Toplumsal eşitsizlik, mülteciler ve pandemi

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından resmî olarak pandemi ilan edildi. Pandemi, en basit tanımıyla dünyada eşzamanlı olarak çok yaygın bir şekilde çok fazla sayıda insanı tehdit eden büyük bir salgın. Bütün dünyayı etkisi alan bu bulaşıcı hastalık Türkiye’ye de geçtiğimiz haftalarda “resmî olarak” ulaştı.

Yetkililer konuyla ilgili şeffaf davranıp açıkça ilan etmese de, virüsün tüm dünyada olduğu gibi ülke çapında da hasara yol açmaya başladığı, gündelik hayatta artık iyice hissedilir durumda. Eğitim kurumları belirsiz bir süreyle kapatıldı, alışveriş merkezleri de öyle, market, bakkal ve fırın gibi insanların günlük ihtiyaçlarını karşıladıkları işyerleri dışında tüm alışveriş yerleri kepenklerini indirdi. Fabrikalar ve üretim atölyelerinde ise üretim kapasite olarak oldukça düşmüş durumda. Sağlık kurumları dışındaki kamu kurumları görünürde açık ama minimum hizmet veriyorlar.

Ülkeyi yönetenler, hekimler başta olmak üzere, herkes kamuoyuna her fırsatta her platformda evden çıkmayın diye sesleniyor. Sağlık Bakanlığı, resmî olarak karantina ilan edilmese bile vatandaşların evde kalıp kendilerini karantinaya almaları ve ellerini sabun ve ılık suyla yıkamaları gerektiği, yüksek ateş, öksürük ve boğaz ağrısı gibi durumlarda ev içinde dahi izole olmaları, gerekmediği sürece dışarıya çıkmamaları, çıksalar dahi kalabalık yerlerden uzak durmaları gerektiğini söylüyor. Peki, toplumun her kesimine yapılan bu çağrının toplumun kırılgan olarak tanımladığımız kesimlerine etkisi nedir? Yani, barındığı evde ısınma ve yiyecek sıkıntısı çeken, ancak tek göz odasını ısıtabilen kalabalık aileler bu çağrıya nasıl uyacak? Metropollerde yaşadıkları aşırı kalabalık mahallelerde veya şehirler ve ilçelerdeki gecekondu bölgelerinde salgından korunmak için temizlik ve hijyen materyalleri sıkıntısı çekenler, her gün çalışmak zorunda olanlar, günübirlik çalışıp ancak günübirlik geçinebilenler, kira, elektrik, su gibi temel giderleri karşılamak için, iş güvencesi olmadan, çalışmak zorunda olan milyonlar, hijyen kurallarına nasıl riayet edecek, sosyal mesafeyi nasıl artıracak, evden dışarı çıkmayacak bu öldürücü virüsten nasıl koruncak?

Foto: Sinan Kılıç

Araştırmalarda, virüsün etkisi altına aldığı ülkelerde, hastalığın sosyo-ekonomik olarak en altta bulunan kesimleri daha çok etkilediği ve bu grupta yer alan insanlara hastalığın bulaşma ihtimalinin daha fazla olduğu belirtiliyor. Koronavirüsün en çok etkilediği ülkelerde, yoksulların yaşadığı bölgelerde salgının daha ölümcül olduğu, bunun sebepleri arasında insanların işlerini korumak, yaşamlarını sürdürmek için evden çıktıkları için virüse temas etmelerinin kolaylaştığı belirtilmekte. Sokakta veya kayıt dışı alanlarda çalışan, iş güvencesinden yoksun insanların sokağa çıkmama kurallarına riayet edememeleri, dışarı çıkmak zorunda olan insanların hane içerisine de virüsü taşıma riskleri oldukça yüksek. Eğer paranız veya kredi kartınız varsa ya da haliniz vaktiniz yerindeyse markete gidip, evinize yiyecekler, temizlik ve hijyen malzemeleri alabiliyorsanız, evden zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyorsanız tamam ama bunu yapacak durumu olmayanlar ne yapacak? Zaten ekonomik kriz sebebiyle gıda fiyatlarındaki fahiş fiyatlar insanların satın alma gücünü oldukça düşürmüş durumda, insanlar ev bütçesine katkı yapsın diye çocuklarını da çalıştırıyor.

ILO verilerine göre zaten ekonomik krizin etkisinde olan mal ve hizmet sektörlerinde, işgücü piyasasından kaynaklı üretimdeki aksamaların artık tedarik zincirlerine de yayıldığı, irili ufaklı işletmelerin ciddi zorluklarla karşı karşıya kaldığı kaydediliyor. ILO’nun tahminlerine göre pandemi etkisiyle bu yıl içerisinde 5,3 ile 24,7 milyon arasında insanın işsiz kalabileceği düşünülüyor. Görünen o ki, pandemi etkisiyle küresel işsizlik önemli ölçüde artacaktır.[1] Türkiye gibi ekonomik krizle boğuşan ülkelerde de hastalığın yaygınlaşmasıyla krizin daha da derinleşeceği, buna bağlı olarak işsizliğin büyük ölçüde artması bekleniyor. Kriz dönemlerinde iş güvencesinden yoksun, kayıt dışı istihdamın arttığı da bilinen bir gerçek.

Geçmiş salgın hastalık deneyimleri, salgın hastalıkların ve ekonomik krizlerin toplumun bazı kesimleri üzerinde orantısız bir etkisi olduğunu, toplumsal eşitsizliği negatif yönde tetiklediğini gösteriyor. Bu tür zamanlarda risk altında olan toplumsal gruplar içinde yaşlılar ilk sırada yer alıyor. Özellikle ciddi sağlık sorunları, kronik hastalığı olanlar büyük risk altında. Kriz dönemlerinde zaten yüksek işsizlikle karşı karşıya olan gençler, düşen işgücü talebine karşı daha da savunmasız hale geliyorlar ve tabii ki yaşlı işçiler, kayıt dışı sektörlerde çalışan, iş güvencesinden yoksun kadınlar ve erkeklerin yanı sıra göçmen işçiler de pandemi dönemlerinde büyük risk altındalar.

Göçmen işçiler ve mülteciler sığındıkları ülkelerde, kayıt dışı sektörlerde, iş güvenliğinden yoksun, tehlikeli işlerde düşük ücretlerle güvencesiz çalışmak zorundalar. İşverenler onları, daha uzun saatler çalıştıkları, düşük ücrete razı geldikleri, şikâyet etmedikleri; sigorta vergi gibi maliyetler getirmedikleri için daha çok tercih etmekteler.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınına ilişkin olarak “En yoksul ve en savunmasız ülkeler en sert darbeyi alacak. Virüsün özellikle dünyanın en savunmasız bölgelerinde orman yangını gibi yayılmasına izin verirsek milyonlarca insan ölecek” dedi. Bugünün dünyasında yoksul ve en savunmasız toplum kesimleri dendiğinde ilk akla gelen yerinden edilmiş mülteciler ve onların kaçmak zorunda oldukları iç savaş ve çatışma bölgeleri oluyor.

Pandemi sebebiyle toplumun kırılgan kesimleri tehdit altında. Yapılan çalışmalar bu kırılgan kesimlerin, başta mülteciler olmak üzere sağlık ve hijyen koşullarına erişim sorunları yaşayan toplum kesimleri olduğunu ortaya koyuyor.

Mültecileri ve göçmenleri bulaşıcı hastalıklar için yüksek riskli hale getiren şeylerin başında bu kişilerin iç savaş ve çatışmalar sebebiyle temel sağlık hizmetlerine erişememesi geliyor. İnsanlar bu hareket hali dönemlerinde aşı, ilaç ve tedavilerden mahrum kalabiliyor. Kronik hastalığı olanlar sürekli kullandıkları ilaçlarına erişemiyor ve sağlık kayıtları olmadan yaşamaya mecbur bırakılıyor.

Mültecilerin sağlık hizmetlerine erişiminin önündeki engeller ülkeden ülkeye farklık gösteriyor, yüksek maliyetler, ayrımcılık, idari engeller, olumsuz yaşam koşulları, yetersiz beslenme onları toplumun kırılgan kesimleri içerisinde altlara doğru itiyor.

Göçmenlerin ve mültecilerin günlük yaşam koşulları göz önüne alındığında, sağlıksız konutlar, bir arada yaşayan kalabalık aileler, yaşadıkları mahallerin altyapı sorunları, su ve hijyen materyallerine erişim ve bunların üzerine maddi sorunlar, işsizlik de eklenince bu popülasyonun karşı karşıya olduğu riskin büyüklüğünü görebiliriz.

Ortadoğu’daki mevcut duruma gelirsek, mülteci kamplarının ve mültecilerin yaşadıkları kentlerdeki gettoların salgına karşı açık ve savunmasız olduğunu konuyla az çok ilgili herkes biliyor. Lübnan, Türkiye, Ürdün, Suriye ve Irak arasında en az 12 milyon mülteci ve yerinden edilmiş insan yaşıyor.

Bu ülkelerde ve Suriye içindeki yerinden edilmiş Suriyeli mültecilerin yaşadıkları kamplar ve gettolar on binlerce insanın iç içe yaşadıkları derme çatma barınaklardan oluşuyor. Lübnan ve Ürdün’de Filistinlilerin yaşadıkları Sabra, Şatila, el Hüseyin, Makra ve Wihdat kampları aynı şekilde iç içe ve üst üste binmiş briketten barakalardan oluşuyor. Aşırı kalabalık nüfus ve zayıf altyapısıyla bu barakalar insanların sağlıklı bir şekilde yaşayacakları hijyenik yerler değil. Buralarda yaşayan insanlar yeterli sağlık hizmeti alamıyorlar, yeterince beslenmiyorlar. Şimdi bu salgınla birlikte bu insanlardan sosyal mesafeyi korumalarını, sık sık ellerini yıkamalarını, hijyen kurallarına uymalarını ve hastalık belirtisi gösterenlerden izole olmalarını nasıl isteyebiliriz? Bugünkü koşullarda bunları yapabilmelerinin imkânları var mı?

Dünya Sağlık Örgütü’nün Türkiye temsilcisi Hedinn Halldorsson konuyla ilgili “son derece endişeli” olduğunu ifade ettikten sonra “Zaten onlar aşırı kalabalık yaşam koşulları, fiziksel ve zihinsel stres ve barınma, yiyecek ve temiz su eksikliği sebebiyle solunum yolları enfeksiyonlarına karşı son derece savunmasız oldukları korkunç koşullarda yaşıyorlar,” diyor. Yetkili, İdlib de dâhil olmak üzere Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda oluşturulan onlarca cebin olduğunu, bu bölgelerde koronavirüs salgınının yıkıcı olabileceği ve salgınla başa çıkabilecek çok az sağlık personeli ve tesisin olduğunu söylüyor.[2]

Sahadan bilgi veren kaynaklar; Ortadoğu’daki mülteci kamplarının, koronavirüs salgını tehdidiyle ciddi olarak karşı karşıya olduğunu, henüz bir vaka bulunamamasına rağmen, bu kampların salgın tehdidi karşısında hazırlıksız olduğunu bildirmekteler. Mültecilerin yoğun olarak bulunduğu yerleşim yerleri ve kamplarda, aşırı kalabalıktan kaynaklı olarak, yetersiz temiz su ile sanitasyon ve hijyen malzemelerine erişimde büyük sorunlar var. Sağlık hizmetlerine kısıtlı erişim onları salgına daha az dayanıklı hale getiriyor.

Türkiye bu Ortadoğu ülkeleri içerinde en fazla mülteciyi barındıran ülke. Suriyeli mültecilerle birlikte diğer Afganistan, Pakistan, İran, Irak ve başka ülkeden gelen yaklaşık 5 milyon mülteci bu topraklarda yaşıyor. Kırılgan gruplar sadece mültecilerden oluşmuyor. Son yıllarda yaşanan ekonomik kriz, darbe girişimi, olağanüstü hal, siyasal kutuplaşma Türkiye toplumu içerisinde derin farklılıklar oluşturdu. Toplumda sosyo-ekonomik farklılıklar gittikçe görünür olmaya başladı. Toplumsal kutuplaşma toplum içerisinde yeni “ötekiler” yaratmaya başladı. Ekonomik krizle birlikte sınıflar arası farklıklar belirginleşiyor. Orta sınıflar gittikçe eriyor. Daha da yoksullaşan orta ve alt sınıflar bunun sebebi olarak günah keçileri arıyor. Buna en uygun aday ise mülteciler ve göçmenler. Son yıllarda tüm dünyada yabancı düşmanlığı üzerinden yükselen popülist bir sağ siyaset var. Bu korku siyaseti politikacılar için artık ayakta kalma stratejilerinin bir parçası. Toplumu göçmen ve mülteciler üzerinden manipüle edebiliyorlar. Çünkü mülteciler ve göçmenler gündelik hayatta insanların sürekli karşılaştıkları ve iş hayatında rekabet halinde oldukları “ötekiler” olarak varlar. Türkiye’de de yabancı özellikle de Suriyeli mülteci düşmanlığı son aylarda oldukça artmış durumda, öyle görünüyor ki iktidar bloku da yaşadığı oy kaybına sebep olarak mültecileri görmeye başladı. Son dönemde Türkiye mültecilerle ilgili politikasını revize etti. Ve uzun süredir batıya karşı bir tehdit olarak kullandığı mülteci kozunu masaya çıkardı. Artık AB ülkelerine geçmek isteyen mültecileri engellemeyeceğini ilan etti. Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarının Türkiye tarafındaki güvenlik güçlerini geçişlere karşı pasif hale getirdi. Bu durum ülke içindeki mülteciler için bir umut haline geldi ve on binlerce insan bu sınırlara akın etti. Tabii ki sınırın karşı tarafı geçişleri önlemek için sınır güvenliğini, AB desteğiyle, arttırdı. Günlerdir binlerce insan sınır noktasında bekliyor. Tüm ülkenin pandemi sebebiyle olağanüstü bir hal aldığı bu günlerde bu insanlar tamamen korumasız bir şekilde, kendi kaderlerine terk edilmiş bir şekilde, sınırda bekliyorlar.

Türkiye’de yaşayan mültecilerin mevcut yaşam koşulları da pek iç açıcı değil. Bugün mültecilerin yaşadığı hangi kente giderseniz gidin, mülteci nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerler ya kentlerin tarihî merkezlerindeki ev sahibi topluluğun boşalttığı mahalleler ya da kentlerin çeperindeki emekçi semtleri. Bu mahallelerde yaşama tutunmaya çalışan mülteciler; olumsuz ekonomik koşullarda, yetersiz sanitasyon, beslenme ve barınma gibi pek çok temel yaşamsal konuda sıkıntılar yaşamaktadırlar. Örneğin, okul yaşındaki her on çocuğun sadece altısı okula kayıt edilebilmiş ve bunların okula devamı konusunda elimizde net veriler de yok. Bu çocukların büyük bir kısmı işliklerde ve atölyelerde çalışmak zorunda bırakılmış durumda. Bir kısmı da sokaklarda halen çalışıyor ya da dolaşıyor.

Mültecilerin büyük bölümü yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Şanslı olanlar Kızılay gibi insani yardım kurumlarının, Avrupa Birliği desteğiyle dağıttığı nakit yardımların da desteğiyle ancak geçinebiliyor. Mültecilerin çalışma izni sürecindeki bürokratik zorluklar ve mülteci işçilerin bu izin işlemlerinin işverenlere bırakılması onları kayıt dışı sektörlere, güvencesiz, sosyal güvenlikten yoksun işlerde çalışmaya mecbur bırakıyor. Kazandıkları ücretler ancak günü birlik geçimlerine yetiyor. Fahiş kira, ısınma, su, elektrik ücretleri ve ekonomik krizle yükselen temel gıda ve temizlik sanitasyon maddeleri ücretleri onların ancak yaşayabilmelerine yetiyor.

Örneğin Gaziantep’te yaklaşık %30 hanede birden fazla aile bir arada yaşıyor. Bu da Suriyeli nüfusun yaşadığı zor koşullar hakkında bize bir fikir veriyor. Yine, bir hanede yaşayan ortalama kişi sayısı 6,6. Bu da Suriyelilerin hane büyüklüğünün TÜİK 2017 verilerine göre Türkiye ortalaması olan 3,4’ün neredeyse iki katı olduğunu göstermektedir.[3] Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin hane halkı başına ortalaması ise 6 kişi.[4]

2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması Suriyeli Göçmen Araştırma Bulguları’nda; “Türkiye’deki Suriyeli hanelerin neredeyse tamamı iyileştirilmiş içme suyu kaynağına ulaşabilmektedir,” denmekle birlikte, saha da yapılan çalışmalar da Suriye’den ülkemize sığınan Dom topluklarının ve mevsimlik tarım işçiliği yapan ailelerin temiz suya erişimi konusunda sorunlar yaşadıkları bilinmektedir.[5]

KIRILGAN MÜLTECİ GRUPLARI RİSK ALTINDA

Koronavirüse karşı alınan önlemler, İçişleri Bakanlığı’nın sivil toplum kurumlarına gönderdiği 16 Mart 2020 tarih ve 5361 sayılı yazı ile “Koronavirüs tedbirleri kapsamındaki talimatlarıyla; sivil toplum kuruluşlarının (dernek, vakıf) genel kurulları ve sivil toplum kuruluşlarının eğitimler dâhil insanları toplu olarak bir araya getiren her türlü toplantı ve faaliyetleri (icrai zorunluluk gerektiren yönetim faaliyetleri hariç) 16 Mart 2020 Pazartesi saat 00:00 itibariyle geçici olarak ertelenmiştir.” denerek, askıya alındı.

Bu karar, sosyal desteklerle ayakta kalan mülteci aileler için büyük bir risk oluşturacaktır. Yapılan ihtiyaç analizleri sonucunda yardıma ihtiyaç duyan ailelere, başta Kızılay olmak üzere, pek çok ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütü ve insani yardım örgütleri tarafından verilen hizmetler büyük ölçüde askıya alınmış durumdadır. Bu kurumların saha çalışmaları neredeyse durmuş haldedir. İnsanlar bu kurumların verdiği desteklerden mahrum kaldılar. Pandemi sürecinin bu şekilde devam etmesi durumunda başta BM kurumları olmak üzere yeni ve acil bir stratejinin geliştirilmesi gerekmektedir.

Nisan ayıyla birlikte Türkiye’nin dört bir yanına, Türkiyeli ve Suriyeli yoksullar mevsimlik tarım işçisi olarak dağılacaktı, yapılan çalışmalar mevsimlik tarım işçilerinin ve tarımsal işletmelerde çalışanların büyük bir çoğunluğunun Suriyeli mülteciler, diğer ülkelerden gelen göçmen işçiler, Roman, Dom ve benzeri kırılgan gruplardan oluştuklarını gösteriyor. Zaten pek çoğu şu anda Akdeniz ve Ege bölgelerinde başta seracılık yapan tarımsal işletmelerde çalışıyor. Bu insanlar çalıştıkları yerlerde hijyen ve temiz su konusunda geçmişten beri sorunlar yaşıyor. Bu durum böyle devam eder ve salgına karşı karantina sıkılaştırılırsa, mevsimlik tarım işçiliği için yola çıkmayı bekleyen bu aileler ekonomik olarak büyük sorunlarla karşı kaşıya kalacaklardır.

Bugünün dünyasında belki de mülteci ve göçmenlerden daha fazla ayrımcılığa uğrayan ve dışlanan gruplar Çingenelerdir. Çingene karşıtlığı, toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi göçmenler içinde de oldukça yaygındır. Dünyanın her tarafındaki marjinalize edilmiş, Roman, Dom ve diğer topluklar bugün salgın tehdidi altındadır. Avrupa’da özellikle Balkanlar’dan AB üyesi ülkelere göç eden birçok mülteci Roman insani açısından tehlikeli yerlerin yakınında yaşıyor ve temiz içme suyu ve kanalizasyon sistemlerine sınırlı erişime sahipler. Birçoğu kronik sağlık sorunları yaşıyor ve sağlık sistemine erişim maliyetlerini karşılayamayacak kadar yoksullar.

Aynı durum Filistinli, Iraklı ve Suriyeli olup bu ülkelerdeki çatışmalardan kaçıp bölge ülkelerine sığınan Dom toplukları için de geçerli. Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinde yaşayan yüz binlerce aile sosyo-ekonomik olarak toplumun en altında yaşamaya çalışıyor. Birçoğu paralarını çöp toplayarak, hurda metalleri ve diğer eşyaları toplayıp satarak kazanıyor. Pandemi tedbirlerinin alındığı bugünlerde devlet yardımına ihtiyaçları var.

Politika yapıcılar, koronavirüs salgınının büyük resmini analiz ederken bu kırılgan gruplar da dâhil olmak üzere tüm etnik toplulukları göz önünde bulundurmalıdır.

ORTADOĞU’DA MÜLTECİLER SALGINA TERK EDİLİYOR

Hükümetler kendi vatandaşları için koronavirüse karşı önlemler alıyor, yapılan çağrılarla insanlara evlerinden dışarı çıkmamaları, koruma tedbirlerine uymaları telkin ediliyor. Kimi ülkeler olağanüstü hal ilan etmiş durumda; Türkiye 65 yaş üstü ve kronik hastalığı olanların sokağa çıkmalarını yasakladı.

Uluslararası toplum yeni bir insani felaketin eşiğine gelmeden önce koronavirüs salgınının mülteci nüfus arasında yayılmasını önlemek ve ele almak için acil ve stratejik önlemler almalıdır. Eğer önlem alınmazsa, virüs hastanelerin yıkıldığı ve sağlık sistemlerinin çöktüğü Suriye, Yemen ve Libya’nın bazı bölgelerine ulaştığında kitlesel ölümlerle karşı karşıya kalınacak. Şu anda Dünya Sağlık Örgütü Doğu Akdeniz ofisinin günlük olarak yayımladığı korona virüs vaka verilerinde bu üç ülkeyle ilgili veriler yer almıyor.[6] Çünkü verileri toplayacak sağlıklı koşullar bu ülkelerde yok.

MÜLTECİLER İÇİN ACİL VE ETKİLİ BİR STRATEJİYE İHTİYAÇ VAR

Mülteci toplumu içerisinde hijyen ve önleyici tedbirler hakkında farkındalığı artırmak için yeterli sanitasyon ve hijyen konusunda duyarlığı artıracak kampanyalar oldukça önemlidir ve yapılması gerekir. Ama öncelikle yapılması gereken, özellikle kırılgan ev sahibi ülkelerde virüse karşı hazırlıklı olma, önleme, erken teşhis ve erken uyarı sistemi oluşturmak için harekete geçmektir. Bu alanda çalışan BM kurumları ve insani yardım örgütlerinin etkili bir stratejiye ihtiyacı var. Vakaları tespit edecek, şüpheli vakaların sağlık sistemine erişimini sağlayacak, karantina ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemlerde yaşlı, yoksul ve ihtiyacı olan insanların yaşamasını sağlayacak bir strateji oluşturulmalıdır. Bu dönemde proje mantığı hızla terk edilmeli, hak temelli bir yaklaşımla insanların temel sağlık hakkı için mücadele edebilmenin yolları zorlanmalıdır.

Pandemi günleri bizleri toplumsal karantinaya doğru itiyor, belki de son yüz yılda insanlık küresel olarak böyle bir psikoloji içerisine ilk kez düşmüş durumda. Dehşetli bir ölüm korkusunun gölgesi beynimizin içerisinde sık sık görünüp yok oluyor. Bu duygu ev sahibi toplum içerisindeki endişeleri ve derin korkuyu tetikleyebilir. Ve bu korkuyu “ötekilere” karşı nefrete dönüştürebilir. Unutmayalım ki bu korku ve nefret dalgası üzerinden oy devşirmek isteyen popülist siyaset dünyanın her yerinde yükselişte. Salgın, tedbirlere rağmen kontrol edilemez duruma gelirse, bunun sebebini kendilerinde aramaktansa, tepkileri başka yöne yönlendirmek isteyecek siyasetçileri anında destekleyecek geniş bir “yabancı ve göçmen” düşmanı kitlenin dünyanın her ülkesinde bulunduğunu hepimiz bundan önceki deneyimlerden biliyoruz. Ötekine karşı tahammülsüz olan bu kitleler, gerçek dışı iddialarla, virüsü yaydıkları gerekçesiyle mültecileri, göçmenleri, yerinden edilmiş insanları, Çingeneleri, yoksulları daha fazla hedef gösterebilir. Tüm uluslararası toplumun ve sivil toplum kurumlarının, göçmenleri, etnik ve dinî azınlıkları, toplumun farklı kesimlerini ötekileştiren bu tür damgalanmaya karşı hassas davranması için, özellikle siyasetçileri baskı altında tutması gereklidir.

Yapılması gereken, acilen uluslararası destekle, hem eski hem de yeni gelenler için hizmetlerin olabildiğince ve hızlıca her kesimi kapsayacak şekilde gözetim, önleme ve müdahale düzenlemeleriyle beraber takviye edilmesine yardımcı olmaktır.

Dünya Sağlık Örgütü öncülüğünde, 2019’da, Uluslararası Göç Örgütü, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Ofisi ortaklığında “Mülteci ve Göçmenlerin Sağlığının Geliştirilmesi (2019-2023) Küresel Eylem Planı” hazırlandı. Taslak eylem planı, mülteci ve göçmenlerin sağlığını, küresel sağlığın bir parçası olarak iyileştirmeyi, evrensel sağlık kapsamı içerisinde en yüksek sağlık standardına ulaşmasını sağlamayı, göçmenler ve ev sahibi nüfusun sağlığa eşit erişimini hedeflemektedir. Bu taslak metinde, mülteci ve göçmen sağlığının küresel, bölgesel ve ülkesel gündemlerde yaygınlaştırılmasını ve mülteci duyarlı ve göçmen duyarlı sağlık politikalarının, yasal ve sosyal korumanın desteklenmesi; mülteci ve göçmen kadınların, çocukların ve ergenlerin sağlığı ve refahı; cinsiyet eşitliği ve mülteci ve göçmen kadın ve kız çocuklarının güçlendirilmesi; ortaklıklar ve sektörler arası, ülkeler arası ve kurumlar arası koordinasyon ve işbirliği mekanizmalarının oluşturulması üye ülkelere öneriliyor.[7] Bu küresel eylem planı pratikte bir karşılık buldu mu? Bu konuda şimdilik elimizde pek veri yok. Görünen o ki, ülkeler pandemiye karşı eylem planlarından yoksun olarak salgınla, el yordamıyla mücadele etmeye çalışıyorlar. Toplumun her ferdi kendilerinin ve yakınlarının can derdine düşmüş durumda, dehşet içinde yaşıyor. Kimsenin başkalarını düşünecek zamanı yok, herkes kendi korunağına çekilmiş durumda. Bu tür zor zamanlarda politika üretebilme yeteneğine sahip olması gereken kurumlardır. Ancak yıllardır defalarca söyledikleri, güya kriz anları için yüzlerce uzman çalıştırıp yazdıkları politika belgeleri neden çalışmıyor? Tek yapabildikleri home office çalışıp sosyal medyada paylaşımda bulunmak…

Mülteciler ve yerinden edilmiş kimseler bu tür hastalıklara ve salgınlara yaşam koşulları sebebiyle daha açıktır. Bu virüsün getirdiği zorluklar sebebiyle uluslararası toplumun ilgisi, düşük ve orta gelirli ülkelere çok az odaklanırken, mülteci nüfusu büyük ölçüde göz ardı edilmektedir. Bu yüzden, en savunmasız olanlar arasında trajik ölümlerin önüne geçmek için acilen küresel bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü koronavirüsün doğası göz önüne alındığında, savunmasız toplum kesimlerini ihmal etmemiz virüsün daha fazla yayılma riskini taşır. Bunu önlemenin yolu, virüsün bu topluluklar arasında yayılmasını durdurmaya çalışmak için konaklama ve temel gıda dağıtımı ile sıcak su ve sabuna erişim sağlanmasının yanı sıra, başta Dünya Sağlık Örgütü olmak üzere Türk Tabipler Birliği gibi ulusal hekim örgütlerinin aktif olduğu, mültecilerin ve yerinden edilmiş kişilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere ve kamplara sağlık hizmetlerinin erişimini koordineli biçimde sağlayacak bir sistem oluşturmak, bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemektir. Çünkü bu insanları koronavirüs gibi bir salgından korumak herkesin yararınadır…


[1]COVID-19 and the world of workImpacts and responses,” https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/---dgreports/---dcomm/documents/briefingnote/wcms_738753.pdf

[2]As epidemic menaces refugee camps, the Middle East’s most vulnerable face a deepening nightmare” https://www.washingtonpost.com/world/middle_east/coronavirus-refugees-migrants-middle-east/2020/03/19/5fe0ddfe-692e-11ea-b199-3a9799c54512_story.html

[3] Gaziantep’teki Suriyeliler -“Uyum, Beklentiler ve Zorluklar” http://sosyoloji.gantep.edu.tr/duyuru.php?id=32

[4]2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması Suriyeli Göçmen Örneklemi. http://www.hips.hacettepe.edu.tr/tnsa2018/rapor/2018_TNSA_SR.pdf

[5]Suriyeli Dom Göçmenlerin Entegrasyonunu Ve Toplumsal Uyumunu Teşvik Etmek - Bölgesel Bir Sosyal İçerme Strateji Önerisi Türkiye, Lübnan ve Ürdün.” http://www.middleeastgypsies.com/reports-articles/

[6] WHO Regional Office for the Eastern Mediterranean http://www.emro.who.int/index.html

[7] “Promoting the health of refugees and migrants”, “Taslak Küresel Eylem Planı 2019-2023”, https://apps.who.int/gb/ebwha/pdf_files/WHA72/A72_25-en.pdf