tanımama eğiliminin ürkütücü örnekleriyle doludur. Bahçeli, hükümetin açtığı yolun Kürt sorununu “devletleştirme” modelinin sonunu getirme potansiyeline sahip olduğunun farkındadır. Siyasallaşmış bir Kürt sorununda MHP’nin, bugüne kadar izlenmiş devlet politikaları dışında söz üretme ve söyleme imkânı olmadığını bilen Bahçeli, devletten boşalan alanı doldurmaya oynamaktadır. Devletin satıldığı temasını işleyen Bahçeli, MHP’nin bir süredir terk eder gibi göründüğü “devletin sahibi olma” anlayışına ve “devleti kurtarma” misyonuna dönüşün sinyallerini güçlü bir şekilde veriyor. “Bölücülük”, “ihanet”, “vatanı satmak” gibi siyasal alanı zehirleme işlevi gören sözcükleri bu kadar haşin bir üslupla ve bol miktarda kullanması, bunu açıkça gösteriyor. MHP, bu tavrıyla sıvası dökülen, duvarları çatlayan ve çökmeye yüz tutan “kutsal Türk devleti” modelini ayakta tutmaya, giderek yeniden tahkim etmeye çalışıyor. Ancak bunu yaparken, sokağın kaynamasına, kişileri ve toplulukları hedef alan şiddet eylemlerine adeta zemin hazırlıyor. Bu yolun Türkiye için ne anlama geldiğini, 1970’lerin kanlı karanlık tecrübeleri yeterince anlatıyor.

MHP ile CHP arasında ilk bakışta “boşluk doldurma çabası” açısından bir fark olmadığı düşünülebilir. Lakin arada gelişmelerin yönünü belirleyebilecek derecede önemli farklar var. MHP, tüm gelenekleri, gayrı resmî ideolojisi ve gayrı nizami yöntemleriyle “devlet”in yerine talipken; CHP, en fazla ve azıcık mahcubiyetle, iktidar sistemindeki ağırlığı ve resmî ideolojinin muhafızlığı rolüyle “ordu”yu ikame etmeye niyetleniyor. MHP, “mevcut devlet yapısı”nı gayrımeşru ilân etmeye ve mevcut hukuku çiğnemeye hazır olduğu anlamına gelecek açıklamalar yaparken; CHP, “yasalcılığın” dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Bu nedenle, CHP demokratik siyasete kapılarını aralık tutarken; MHP kendi tutumunda hiçbir esnekliğe yer bırakmıyor.

Kürt sorununda demokratik siyasetin önünün açılması, yani tartışmaların ve arayışların toplumsallaşması, hem çözüm sürecine girebilmek bakımından, hem de sistemin demokratik dönüşümü açısından hayatî önem taşıyor. Zira siyasal alanı ipoteklerden ve milliyetçi/devletçi tahakkümden kurtarmak, aynı zamanda demokratik siyaset kanallarının ve kültürünün gelişmesi için büyük imkânlar sunuyor. Toplumsal barışın geleceği de; demokratik siyaseti, aslında genel olarak siyaseti işlevsizleştirmeye dönük hamlelerin başarı şansıyla yakından bağlantılıdır.

TOPLUMSAL BÖLÜNMÜŞLÜK HALİ VE KÜRTLER

Kürt sorununda çözüm tartışmalarının demokratik siyaset zeminine oturmasını engelleyen, en azından zorlaştıran faktörlerin başında, birbirleriyle iletişim kanalları çok zayıf iki ayrı kamuoyunun bulunması geliyor. Bu açıdan, Türkiye uzun yıllardır bir “bölünmüşlük hali” yaşıyor. Devasa bir acının birbirine yabancı iki ortağını andırıyor Türkler ile Kürtler. “Muhataplık” meselesini, öncelikle buradan ele almak gerekir. Bu iki halk, birbirlerine hitap etmeyi bilmeyen, birbirlerinin dilini tanımayı becerememiş, birbirlerinin ruhlarından bihaber ikiz kardeşler gibiler. Yirmi beş yıldır devam eden şiddet, bu yabancılaşmayı iyice derinleştirdi.

Türkiye’nin genel ve geniş kamuoyunda Kürtlerin ve onların siyasal hareketlerinin ruh halini bilen veya merak eden kişilerin sayısı son derece sınırlı. Kürtlerin varlığını inkâr üzerine kurulmuş egemen/resmî ideoloji, toplumsal algıyı öylesine belirlemiş ki, pek çok kimse Kürtleri tanımanın bir gereklilik olabileceğini aklına bile getirmez. Varlığın inkârı, Kürtleri küçümseyen ve aşağılayan bir yaklaşımı da adeta olağanlaştırdı.

Bu yabancılaşma, bu kopukluk, Kürtlerde ve onların siyasi temsilcilerinde başka türden bir hitap sorunu yaratmış. Türkiye siyasal kültürünün güçlü özelliği olan “kendi cemaatine konuşma, kendi dünyasına sıkışma” hali, bu yabancılaşmayla birlikte Kürt siyasal hareketine de fazlaca sinmiş. Bütün bunlar, Kürt siyasetçilerinin “Türk kamuoyu”na ulaşma yeteneğini epeyce zayıflatmış.

Açılımın, her şeyden evvel, bu tıkalı iletişim damarlarının açılmasını sağlayacak dil, üslup ve araçlar üretmesi gerekiyor.

DTP’nin “açılım süreci”nin başından itibaren bir bocalama havasına girmesinde, bu yabancılaşmanın ve yabancılaşmadan doğan kireçlenmenin önemli payı var. Lakin Kürt siyasal hareketinin reflekslerini belirleyen çok yönlü karmaşık faktörler demetini dikkate almadan meseleyi buna indirgemek de kolaycılık olur.

Bir defa, Kürt siyasal çevrelerinde, uzak ve yakın tarihten, Kürtlerin Türkiye’deki ve yaşadıkları diğer ülkelerdeki olumsuz tecrübelerden beslenen ciddi ve anlaşılabilir bir güvensizlik hâkim. Bugün de, PKK’nın ulusal ve uluslararası aktörlerin işbirliğiyle siyaseten etkisizleştirilmek, ardından örgütsel olarak tasfiye edilmek istendiği şüphesi bu çevrelerde çok yaygın. Özellikle hükümetten ve/veya devletten gelen “çözüm”le ilgili girişimler, bu şüphenin gölgesine düşüyor. Böyle olunca, “açılım” sayılabilecek ve bu çevrelerin talepleriyle de örtüşen adımlar, titiz bir değerlendirmeye tabi tutulmadan, katı bir defansla karşılanıyor. TRT Şeş’le ilgili tutum bunun tipik örneğidir. DTP, “tasfiye planları”nı kolaylaştıracağı kaygısıyla, bu girişimlerin tartışılacağı siyasal süreçlere mesafeli yaklaşıyor. Sonuçta ortaya, DTP’nin AKP hükümetine karşı, Kürt cephesinden CHP tarzı bir muhalefet yaptığı, yani “negatif siyaset” izlediği şeklinde bir manzara çıkıyor.

MUHATAPLIK MESELESİ

Çözüm tartışmalarının alevlendiği zamanlarda DTP’nin PKK’yı ve Öcalan’ı “muhatap” olarak işaret etmesinde bu faktörün etkisi büyüktür. Öcalan bile DTP’nin sorumluluk üstlenmesi gerektiğini söylediği halde, DTP bu beceriyi gösteremiyor. “Tasfiye motifi”, DTP’nin hareket kabiliyetini kilitleyen bir kâbus haline geliyor. DTP, her seferinde ısrarla “akan kanın durması”nı istediğini vurgulamakla birlikte, şiddet sorununun çözümü için nasıl bir yol ve yöntem izlenmesi gerektiği konusunda bir görüş veya tavır geliştiremiyor. Esasen silahlı örgütün de işin içine katıldığı siyasallaşma hedefine yönelik projelerin üst başlığı olan “silahsızlandırma” terimi bile bu çevrelerde büyük alerji yaratıyor.

“Muhataplık” meselesinin ve Öcalan’ın adının sürekli ön plana çıkarılması da, siyasal alanın dışına savrulma sonucunu doğuruyor. DTP, Öcalan’ın aksi yöndeki ısrarlı açıklamalarına rağmen, bu tutumdan bir türlü vazgeçmiyor. Öcalan, avukatlarıyla yaptığı son görüşmelerden birinde şunları söylüyor: “Herkes sorunun çözümünü bana havale etmeye çalışıyor. İşin içinde birçok faktör var. Ben bu faktörlere hakim değilim. Haber de alamıyorum, birçok şeyden haberim yok. Kaldı ki sosyal olaylar böyle gelişmez, tek kişi üzerinden yürümez. Sosyal olayların gidişatı çok yönlüdür. Bunu iyi kavramak gerekiyor.”

Bütün bunlar, DTP’yi apolitik ve giderek anti-politik bir çizgiye savuruyor; siyasal aktör kimliğinden uzaklaştırıyor. Oysa Kürt sorununda devlet vesayetinin kırılmaya başladığı, sivil siyasetin ağırlık kazandığı bir ortamda, şartlar DTP’ye, yapıcı bir rol oynama konusunda büyük imkân sunuyor. DTP, “tasfiye” ihtimali dahil birçok hususta gidişatı etkileme potansiyeline sahip olduğunun farkına vararak bu şartları ve daveti iyi değerlendirme göreviyle karşı karşıya duruyor.

Mamafih DTP’nin belirleyici bir siyasal aktör haline gelmesinin önünde ciddi engeller bulunduğunu da teslim etmek gerekir. Bunların başında, DTP ile PKK arasındaki, DTP’nin özerkliğini ve spontane hareket kabiliyetini fazlasıyla sınırlayan ilişkinin niteliği geliyor.

PKK, kendisinin ve Öcalan’ın “muhatap” alınmasında ısrar ettikçe; DTP’ye de, kendi siyasal varlığının sorgulanması pahasına, aynı yola sapmaktan başka bir seçenek bırakmıyor. PKK’nın doğrudan bir siyasal aktör olarak sahne almasının pek çok açıdan zor göründüğü bu ahvalde ise, siyasetin Kürt kanadı eksik kalıyor.

Etnik temelli silahlı çatışmaların sonlandırılması, bu çatışmalara kaynaklık eden sorunun çözümüne giden yolda hayatî önem taşıyan bir aşamadır. Çatışmaları durdurmada en elverişli yolun hangisi olduğu; ilgili toplumun şartlarına, çatışmanın niteliğine ve sorunun özelliklerine göre belirlenir. Örneğin, toplumun açıkça iki cepheye ayrıldığı, bu ayrışmayı “coğrafî ve demografik” açılardan teşhis etmenin kolay ve cepheleri temsil eden tarafların belirgin olduğu durumlarda, “çatışmanın iki taraf arasındaki müzakerelerle çözülmesi”ni öngören bir strateji makûl olabilir. Bu stratejinin nihaî hedefi, hem silahlı çatışmayı sonlandıracak hem de çatışmanın temelinde yatan sorunu çözecek bir anlaşmaya ulaşmaktır. Burada, her iki tarafın, temsil ettikleri gruplar adına konuşmaya ve karar almaya tam yetkili olduğu kabul edilir.

Buna karşılık, ayrışma tablosunun bu kadar sade olmadığı toplumlarda, “müzakere stratejisi”nin, temeldeki sorunu çözmeye uygun bir yol olduğu söylenemez. “Çatışma çözümü” konusundaki akademik çalışmalar ve çeşitli dünya deneyimlerinden çıkarılan dersler bunu gösteriyor. Bu gibi toplumlarda, etnik ve sosyal sorunlar arasında çok daha karmaşık bir ilişki, çok boyutlu bir iç içelik söz konusudur. Münhasıran iki aktörün var olduğu kabulüne dayanan ve iki grubun taleplerinin belli noktalarda toplanabileceğini varsayan bir yaklaşım, bu karmaşıklığı çözemez.

Ancak bu özelliklere sahip toplumlarda, genellikle çatışmaların sonlandırılması, silahlı örgütün işin içine katıldığı yöntemlerle mümkün olabilir. Temeldeki sorunu çözmenin yolu, uzun vadeli ve aşamalı bir proje çerçevesinde birbiriyle bağlantılı çeşitli adımların atılmasından geçer. Şiddet, bu yolun önündeki en büyük engeldir. Zira şiddet devam ettikçe sorunların kaynağına yönelik bir tartışma yürütmek çok zordur. Şiddetin kendisi ve şiddeti bir yöntem olarak kullanan örgütün varlığı, bütün sorunların üzerini örten bir kara bulut işlevi görür. Bu nedenle, önceliğin “şiddeti sona erdirecek tedbirlere” verilmesi şarttır.

Bunca karşılıklı kaybın ve birikmiş acının üzerine bir “barış projesi” inşa etmek; şiddetin yarattığı rant mekanizmalarına ve alışkanlıklara rağmen “yeni bir dil ve yeni bir yol” oluşturmak kuşkusuz kolay değildir. Ancak yeni bir dünya yaratmak istiyorsak, başka çaremizin kalmadığını da görmek zorundayız.

BİR BARIŞ PROJESİ İÇİN

Açılım süreci başladığından bu yana, “şiddeti sona erdirmenin yolları” üzerinde her zamankinden daha ciddî bir tartışma yürüyor. Hükümet, temkinli ve ürkek de olsa, “yeni yollar”ın denenebileceğini ima eden açıklamalar yapıyor; mesela, dünyanın başka yerlerinde ve uluslararası literatürde, şiddeti sona erdirmeye ve temeldeki sorunu çözmeye yönelik kapsamlı projelerin anahtarı olarak kullanılan “silahsızlandırma” kavramını telaffuz ediyor.

Bu kavram, “af” veya “eve dönüş” gibi “tek taraflı bir girişimi değil, çok taraflı bir etkileşimi” yansıtır; yani, bir yandan şiddeti sona erdirecek şartları yaratma konusunda “devletin belirleyici rolü”ne gönderme yaparken; diğer yandan “silahlı aktörün hesaba katılmasını ve işin içine çekilmesini” öngörür. Atılacak adımların sonuç verebilmesi için güçlü bir kamuoyu desteğinin varlığı da, “çoklu etkileşim”in diğer ayağını oluşturur.

“Silahsızlandırma” kavramı eksenine oturtulacak bir projenin başka unsurlar da içermesi gerekir. Şiddeti ve şiddet kullanan örgütü, genel sorunun bir ürünü ve parçası olarak görme öncülüne dayanan bu unsurları, kısaca “siyasallaşma ve reform” şeklinde adlandırabiliriz.

Bu kısa açıklamaların da göstermiş olması gerektiği üzere, coğrafî ve demografik sınırların belirsiz olduğu, etnik ve sosyal sorunların kolayca ayrıştırılamayacağı çatışma örneklerinde; toplumun tümünü özne/aktör olarak gören, çatışmayı yaratan faktörlerin etkileşimini ve sorunu oluşturan boyutların bütünselliğini kavramaya elverişli bir anlayışa ihtiyaç var. “Toplumsal dönüşüm stratejisi” adı da verilen bu yaklaşım, ancak demokratik siyaset imkânlarının alabildiğine genişlediği şartlarda gerçek bir seçenek olarak işleme şansı bulabilir.

Ne var ki, hükümet, bir yandan demokratik siyasetin önünü açacak adımlar atarken, diğer yandan şiddeti sona erdirecek “yeni yöntemler” konusunda yeterince güven vermiyor; hatta ürkeklik ve temkini fazlaca abarttığı ve bunun sonucunda eski yöntemlerden medet umma noktasına savrulduğu şüphesini uyandıracak şeyler yapıyor. Hükümet kanadında ağırlığı “diplomasiye” verme eğiliminin belirginleşmesi ve “güvenlik politikası dili”nin paslı jargonuna dönüldüğüne dair örneklerin çoğalması; Kürt siyasi çevrelerinde zaten güçlü olan “tasfiye endişesi”nin iyice belirleyici hale gelmesine yol açıyor. Bu endişenin belirleyici olması demek, demokratik siyaset mekanizmalarına yüz çevirme baskısının da yoğunlaşması demektir. Böyle devam ederse, Kürt siyasi hareketinin “açılım”a uzak, hatta karşı duracağının sinyalleri de zaten giderek artıyor. Nitekim Öcalan, 18 Eylül’de yayımlanan “görüşme notları”nda bu “endişe”yi dile getiriyor: “Son dönemdeki gelişmeler şüphelerimi arttırdı. Şüpheleniyorum, şüphelerim var. Biri tutukluyor, operasyon yapıyor, diğeri açılım diyor. Bu açılım mıdır, tasfiye midir, tuzak mıdır, sahtekarlık mıdır, çözüm müdür, emin olamıyorum, bilemiyorum.”

Açılım karşıtlarının sert muhalefetinin de etkisiyle hükümetin “güvenlik dili”ne meyletmesi, başka açılardan da ciddi sıkıntılar yaratabilir.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ikinci basın toplantısında ilk işaretleri verilen, Başbakanın ve diğer bazı hükümet üyelerinin açıklamalarıyla biraz daha belirginleşen “dil” değişikliğini, sadece açılım karşıtlarının sert muhalefeti karşısında taktiksel bir geri çekilme olarak görmek, eksik bir değerlendirme olur. Bu ilk önemli “ricat”, AKP’nin “demokratik açılımlar” söz konusu olduğunda sergilediği zaaflarla da yakından bağlantılıdır.

AKP, açılımı “Türk kamuoyu”na anlatırken, en iyi bildiği dil olan “pragmatizm”i kullanmayı tercih ediyor ve bütün ağırlığı “akan kanın durması”na veriyor. Bu argümanı öne çıkarmak, başlı başına yanlış değil; ama sistemin koordinatlarını değiştirme potansiyeli olan böyle kapsamlı bir “açılım”ı sadece bu argümanla yürütmek de mümkün görünmüyor. Başka bir deyişle, hükümet, “kanın durması” için yapmayı planladığı şeyleri, sadece faydacı gerekçelerle savunamaz; muhalefetin muhtelif itirazlarına inandırıcı cevaplar vermek, açılımın taşıyıcılığına soyunmuş olan hükümetin kaçamayacağı bir görevdir. Mesela dil haklarıyla ilgili düzenlemeler yapacağı zaman, bunların neden meşru olduğunu da anlatacak bir dil bulmak zorunda. Sadece “kanın durması” için mecburen ve tabii kerhen bu yola başvurduğunu ima veya ifade eden bir söylem, haklarla ilgili düzenlemelerin “Türk kamuoyu”nda büyük ihtimalle birer “taviz” olarak görülmesine ve katlanılması gereken bir kötülük olarak algılanmasına yol açacaktır.

Böyle bir dil, açılımın esasen zayıf olan toplumsal tabanını ve demokratik dayanaklarını fazlasıyla zedeleyecektir. Gerçekten de, bugün bu açılıma “demokratik meşruiyet telakkisi”yle destek veren geniş bir toplumsal tabanın var olduğu kolay kolay iddia edilemez. Açılıma bu ruhla sahip çıkması en muhtemel kesim olan Kürtlerde bile, kayıtsız şartsız bir destekten değil, olsa olsa kuşkucu ve temkinli bir bekleyişten söz edilebilir. CHP ve MHP tabanlarının durumu malûm. Ortada demokratik ve özgürlükçü kitlesel bir sol siyasal aktör de bulunmadığına göre, geriye AKP’nin üzerinde yükseldiği toplumsal kesimler kalıyor ki, burada da aktif bir sahiplenmeden ziyade, faydacı mülahazalara dayanan pasif bir destekten dem vurulabilir. Şayet AKP, açılıma münasip gördüğü “demokratik” niteliğin gereklerine uygun davranmaz, yani hak ve özgürlükler, eşitlik ve temsil üzerine kurulu bir dil tutturamazsa, açılımın toplumsal barış, demokrasi ve “milli bütünleşme” gibi sonuçlar üretmesi çok zor olur. Aksi durumda ise, hem AKP’nin kendisi, hem de temsil ve hitap ettiği geniş muhafazakâr kitle, demokrasi kültürü ve diliyle daha fazla haşır neşir olmak mecburiyetinde kalacak; bu ise, Türkiye’nin demokratik dönüşümüne önemli katkı sunacaktır.

Kürt sorununun Türkiye’de siyasal sistemin bütün unsurlarını ve toplumsal yaşamın bütün alanlarını derinden etkilediğini herkes biliyor ve kabul ediyor. Bu nedenle, böyle bir sorunun çözümüne yönelik kapsamlı bir süreç başlatmak, siyasal sistemi yeniden yapılandırmanın yolunu açmak anlamına gelir ya da bu sonucu doğurur. Bunun gibi, çözüm yolunda ilerlemek, toplumsal birlikteliğin normlarını ve sütunlarını yeniden tanımlamayı da gerektirecektir. Bu yönde harcanacak çaba ve atılacak adımlar, aynı zamanda bir kollektif öğrenme sürecini de harekete geçirecektir. Böyle olursa, çözüm sürecinde kat edilen her olumlu merhale, aynı zamanda siyasal kültürümüzde demokratik bir dönüşümü de beraberinde getirecektir.

“İçine şiddet bulaşmış etnik-ulusal sorunlar”ın kolay ve kestirme bir çözümü yoktur. “Çözüm”e varmak, esasen bir “süreç” işidir; daha doğrusu, “çözüm”ün kendisi bizatihi bir süreçtir, üstelik “uzun ve meşakkatli” bir süreç. Kürt sorununun sadece Türkiye’yi değil; Kürtlerin yaşadığı diğer ülkeleri ve bu ülkelerin yer aldığı bölgede çıkarları olan başta ABD olmak üzere “büyük güçleri” ilgilendirdiği de aşikârdır. Bunun anlamı, sorunu çözmeye yönelik sürecin, birçok değişkenin etkisine açık olmasıdır. Ancak bu durum, sorunun ve çözümün ayaklarının esas itibariyle bu ülkede olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu gerçek, açılım hangi faktörlerin etkisiyle ve hangi saiklerle başlamış olursa olsun, kaderinin büyük ölçüde bu ülkedeki siyasal faktörlere ve aktörlere bağlı olduğunu da içeriyor. Bu nedenle dikkatleri ve ilgiyi, ülke içindeki siyasal alan ve imkânlardan saptıracak her girişim, ülke gerçeğinden kaçmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.

Böylesine köklü ve karmaşık bir sorunu “çözme süreci”nin doğrusal bir hat izlemesini beklemek, aşırı naiflik ve siyasal toyluk olur. İnişler ve çıkışlar, konum değiştirmeler, yeni denge arayışları, tıkanma ihtimalleri vs. bu tür süreçlerin “normalleri”nden sayılır. Bütün bunlarla baş edebilmek açısından hayatî önem taşıyan husus, iletişim ve siyaset kanallarını sonuna kadar açmak ve demokratik mekanizmaları pekiştirmektir. “Muhataplık” meselesinin “derin” anlamı da, öncelikle burada yatıyor. Bu açıdan bakıldığında “muhataplık”, toplumun çeşitli kesimlerinin, özellikle de Türklerin ve Kürtlerin birbirlerine hitap edebilmelerini, bunun için gerekli olan “dil”i öğrenmelerini ifade eder. Çözümü, demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamakta görenler, bu ortaklığın temellerine ve diline azamî itinayı göstermek zorundalar.