Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?

GİRİŞ

Uzun yıllar 1982 Anayasası’nı demokratikleştirmeye çalışan, hatta askerî darbe döneminin ürünü olan bu anayasayı ilga edip yerine çağdaş demokratik standartlarla uyumlu yeni bir anayasayı yürürlüğe koymanın arayışı içinde olan Türkiye’de gelinen nokta, savunucuları tarafından “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” (CHS) denilen yeni bir yönetim biçimi olmuştur. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halk oylamasıyla kabul edilip, tüm hükümleriyle birlikte 9 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren bu değişiklik, basit bir yönetim biçimi değişikliğinin ötesinde, bir siyasî rejim değişikliğidir. Bir diğer deyişle, sözü edilen anayasa değişiklikleriyle birlikte sadece parlamenter hükümet sistemi terk edilmemiş, aynı zamanda bundan bir süre önce başlamış olan otoriterleşme eğilimi yeni bir evreye geçmiştir. Bu yeni evrede, Türkiye’nin siyasî rejiminin demokrasi adını hak etmediği pek çok yazar tarafından paylaşılan bir tesbit niteliğindedir. Akademik olsun olmasın, pek çok yazarın paylaştığı bu görüş, aynı zamanda, uluslararası “sivil toplum” kuruluşlarının yürüttüğü demokrasi ve hukuk devleti standartlarına göre dünyadaki siyasî gelişmeleri ölçmeye yönelik ampirik gözlemler tarafından da teyit edilmektedir.[1] Özellikle küresel gelişmeler bağlamında ele alındığında, Türkiye’deki otoriterleşmenin münferit bir gelişme olmadığı, ABD’den Avrupa Birliği ülkelerine ve Latin Amerika’ya dek uzanan ve “demokrasinin gerilemesi”[2] olarak adlandırılabilen bir yönelimin örneklerinden biri olduğu, dolayısıyla dünyadaki gelişmelerden soyutlanarak ele alınmasının doğru olmayacağı, haklı olarak vurgulanmaktadır. Yine bu küresel bağlamda, “otoriterleşme” eğilimlerinin aynı zamanda “popülist” bir karakter taşıdığına dikkat çekilmekte, “demokrasinin gerilemesi” ile “popülizmin yükselişi” arasında da bir ilişki kurulmaktadır.

Türkiye’deki rejim değişikliği de dahil, dünya üzerinde popülizmin ve otoriterliğin yükselişiyle ilgili çalışmalarda anahatlarıyla gözlenen bu tesbitler, kendi aralarındaki farklılıklara rağmen, betimleme düzeyini aşan özellikler de gösterebilmektedirler. Özellikle siyasetbilimi ve hukuk alanlarında yaygınlığını muhafaza etmekte olan “değer yargılarından arınmış bilimsellik anlayışı”na rağmen, popülizmin ve otoriterliğin demokrasi aleyhine yükselişinin istenmeyen gelişmeler olduğundan hareketle, örneğin demokratikleşmeye yeniden nasıl ivme kazandırılabileceği veya “anayasal demokrasi”nin popülist ve otoriter saldırıya karşı nasıl korunabileceği üzerinde duran çalışmalar göze çarpmaktadır. Örneğin Ginsburg ve Huq’ın How to Save a Constitutional Democracy (Anayasal Bir Demokrasiyi Nasıl Kurtarmalı) başlıklı çalışmaları,[3] konuyu karşılaştırmalı bir biçimde ele almakta fakat, özel olarak ABD’deki Amerikan anayasal düzenini korumanın yollarını aramaya çalışmaktadır.[4] Bu ve benzeri yaklaşımlar, bir yanıyla “yerleşik demokrasileri popülist otoriter eğilimlere karşı koruma” diğer yandan da, Türkiye’nin de dahil olduğu zayıf ve kusurlu demokrasilerdeki otoriterleşme yönündeki değişimleri aşmanın arayışı içindedirler. Somut olarak Türkiye’deki durum söz konusu olduğunda varılan sonuç, CHS’nin yerine parlamenter hükümet sistemine geçilmesi yönündedir ve daha çok bir “restorasyon” talebi olarak kendini göstermektedir.

Bu yazı, demokrasinin gerilemesi adı verilen olguyla ilgili bu yaklaşımların Türkiye bağlamında eleştirisinin, demokratik bir geleceğin tasavvur ve inşa edilmesi bakımından vazgeçilmez olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Yazının temel sorusu, Türkiye’deki siyasî rejim değişikliğini, “otoriterleşme” ve “popülizm” kavramları ve bunlar arasındaki ilişkiye dayanan teorik yaklaşımlarla ele almanın ne ölçüde anlamlı olduğudur. Örneğin, “otoriterleşme” ve buna bağlı olarak dile getirilen “demokrasinin gerilemesi” gibi terimler, geçmişte otoriter olmayan ama, “kusurlu”, “eksik” ve en yaygın olarak da “vesayetçi” gibi sıfatlarla anılsa da, sonuçta demokrasi olarak nitelendirilen bir durumun var olduğunu ve zaman içinde bu durumun değişip, daha otoriter bir duruma doğru evrildiğini iddia etmektedir. Böyle baktığımızda, Türkiye’nin de, otoriterleşmenin başlangıcını işaretleyebileceğimiz, “demokratik” (“otoriter olmayan”) bir döneminin olması gerekir. Acaba böyle bir dönemleştirme yapılabilir mi? Benzer bir soru, Türkiye’de gözlendiği kabul edilen otoriterleşmeye eşlik eden “popülizm”in ne olduğu ve Türkiye’de nasıl tezahür ettiğidir. Hayli tartışmalı bir kavram olan popülizmin özellikle otoriterleşme ile ilişkilendirilmesinde öne çıkarılan özelliklerinden biri, popülizmi temsil ettiği ileri sürülen siyasî kişilik ve hareketlerin, kurulu siyasî yapıya (devletin kurulu düzenine) karşı çıkmaları, onunla mücadele içinde olmalarıdır (anti-establishment).

Popülizmin bu ve bunun gibi diğer boyutlarının Türkiye’deki rejim değişikliğini ele alırken taşıdığı anlam ve önem nedir? Örneğin, gerçekleştirilen rejim değişikliği, bu açıdan devletin kurulu düzeniyle çatışma olarak nitelendirilebilir mi? Gerçekten böyle bir çatışma var ise, bu nasıl teşhis edilebilmektedir? Bu bağlamda, rejimin otoriterleşmesiyle bağlantılı olarak gündeme gelmesi gereken bir diğer soru, “diktatörlük” kavramı ile ilgilidir. Otoriterleşme ve popülizm kavramlarıyla örülen bağlamı tam olarak dışlamamakla birlikte, kavramın siyaset teorisindeki farklı anlamlarını gözeten bir yaklaşım, Türkiye’nin temel siyasî rejim sorunlarını eleştirel bir tarzda ele alabilecek ve böylece basitçe betimleme ve belki açıklama amacı güden ama her halükarda olan bitenin ardından gitmek (“ex post facto”) zorunda olan yaklaşımların aşılması mümkün olabilecektir.[5] Bir diğer ve belki daha da önemli bir açıdan diktatörlük, siyaset teorisinde hâlâ hakim pozisyon gibi görünen ampirist ve pozitivist epistemolojilerin etkisindeki betimleme ve açıklama yönelimli “otoriterleşme” ve “popülizm” perspektiflerinden farklı olarak, Türkiye’deki rejim değişikliğinin aslında bir “kriz”in ürünü olduğunu görmeyi ve bu krizin aşılmasına giden yolun da yeni bir siyasî toplum (polity) inşa etmek (constitute) anlamında yeni bir “anayasa”dan (constitution) geçtiğini göstermeyi mümkün kılacaktır.

Bu doğrultuda, önce “söylem ve strateji olarak popülizm” ve “otoriterlik” kavramlarının Türkiye için ne söylediği üzerinde durulacak, daha sonra da bu kavramlarla anayasal demokratik düzen ilişkisi bağlamında Türkiye’deki anayasal değişim süreci ele alınacaktır. Bu bağlamda özellikle Türkiye’nin kalıcı bir otoriter anayasa geleneğine sahip olduğu tezi ve bu tez ile uyumlu görünen 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden sonraki olağanüstü hal sürecini “kurucu (egemen) diktatörlük” kavramıyla karşılama yanlısı olan görüş açıklandıktan sonra, son olarak Türkiye’deki siyasî rejim değişimi, diktatörlük kavramıyla ilgili farklı bir yaklaşımın ürünü olan Fraenkel’in “ikici devlet” ile “ikili devlet”[6] kavramları açısından değerlendirilecektir. Halk egemenliği anlamında popülizm ile bağlantılı olan “kurucu diktatörlük” kavramından, daha doğrusu bu kavramda içerilen “diktatörlüğün geçiciliği” nosyonundan farklı olarak, daha kalıcı bir diktatörlük örneğini ifade eden “ikili devlet” kavramının Türkiye’deki rejim değişikliğinin değerlendirilmesi için neden daha uygun olduğu açıklanacaktır.

BAŞKANCILIK VEYA BAŞKANCI REJİM

Her şeyden önce, yazının başlığına da taşımış bulunduğum “başkancı rejim” ile ne kastettiğimi ve neden bu terimi tercih ettiğimi açıklamak isterim. Kamuoyunda artık bir uzmanlık bilgisi niteliğini yitirmiş ve çok geniş kitlelere mal olmuş bir bilgiyi tekrarlayarak başlayayım. Buna göre, siyasî sistemler, özellikle yasama-yürütme organlarının oluşması bakımından, parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve bu ikisinden de ortak bazı unsurları içine alan yarı-başkanlık sistemi olmak üzere üçe ayrılmaktadırlar. Birinci sistemde yürütme organı yasama organı olan parlamento içinden çıkmakta ve parlamentonun Türkiye’de “güvenoyu” olarak bildiğimiz onayı ile görev yapabilmektedir. İkincide ise yasama ve yürütme organları, seçmenler tarafından ayrı ayrı seçilmekte ve bu organların görevde kalmaları birbirlerinin karşılıklı onayına bağlı bulunmamaktadır. Kısacası, bu iki sistemin aralarındaki temel fark, yasama ve yürütme organlarının birbirlerinden bağımsız olarak oluşmaları, aralarında organik bir ilişki olmamasıdır. Yarı-başkanlık sisteminde ise, halk tarafından ayrıca seçilen yetkili bir devlet başkanının yanı sıra parlamenter hükümet (bakanlar kurulu) bulunmaktadır. Dolayısıyla, yalnızca bu açıdan bakıldığında, Cumhurbaşkanı’nın 2014 Ağustos’unda ilk kez halk tarafından seçilmesi ile yarı-başkanlık sistemine geçtiği düşünülen Türkiye’nin 2017 Anayasa değişikliklerinden sonra da başkanlık sistemine geçtiği söylenebilir.[7]

Ancak, siyasal sistemlerin sınıflandırılmasında tek ölçüt yasama-yürütme organlarının nasıl oluştuğu değildir. Bunun yanında, organların birbirleriyle olan ilişkilerinin, karşılıklı yetki ve sorumluluklarının da hesaba katılması gerekmektedir. Parlamenter sistemde yasamanın yürütme üzerinde sürekli ve etkili bir denetim imkânı mevcuttur. Yine parlamenter sistemde yürütme, bir kuruldur (başbakan ve bakanlardan oluşan bakanlar kurulu) ve bu kurulun devlet yönetimindeki sorumluluğu ortaklaşadır, bu nedenle de burada ayrıca yürütmenin kendi içinde bir denetim imkânı bulunduğu da söylenebilir. Buna karşılık başkanlık sisteminde yasamanın yürütme üzerindeki denetim imkânları sınırlandırılmıştır ve ayrıca yürütme organı bir kişiden, yani halk tarafından seçilen başkandan oluştuğu için, formel anlamda bir kurul ve ortak sorumluluk gibi unsurlar bulunmamaktadır. Bununla birlikte, başkanlık sisteminin temelini, organların birbirlerini denetlemeleri ve aşırılıklarını dengelemeleri gerektiği anlayışı oluşturmaktadır. Buna uygun olarak, tipik bir başkanlık sisteminde başkanın, bakanların ve yüksek yargıçların atanmaları da dahil, hemen bütün kritik önemdeki kararları yasama organının ve genellikle de yasama organının üst kanadı olan senatonun onayına tâbi kılınmıştır. Hemen eklemek gerekir ki, iki sistemin ortak yanı, yargının bağımsızlığıdır ve hem yasamanın hem de yürütmenin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunun bağımsız yargının denetimine tâbi kılınmış olmasıdır.

Türkiye’deki CHS denilen yeni sisteme baktığımızda ise, bu denetleme ve denge mekanizmalarının bulunmadığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz gibi, Cumhurbaşkanı’na tanınmış olan atama yetkileri dolayısıyla yargı bağımsızlığının büyük ölçüde ortadan kaldırılmış olduğu tesbitini de yapabilmekteyiz. Böylece, tipik başkanlık sisteminin temelini oluşturan kuvvetlerin sert ayrılığı ve bu ayrılık temelinde birbirlerini dengeleyip denetlemeleri düşüncesinin Türkiye’deki sistem için mevcut olmadığını görmekteyiz. Bütün bunlara ek olarak, Cumhurbaşkanı’na –Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili kararlarında da doğrulandığı üzere–[8] aslî düzenleme yapma yetkisi verilmiştir. Bunun anlamı, Cumhurbaşkanı’nın önceden kanunla düzenlenmemiş her konuda, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler hariç ama “sosyal ve ekenomik haklar ve ödevler” alanı dahil,[9] birinci elden kural koyabileceğidir. Ayrıca, yine Cumhurbaşkanı’na devlet teşkilatını dilediği gibi düzenleyebilme ve dilediği gibi kamu tüzel kişiliği oluşturma yetkileri de verilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bir “başkanlık sistemi”nde olmaması gereken ölçüde, hem de dengelenme ve denetlenme imkânı yok denecek ölçüde sınırlı bir biçimde yetkilendirilmiş olması, sistemin demokratik anayasal sistemler arasında yer alan başkanlık sisteminden farklı bir nitelik taşıdığını göstermektedir. Bu nedenle, bu sistemin “başkancılık” veya “başkancı sistem” olarak adlandırılması kanımca daha yerinde olacaktır.[10] Tabiî, anayasa düzenindeki kurumsal özelliklere atfen yaptığım bu niteleme yeterli değildir. Sistemin savunucuları tarafından ileri sürülen haklılık gerekçeleri (istikrar, hızlı karar alma ve uygulama anlamında etkililik) ile öngörülen hedef ve değerler (ülke ve millet bütünlüğünün, devletin bekasının ana yönlendirici kaygı olması) de göz önüne alındığında, sadece bir hükümet sistemi olmanın ötesine geçen anlamda bir “siyasî rejim” olarak “başkancı rejim”den söz etmemizi gerektirmektedir. Şimdi, demokratik olmadığı üzerinde neredeyse bir tartışma olmayan bu rejimin popülist ve yarışmacı otoriter olarak nitelendirilmesinin eleştirisine geçebiliriz.

SÖYLEM VE STRATEJİ OLARAK POPÜLİZM

Anlamı, içeriği, analitik ve açıklayıcı gücü ve normatif değeri gibi pek çok bakımlardan sorunlu bir kavram olan popülizmin,[11] yine de Türkiye’deki son dönem siyasî gelişmeler incelenirken yaygın olarak kullanılan bir kavram olduğunu görmekteyiz. Bunlardan birinde, Türkiye ile Arjantin’i karşılaştırmalı olarak ele alan Öniş ve Aytaç,[12] “hem Arjantin’deki Kirchner hükümetlerinin ve hem de Türkiye’deki Erdoğan hükümetlerinin popülist yönetim kalıbıyla büyük ölçüde uyumlu oldukları” sonucuna varmaktadırlar. Bu yazarlara göre, “popülist yönetim kalıbı”nın üç temel bileşeni bulunmaktadır:

(1) Elit karşıtı bir retorik kullanmak.

(2) Anaakım siyasetin yabancısı, ya da başına buyruk davranma özellikleri gösterebilen bir siyasetçi tarzı.

(3) Siyasî aktörlerle yurttaşlar arasında, plebisiter bağların öne çıkması ki, burada yurttaşlar siyasî süreç veya parti çalışmaları ve faaliyetleri üzerinde anlamlı bir kontrol gücüne sahip değillerdir.[13]

Bunlara, popülizmin merkezinde yer alan bir diğer boyut olarak birbirini dışlayan ve biri iyi, diğeri kötü sıfatlarıyla nitelenen, “dost-düşman ayrımı”na denk düşen bir kutuplaşmayı da eklemek gerekmektedir.[14] Nihayet, vurgulamak gerekir ki popülizm, milliyetçilik, faşizm, sosyalizm gibi, başlı başına esaslı muhtevası bulunan bir siyasî ideoloji niteliğinde olmayıp, bu ideolojilere “muhtevasını ve ahlakî esasını oluşturmak için” ihtiyaç duymakta, bu ideolojiler içinde (onların “ev sahipliğinde”) konaklamaktadır.[15] Toparlayacak olursak popülizm, devletin kurulu düzeniyle uyumsuz, bu düzenin gereklerine ve dolayısıyla o düzenin yarattığı seçkinlere karşı çıkan, kurulu düzenin kurum, kural ve mekanizmalarını yok sayarak, halk kitleleriyle doğrudan ve kendisini onaylatacak biçimde ilişki kurabilen bir siyaset ve siyasetçi tarzı olarak tanımlanabilmektedir.

Şimdi Türkiye’nin son dönem siyasî gelişmelerinde, özellikle 2011 Genel Seçimleri’nden sonra, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin bu tarz bir popülizme örnek oluşturduğu hususunda yaygın bir kabul gözlenmektedir. Yukarıda belirttiğim çalışmada Öniş ve Aytaç, (1) siyasî kurulu düzenin bir “yabancı”sı olma ve (2) kurulu düzene karşı çıkan ve halk ile elitler arasındaki çatışmacı ilişkili vurgulayan bir söylem kullanması gibi özellikleriyle popülist siyaset kalıbına büyük ölçüde yakınlaşmış olan Erdoğan’ın yanısıra AKP’yi de Türkiye’deki “ana popülist parti” olarak nitelendirmektedirler.[16] Başka pek çok örnekte de, AKP ve Erdoğan liderliği popülizm bağlamında değerlendirilirken, popülizmin yukarıdaki özellikleriyle uyum içinde izlenen bir siyasî iktidar stratejisinden söz edilmektedir.[17]

İlk bakışta, Erdoğan ve AKP ile bir siyaset tarzı ve stratejisi olarak popülizm arasında kurulan bu ilişkiler pek “doğru” görünmektedir. Gerçekten de, Erdoğan ve AKP, özellikle 2011 Genel Seçimleri’nden sonraki süreçte izledikleri siyasetle devletin temel kurumsal yapısını değiştirmiş ve sonuçta ortaya yeni bir yönetim ve yeni bir siyasî rejim çıkarmışlardır. Bu, ilk anda, Erdoğan liderliğinde izlenen “kurulu düzen karşıtı” (anti-establishment) siyasetin ürünü olarak göze çarpmaktadır. Bu süreçte kullanılan söylemde, iç siyasetten uluslararası ilişkilere kadar, her düzeyde, Erdoğan’ın daha çok tercih ettiği sözcükle “millet” ve “elitler” arasındaki karşıtlığın kullanılması, hatta bu kullanımda “millet”in de toplumun veya vatandaşların tamamını değil belirli bir bölümünü dışlayarak, parçanın bütüne eşitlenmesi biçiminde vurgulanması özellikle dikkat çekmektedir. Bütün bunlar popülist siyaset tarzına uygun olgusal (ampirik) bulgular olarak görünmektedir.

YARIŞMACI OTORİTERLİK

Erdoğan ve AKP’nin çağdaş dünyada yükseliş içinde olan popülizmin bir örneği olduğunu doğrular görünen bu “gerçeklik”, bir diğer yüzüyle, Türkiye’de bir dönem “eksik”, “kusurlu”, “yarı” gibi sıfatlarla nitelenirken, yine 2011’den itibaren gözlenen gelişmelerle birlikte, “çoğunlukçu”, “seçimsel”, “delegasyoncu” ve hatta “illiberal” sıfatlarına layık görülen demokrasinin yerine otoriter bir rejimin geldiğini de içermektedir. Erdoğan ve AKP popülizmi, sonuçta Türkiye’nin “yarı-demokrasi” olarak nitelenen siyasî rejimini “otoriterleştirmiş”, bu otoriterleşmenin sonucu tam, kapalı bir otoriter rejim değil, popülizmin yükseliş dalgasına eşlik eden diğer pek çok örnekte görüldüğü üzere, önüne “yarışmacı” (competitive) sıfatının eklendiği bir otoriter rejim olmuştur.

Türkiye’deki rejim değişikliğinin bu boyutu hakkında ilk makalelerden biri Ergun Özbudun’a aittir.[18] Türkiye siyasetinde önemli bir dönüm noktası niteliğinde olan 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nden önce kaleme alınmış olan bu incelemesinde Özbudun, Türkiye’nin siyasî rejiminin artık önüne sıfat konulan bir “demokrasi” olmadığını, rejimin “yarışmacı otoriterlik” olarak nitelenmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.[19] Buradaki temel referans, Steven Levitsky ve Lucian A. Way’in demokrasi ile tam otoriter rejimler arasında yer aldığı düşünülen siyasî rejimler üzerine 2002’de yayımlanan bir yazılarında ortaya attıkları ve sonra da kitap olarak yayımladıkları araştırmalarında da kullandıkları bir kavram olan “yarışmacı otoriterlik” kavramıdır. Buna göre “yarışmacı otoriter” olarak nitelenen rejimlerde,

Biçimsel demokrasinin kurumları mevcuttur. Bu kurumlar iktidarı ele geçirmenin esas araçları olarak ve yaygın biçimde kullanılmaktadırlar. Bununla birlikte, iktidar mevkiinde bulunanlar, devleti suiistimal ederek, muhalefet karşısında kendilerine avantaj sağlamaktadırlar. Bu rejimler, muhalefet partilerinin demokratik kurumları kullanarak iktidar yarışında ciddi bir varlık gösterebilmeleri anlamında yarışmacıdırlar ama demokratik değillerdir. Çünkü, siyasî yarışmanın oyun sahası iktidarı elinde bulunduranların lehine ciddi biçimde bozulmuştur. Yarışma gerçektir ama adil değildir.[20]

Dolayısıyla yarışmacı otoriter rejimler, biçimsel demokrasinin kurumlarını muhafaza etmesi bakımından, muhalefetin hiçbir biçimde siyasî varlık gösteremediği kapalı otoriter rejimlerden ayrılmakta, ancak özellikle serbest ve adil seçimlerin ve bunlar için vazgeçilmez olan siyasî hak ve özgürlüklerin büyük ölçüde sınırlandırılarak, iktidar yarışının devlet gücünü elinde bulunduranlar lehine cereyan etmesi nedeniyle de demokratik rejimlerden ayrılmaktadırlar. Burada, Türkiye bağlamında ilgi çekici olduğunu düşündüğüm noktalardan biri, yarışmacı otoriter rejim kavramını geliştiren yazarların müracaat ettikleri demokrasi tanımında yer alan “vesayetçi” yapıların yokluğudur. Levitsky ve Way, tam anlamıyla demokratik bir rejimde, serbest ve adil seçimlerin ve tabii siyasî hak ve özgürlüklerin varlığı kadar, “seçilmiş görevlilerin yönetme gücünü sınırlandıran seçilmemiş ‘vesayetçi’ otoritelerin (örneğin askerî güçlerin, monarşilerin veya dinî yapıların) yokluğunu da gerekli görmektedirler. Bu hususun Türkiye bakımından ilginç yanı şudur: Türkiye, Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının 2002’den bu yana süren serüveni içinde, “vesayetçi demokrasi”den kurtulmaya çalışırken, en azından biçimsel anlamda “demokratikleşme” yerine artık demokrasi olarak nitelendirilemeyecek otoriter bir rejime dönüşmüş olmaktadır.[21]

Bu bağlamda baktığımızda, tıpkı popülizmin bir söylem ve iktidar stratejisi olarak anlaşılmasında olduğu gibi, yarışmacı otoriterlik kavramında da, Türkiye’deki olguların neredeyse birebir doğruladığı veya pekiştirdiği bir yaklaşımla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebilmekteyiz. Dolayısıyla, Ergun Özbudun’un dikkat çektiği yargı bağımsızlığının tahribatı, yüksek mahkemelerin iktidar lehine olacak şekilde yeniden organize edilmeleri ve nihayet Anayasa Mahkemesi’nin görece özgürlükçü kararlarına karşı iktidarın gösterdiği tepkiler,[22] başka gelişmelerle birlikte ele alındığında, siyasî yarışmanın adil bir biçimde gerçekleşmediği açıkça görülmektedir. Örneğin Esen ve Gümüşçü’ye göre, (1) “AKP’nin hakimiyeti altında parti ile devletin birbirine geçmesi” anlamında devlet kurumlarının “iktidar mevkiindekiler lehine” siyasîleştirilmeleri, (2) “medyaya erişimde eşitsizlik”, (3) kamu kaynaklarına erişimde eşitsizlik, (4) siyasî hak ve özgürlüklere, özellikle basın özgürlüğü ile ifade ve toplanma özgürlüklerine yönelik ihlaller sonucunda siyasî iktidar için yarışmanın cereyan ettiği oyun sahasının tahrip edilmiş olması,[23] “yarışmacı otoriter” rejimin özellikleriyle birebir uyum içindedir. Bu nedenle de yazarlar, “yarışmacı otoriterlik” teriminin Türkiye’deki siyasî rejim değişikliğini, diğer terimlerden çok daha iyi bir biçimde anlattığı sonucuna varmaktadırlar.

Bu ve benzeri incelemelerdeki görüşler, olgular tarafından da doğrulanmaktadır. Örneğin, 2017 Nisan’ındaki Anayasa Değişikliği Referandumu’nda, Yüksek Seçim Kurulu’nun, oy sayım işlemi devam ederken ve kanunun açık hükmüne tamamen aykırı bir biçimde aldığı mühürsüz oyların da geçerli sayılması kararını “devlet kurumlarının iktidar mevkiinde olanlar lehine siyasîleştirilmesi”nin tipik örneklerinden biri olarak verebiliriz. Netice olarak, Türkiye’deki siyasî rejim değişikliğinin “yarışmacı otoriterlik” kavramı ile neredeyse birebir örtüştüğünü söyleyebilecek durumdayız.

SÖYLEM VE STRATEJİ OLARAK POPÜLİZM VE “YARIŞMACI OTORİTERLİK” REJİM DEĞİŞİKLİĞİ HAKKINDA NEYİ SÖYLEMEKTE, NEYİ SÖYLEMEMEKTEDİR?

Gelelim diğer soruya: “Şimdi ne olacak?”, ya da “Türkiye nereye gidiyor?” Söylem ve strateji olarak popülizm ve yarışmacı otoriterlik kavramları ve bu kavramların içinde yer aldığı teorik pozisyonlar üzerinden yazılanlarda, bu soruya ilişkin olarak bazı cevaplara rastlayabiliyoruz. Bunlardan en naif ama, bu tarz teorilerin ex post facto niteliğiyle de ilişkili olanı, “bekleyip görmek gerekiyor” biçiminde karşımıza çıkıyor. Bir de, daha ima yollu verilen cevaplara tesadüf edilmektedir. Örneğin popülizmin devletin kurulu düzenine karşı çıkan bir söylem ve strateji olarak anlaşılmasına koşut olarak, geleceğe dönük ana kaygı da “devletin kurulu düzenini muhafaza etmek” veya burada bir bozulma olmuşsa bozulmadan önceki duruma (status quo ante’ye) dönmek, yani bir “restorasyon” talebi gündeme gelebilmektedir. Tabii bunun için, popülizmin karşı çıktığı kurulu düzenin “iyi” bir düzen olduğu kanaatinde olmamız gerekir. Nitekim, bu yazının başında değindiğim Ginsburg ve Huq’ın yaklaşımı bu yönde bir örnek içermektedir: Anılan eserin “Amerikan Tarzı Demokrasiyi Kurtarmak” başlığını taşıyan yedinci bölümünde, popülist Trump’ın saldırılarına ve henüz tam olarak gerçekleşmemiş ama pek muhtemel tahribatına karşı, ABD’nin “liberal anayasal demokrasi” niteliği taşıdığına kani oldukları kurulu düzenin korumanın yollarını aramaktadırlar.[24]

Peki, Türkiye için geliştireceğimiz yaklaşım nasıl olmalıdır? Ginsburg ve Huq’dan farklı olarak, Erdoğan liderliği altında izlenen ve “popülist” olarak etiketlenen siyaset sonucunda geldiğimiz noktada, “yarışmacı otoriterlik” tipi olarak karşımıza çıkan ve CHS diye anılan mevcut durumun değişmesi gerekmektedir ama, hangi yönde? Halen, bu “yarışmacı otoriter” sistem ve arkasında yer alan, “popülist söylem ve strateji”nin ürettiği çoğunluk desteği devam etmektedir. Değişim için bu desteğin zayıflaması gerekir ki, Mart 2019’daki yerel seçimlerde özellikle üç büyükşehir belediye başkanlıklarının muhalefet partilerine geçmesi, böyle bir zayıflamanın da işareti olarak yorumlanabilir. Bu yorumdan da destek alan mevcut muhalefet partilerinin, “kusurlu demokrasiyi muhafaza edemeyip yarışmacı otoriterliğe teslim olmak”tan yakınan akademik literatürde ima edildiği gibi, “parlamenter sisteme geri dönülmesi” anlamında bir restorasyon talep ettikleri bilinmektedir.[25] Bu, acaba gerçekten demokratik bir seçenek midir?

Kanımca bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir çünkü, bugün gelinen nokta, geçmişteki rejimin krizlerinden doğmuştur. Anayasal kimlik, yasama-yürütme-yargı kurumlarının düzenlenişi, gayet sağlıksız bir biçimde aşırı merkeziyetçilik ile özdeş kabul edilen “üniter devlet” saplantısı, bir yönüyle “seçimli parlamenter hükümet”, ama diğer yönüyle kurulu düzeni muhafaza” ile görevlendirilmiş “bekçilik” düzeni niteliğindeki yapı... Bunların yeniden canlandırılması, Türkiye’yi “yarışmacı otoriterlik”ten uzaklaştırıp daha demokratik bir rejime doğru ilerletemeyecektir. Pek dile getirilmemekle birlikte, “başkancı rejim”den önceki düzenin de öncesine (status quo ante ante’ye) dönmek anlamında, örneğin 1961 Anayasası tarzında bir parlamentarizme yönelmek de bir ihtimaldir ancak 1961 sistemindeki Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan iki meclisli parlamento seçeneğini gündeme getiren etkili bir siyasî parti halihazırda yoktur. Bu da, kanımca aynı nedenlerle istenen demokratik gelişmeyi sağlayabilen bir seçenek değildir. Özetle, Türkiye’nin geçmişinde, bugünkünden daha “demokratik” dönemler vardır ama bunların hiçbiri, bugün “restorasyon” talebiyle siyaset sahnesine getirilebilecek ölçüde demokratik, yani arzu edilebilir değildir. Çünkü, Türkiye’nin siyasî rejimi her zaman, burada temas edilen popülizm ve yarışmacı otoriterlik literatürünün ana referanslarında da gösterilmiş olduğu gibi, “melez” bir nitelik taşımıştır.[26]

Haksızlık etmek istemem: Türkiye’deki rejimin “yarışmacı otoriterlik” yönünde bir değişim gösterdiğine dair literatürde de bu değişimin açıklanmasında, “yarışmacı otoriterlik” yönündeki sapmadan önceki durumun “anayasal demokrasi” olmadığı inkâr edilmemekte, siyasî rejimin her zaman demokrasi ile otoriterlik arasında konumlanma anlamında “melez” bir nitelik taşıdığı kabul edilmektedir. Sorun, Türkiye’nin “otoriterlik” kutbuna daha yakın konumdaki yarışmacı otoriterliğe düşmeden önceki durumunun, “demokrasi” kutbuna daha yakın olması nedeniyle, neredeyse arzu edilir bir durum olduğunun ima edilebilmesindedir. Örneğin, yarışmacı otoriterlik kavramının Türkiye’nin durumunu neredeyse bütünüyle anlatması bakımından en uygun kavram olduğunu ileri süren Esen ve Gümüşçü’nün şu satırlarında en azından böyle bir ima yok mudur? “Bu makalenin iddiası, AKP yönetimi altında Türkiye’nin demokrasiyi pekiştirmek (veya bir tür kusurlu demokrasiyi sürdürmek) yerine, rekabetçi otoriter rejime doğru evrildiğidir.”[27] Bu örnekten ve benzeri diğer yaklaşımlardan anlıyorum ki, şöyle bir ima var: Türkiye eğer tam anlamıyla anayasal demokratik bir rejimi gerçekleştiremiyorsa, hiç değilse bu tipe daha yakın duran “kusurlu demokrasisi”ni muhafaza edebilseydi! Yani, her durumda Türkiye için bir tür “melezlik” kaçınılmaz görünüyor ama sorun, melezliğin içindeki biçimsel demokrasi unsurlarının ağırlığında düğümleniyor: “Ya kusurlu (örneğin vesayetçi) demokrasi, ya da yarışmacı otoriterlik.”[28] Başka bir seçeneği düşünme imkânımız yok mudur?

POPÜLİST ANAYASACILIK VE TÜRKİYE’NİN OTORİTER ANAYASA GELENEĞİ

Elbette vardır ve bunun için öncelikle, Türkiye’nin siyasî rejimindeki asıl tıkanmanın “Türkiye’nin otoriter anayasa geleneği”nden veya kısaca bu gelenek içinde yerleşmiş “kalıcı otoriterlik”ten kaynaklandığını görebilmek gerekir. Böyle bir görüş açısının oluşturulabilmesinde ise, günümüz dünyasında yükseliş halinde olan popülist otoriterliğin kendisini açık ettiği temel alanlardan biri olan “anayasacılık” konusu önem kazanmaktadır.

Yukarıda, popülizmin bir siyasî söylem ve iktidar stratejisi olarak, kurulu düzene, bu düzenin elitlerine karşı çıkış tarzında, gerçek, bozulmamış, yozlaşmamış bir “halk iradesi” temelinde kendisini meşrulaştırmaya yöneldiği belirtilmişti. Bunun bir sonucu olarak, popülist liderlerin yönlendiriciliği altında yeni anayasa yapma veya anayasa değiştirme süreçlerinden ve bu anlamda “popülist anayasacılık”tan söz edilmektedir.[29] “[H]alkı doğrudan doğruya temsil etme ve halkın hükümranlığı önünde liberal veya hukukî anayasacılıkta gözlemlenen sınırlamaları aşma” güdüsüyle hareket eden “popülist anayasacılık” açısından bu engeller, “normların pekiştirilmesi, yargı bağımsızlığı ve hukuk sisteminin kapalılığı” gibi hususları içermektedir.[30] Bir yanıyla, anayasal demokrasinin içerdiği, “çoğunluğun yönetimi” ile demokrasi için vazgeçilmez olan özgürlüklerin korunması amacıyla sınırlandırılması arasındaki gerilim bağlamında ele alındığında, demokratik bir talep gibi de görünebilecek olan popülist anayasacılık, “demokratik ilkelerden güç almakla birlikte, bunlardan aşırı ve tek yanlı sonuçlar çıkarmak suretiyle, demokratik anayasalcılığın[31] çoğulculuk, kapsayıcılık [dışlayıcı olmama] gibi anahtar boyutlarını ve anayasalcılıkta var olan aktif yurttaş katılımını ihlal etmektedir.”[32]

Kanımca burada temel sorun, popülizmin temel değerlerinden olan “halk iradesi”nin “halkın sınırlandırılmamış iktidarı” anlamında “halk egemenliği” biçiminde anlaşılması ve bunun bir anayasa düzenine tahvil edilmesi ile ilgilidir. Siyaset ve hukuk teorisinde, hukukî ve siyasî anayasalcılık ayrımının yapılabildiğini biliyoruz. Buna göre, hukukî anayasacılık, anayasa normlarının güçlü bir yargısal denetim yoluyla korunması biçiminde ortaya çıkarken, siyasî anayasalcılık, seçimle gelen yasama ve yürütme organlarına karşı daha zayıf bir yargısal denetimi ve özellikle parlamenter çoğunluk üzerinde siyasî denge ve denetim mekanizmalarını öngörmektedir. Ancak, vurgulamak gerekir ki, bu ikisi de demokratik anayasalcılık içinde yer almaktadırlar.[33] Bu temelde, “popüler” ve popülist” sıfatları arasındaki farka dayanarak, “popüler anayasalcılık” ile “popülist anayasacılık” ayrımını öneren Halmai,[34] “popüler anayasalcılık” için “anayasa hukukunun yorumlanmasında ve uygulanışında halkın aslî rolünü korumak”tan yana olduğunu ve liberal demokrasi ile uyumlu olduğunu belirtmektedir. Bu uyum bakımından, “karşılaştırmalı anayasa çalışmaları”nın ortaya koyduğu şu sonuçlar dikkat çekicidir: (1) Parlamento egemenliği, hukukî veya siyasî olarak sınırlandırılmaktadır ve bu sınırlandırmalar sürekli olarak artmaktadır. (2) Kurucu iktidarın sınırsız halk iradesi olarak anlaşılması, zaman içinde hep daha az uygulama alanı bulabilmektedir.[35]

Yine Halmai’ye göre popülist anayasacılık, karşılaştırmalı anayasa çalışmalarında ortaya konulan bu yönelimlerin aksine, demokrasiyle değil de otoriter rejimle uyumlu bir yönde gelişmektedir. Buna göre popülistler için kurucu iktidar halka aittir, mutlaktır ve “doğrudan uygulanabilir”, o kadar ki, kurulu bir anayasa düzeni içinde bile üstün bir konumda varlığını sürdürmektedir. Popülizmin kurulu düzen aleyhtarlığı biçiminde ifade edilen özelliği ile uyumlu olan bu anlayış, aslında anayasanın normlar hiyerarşisi içindeki “üstün yasa” niteliğini de anlamsızlaştırmakta, halkın anayasayı değiştirme gücünün hiçbir sınırının olmadığını düşünmektedir.[36]

Popülist anayasacılığın bu niteliği, Türkiye’deki rejim değişimini anlamak bakımından özel bir önem taşımaktadır. Bu önem, bir yanıyla Cumhuriyet Türkiye’sindeki bütün anayasalarda “halk/millet egemenliği”nin sahip olduğu merkezî konumla, diğer yandan da Türkiye’deki anayasa geleneğinin “otoriter” niteliği ile ilgilidir. Bu bağlamda,“Türkiye’deki anayasaların otoriter temelleri”ni ortaya koymayı amaçlayan analizi ile dikkat çeken Ertuğ Tombuş, bu otoriter temellerin halk iradesini kendisinde tecessüm ettirdiğini ileri süren bir “aktör”ün “hegemonik-totaliter mantığı”na dayandığını belirtmekte ve buradan hareketle, bazı önemli tezler de ortaya atmaktadır. Bunlardan biri, popülist anayasacılığın esaslarından biri olan “halk egemenliği” ile ilgilidir. Klasik yaklaşımlarda halk egemenliği, özellikle de “halk” ve “millet” terimlerinin birbirlerinin yerine geçecek şekilde anlaşılmasının carî siyaset dilinde hâlâ varlığını koruduğu Türkiye’de, demokrasinin en temel ve tanımlayıcı unsuru olarak görülmektedir. Oysa, hem siyaset teorisinde hem de pratikte, demokratik rejimler halk veya millet egemenliği ile liberal hak ve özgürlükler arasındaki gerilimlerle yüklüdür. Bu gerilimlerin ana kaynağı, Tombuş’un kullandığı terminolojiyle, “halkı yekpâre, birleşmiş bir varlık” olarak gören ve bu varlığın iradesinin kendisinde cisimleştiğini ileri süren “hegemonik-totaliter mantık”tır. Bunun karşı kutbunda ise, “halkın bir bütünlük (totality) olarak temsil edilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla da iradesinin asla belirlenemeyeceğini” kabul eden “çoğulcu-demokratik” mantık yer almaktadır. Bu iki “mantık” arasındaki zıtlığın Türkiye’deki anayasaların temellerinde nasıl karşımıza çıktığını ve son olarak AKP döneminde bu durumun nasıl göründüğünü, Claude Lefort’un “iktidarın boş alanı” kavramına müracaatla anlatan Tombuş, popülizmin bu boş alanı “işgal” edip “kapatması”nın “demokrasiyi tehlikeye düşürdüğünü” ve “totaliterliğe doğru bir bozulmaya yol açtığı”nı belirtmektedir.[37]

Bu yaklaşımın bir önemli yanı, “bir söylem ve strateji olarak” popülizm ve “yarışmacı otoriterlik” yaklaşımlarının dile getiremediği bir noktaya dikkatimizi çekmesidir. Bu da, Türkiye’nin normatif olarak anayasalarda somutlaşan siyasî rejiminin her zaman “otoriter” bir nitelik taşıdığı, toplumsal çoğulculuğun bir gereği olan “iktidarın boş alanı”nda cereyan edecek olan demokratik siyasetin önünü tıkayan, tekçi bir halk/millet iradesi anlayışının, “Kemalistlerin başlıca popülist muhalifleri”nde (önce Demokrat Parti, sonra ve bugün AKP) ve tabii “popülist” versiyonuyla karşımıza çıktığını göstermesidir.

Şimdi, bu noktada biraz duralım. Türkiye’nin anayasa geleneği hep otoriter temellere dayanagelmişse, buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Türkiye’deki rejimin “vesayetçi demokrasiden popülist yarışmacı otoriterliğe ve buradan da belki seçimsel hegemonik otoriterliğe doğru” bir değişim içinde olduğu görüşünde, rejim değişiminin başlangıç noktası olarak tesbit edilen “vesayetçi demokrasi” aslında yanlış bir nitelendirme olmaktadır. “Vesayetçi demokrasi” denilen rejim de, aslında demokrasi değil, bir tür otoriterliktir ama, bu otoriterliğin ideolojik meşruluk zemini, “başkancı rejim” için ileri sürülen ve popülist söylem ve stratejinin desteğindeki ideolojik zeminden farklıdır. Fark, bir bakıma, Kemalist bir ilke olarak halkçılığın “halk için halka rağmen” yaklaşımı ile, başkancı rejimdeki popülizmin doğrudan halk (seçmen) desteğini üretebilmekteki becerisi arasındadır. Türkiye’deki tek parti diktatörlüğünü ve bu diktatörlüğün temel ilkelerini çok partili hayata geçişten sonra da içinde taşıyan, burada ayrıntısına girme imkânımın olmadığı[38] anayasal düzenlemeleri “vesayetçi demokrasi” olarak nitelendiren yaygın görüşün esası, yeni bir milli ve modern devlet inşa etmek ve bu devletin nihai olarak demokratik bir düzene kavuşmasını sağlamaktır. Kemalist cumhuriyetin bu yorum tarzında yürütülen mantık şudur: Halk henüz demokrasiye hazır değildir, bu hazırlık yapılıncaya kadar tam anlamıyla bir demokratik düzene geçilemez. “Vesayet”, bugün yaygın olarak anlaşıldığı gibi, halkın tercihleriyle siyasî iktidara gelen yasama ve yürütme organlarının, askerî ve sivil bürokratik otorite tarafından zapturapt altına alınması değil, demokrasiye geçiş için gerekli sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmenin sağlanması ve bunun akabinde demokrasiye geçilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de, “vesayetçi demokrasi” tabirindeki demokrasi terimi, olan bir durumu değil, olsa olsa gelecekte erişilmesi gereken bir hedefi anlatmaktadır.

Her halükarda, vesayetçi veya popülist, Cumhuriyet Türkiye’sinin anayasalarında otoriterliğin kalıcı bir nitelik olduğu tesbitini yanlışlamak mümkün görünmemektedir. Bu durumda, Türkiye’deki rejim değişikliği, popülist-olmayan otoriterlikten popülist otoriterliğe doğru bir değişim olarak tezahür etmektedir ki, bunun kavranabilmesi bakımından doğru yaklaşım, “diktatörlük teorisi”ne biraz daha yakından bakmakla gerçekleştirilebilecek gibi görünmektedir. Burada karşımıza çıkması muhtemel bir “neden diktatörlük?” sorusuna kısaca şu cevabı vermek gerekir: Otoriterlik aslında bir diktatörlük ifadesidir, bir diğer ifadeyle otoriter rejimler bir tür diktatörlük rejimleridir.[39] Bu bakımdan, herhangi bir siyasî sistem, genel ve eşit oya dayalı seçimler, siyasî partiler, yasama-yürütme-yargı organları arasında farklı anayasa normlarına dayanan bir kurumlaşmanın varlığı ve hatta yasama ve yürütmenin yargısal denetimi gibi unsurların mevcut olmasına rağmen, demokratik değil otoriter olabilir ki, otoriter olması durumunda da içinde mutlaka bir “diktatörlük” barındırmaktadır. Bu hususu biraz daha yakından görmek, Türkiye’deki rejim değişimini doğru değerlendirebilmek bakımından hayatî önemdedir.

İKİLİ DİKTATÖRLÜK KAVRAMI VE OLAĞANÜSTÜ HALİN KALICILAŞMASI

Gündelik siyasette, politikacıların muarızlarını kötülemek için gelişigüzel kullanıp, bir retorik olarak sıkça yararlandıkları, medyatik sansasyon dilinde de bu nedenle revaç bulan bir terim olarak diktatörlük, üzerinde fazlaca düşünülmediği zaman, hak, hukuk tanımayan her türlü zorbalığın adı gibi anlaşılmaktadır. Oysa diktatörlük, siyaset teorisinde ve hukuk terminolojisinde özel anlamları olan ve bu anlamları bağlamında mutlaka habis olması gerekmeyen bir terim ve kavramdır.

Siyaset teorisinde diktatörlüğün en iyi bilinen anlamı, Eski Roma’daki cumhuriyet tecrübesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre diktatörlük, devlet düzeninin kriz içine girdiği olağanüstü bir durumda, tek bir kişinin bu krizin aşılması ve düzenin yeniden tesis edilmesi amacıyla ve genellikle altı aylık geçici bir süre boyunca, sanki kendisini bağlayan hiçbir hukuk normu yokmuş gibi davranabildiği bir durumu anlatmaktadır. Dikkat edilecek olursa bu antik Roma kökenli anlayışta diktatörlük, “kurulu devlet düzenini içine düştüğü krizden kurtarma görevini üstlenmiş” “geçici” bir “hukuk dışı” yönetim anlamına gelmektedir. Bu anlayışın çağdaş anayasal demokratik devlet düzenlerindeki karşılığı, çeşitli yazarlar tarafından ve hiç de yanlış olmayarak, “yeni-Romalı (neo-Roman) diktatörlük” veya daha yaygın olarak “anayasal diktatörlük”tür. Anayasal diktatörlük, bir devletin anayasasında öngörülen yetkili organ tarafından, gene o anayasada tesbit edilmiş olan bir kriz durumunun ortaya çıkması halinde, bu krizin aşılarak anayasa düzeninin yeniden normalleşmesini sağlamak amacıyla görevlendirilen geçici bir yönetimi ifade etmektedir.[40]

Almanya’da, Weimar döneminin önemli hukuk ve siyaset teorisyenlerinden Carl Schmitt, diktatörlüğün bir diğer anlamının daha olduğuna dikkat çekmektedir. Buna göre diktatörlük, yukarıda özetlemeye çalıştığım gibi, mevcut bir anayasa düzenini korumak veya kurtarmak amacıyla ortaya çıkabileceği gibi, mevcut düzenin yerine yepyeni bir anayasa düzeni inşa etmeye de yönelebilir. Schmitt, bu tip diktatörlüğe “egemen diktatörlük” adını vermektedir. Diktatörlüğün bu tipinin ayırt edici özelliği, hukukla olan ilişkisinin “anayasal diktatörlük”ten farklılaşmasında ortaya çıkmaktadır. Anayasal diktatörlükte diktatör, anayasa tarafından öngörülen durumlarda, yine anayasa tarafından öngörülen organların kararıyla, anayasada öngörülen normatif sınırlara bağlı ve geçici olarak görevlendirilmiştir. Egemen diktatörlükte ise diktatör, yine “geçici”dir ama anayasa da dahil hiçbir hukuk normu ile bağlı değildir. Egemen diktatörlüğün geçiciliği, anayasadan değil, amacından kaynaklanmaktadır. Egemen diktatörlüğün amacı yeni bir norm düzeni kurmaktır ve o düzen kurulduğunda da egemen diktatörlük sona erecektir.

Egemen diktatörlüğün anayasal diktatörlük karşısındaki bu ayırt edici özelliği, egemen diktatörlükle ilgili bir soruyu gündeme getirmektedir: Anayasal diktatörlükte diktatör, belirli bir misyonla yüklüdür, görevlendirilmiştir (commisioned) ve diktatörü görevlendiren karar, anayasanın yetkili kıldığı bir organ tarafından alınan karardır. Buna karşılık, egemen diktatörlükte, bu diktatörlüğün misyonu olan yeni düzeni inşa etme görevinin kaynağı hangi iradedir? Çağdaş siyaset ve hukuk teorisindeki karşılığı “kurucu iktidar” olan bu egemen diktatörlüğün kaynağı halk veya millettir. İşte burada, halk egemenliğine ve halk iradesinin her şeyin üzerinde olduğuna vurgu yapan “popülizm”le “egemen diktatörlük” arasındaki yakınlığı teşhis edebilmekteyiz.[41] Bu açıdan bakıldığında, popülizmin anayasa yaklaşımının, demokratik hukuk devletiyle bağdaşmasının mümkün görünmediği açıktır. Bunula birlikte, Andrew Arato’nun işaret ettiği önemli bir hususu da atlamamak gerekir. Arato’nun haklı olarak vurguladığı üzere,

Modern diktatörlüklerin bir çoğu bir darbe sonucunda, herhangi biri tarafından görevlendirilmeksizin, ortaya çıkmaktadır. Böyle bir diktatörlük, [anayasa düzenini korumakla] görevlendirilmiş [commissioned] diktatörlükle uyumlu olmadığı açıksa da, egemen diktatörlük tipine de indirgenemez. Yeni hükümran güçler, genellikle, olağanüstü hali ve bunun üzerine kurulu olan hükümranlıklarını belirsiz bir zamana yaymanın arayışı içindedirler ve eski düzene dönmeye de, yeni ve normal bir biçimde işleyen bir düzen inşa etmeye de çalışmamaktadırlar. Bu, örneğin son zamanlarda ortaya çıkan pek çok askerî ve bürokratik-otoriter rejimlerde görülen durumdur. Diğerlerinde, yeni bir rejim inşa etme girişiminde bulunulmaktadır ama bu, hukukî açıdan konuşacak olursak, çoğu kez askerî darbenin kendisinin ürünü olan “olağanüstü” yönetimin kurumsallaştırılma biçimleri olarak belirmektedir.”[42]

Buradaki temel sorun, “geçici” olması gereken diktatörlüğün uzun ve belirsiz bir zaman boyunca varlığını koruyabilmesi ve de bunu, modern devletin hukukî varlığı içinde gerçekleştirebilmiş olmasıdır. Arato’ya göre, “modern diktatörlükler (ve Romalı öncüleri olan Sulla ve Sezar – ki, aslında tüm diktatörlükler), hukukî anlamda rasyonelleşme sürecinden geçmiş ve yönetimin öngörülebilirliğinin norm haline geldiği ortamlarda ortaya çıkmaktadırlar. Bu nedenle de diktatörlük, ne zaman sona ereceğinin belirsiz olduğu durumlarda bile istisnai bir hükmetme biçimidir.”[43] Böyledir ama, bu istisnai durumun uzun süre varlığını koruyabilmesi nasıl mümkün olabilmektedir? Arato, burada Ernest Fraenkel’in biraz ileride ele alacağım ikili devlet kavramına müracaat etmektedir: “Uzun süreli diktatörlükler, düzenliliğin ve öngörülebilirliğin vazgeçilmez olduğu modern ortamlarda işleyebilmektedirler çünkü, hukukimsi [quasi-legal] normalliğin işlevsel alanının kendisini geliştirmesine, önlem devletinin hakimiyeti altında izin veren ikili devlet yapısına doğru evrilmişlerdir (veya baştan itibaren böyledirler).”[44]

Şimdi, bu farklı diktatörlük tanımları bağlamında, Türkiye’deki sürece bakabiliriz. Bilindiği gibi 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından Anayasa’nın yetkili kıldığı biçimde, Bakanlar Kurulu tarafından “olağanüstü hal” ilan edilmiş ve “yürütme organı”nın bu kararı, yine Anayasa’nın yetkili kıldığı organ olan TBMM tarafından onaylanmıştır. Geçici bir süre ile îlan edilen bu olağanüstü hal, geçmişte de örneklerini gördüğümüz üzere, yine Anayasa’da öngörülen usullerle uzatılarak, iki yıl devam ettikten sonra, Temmuz 2018’de, ilginçtir, “başkancı rejim”e tam olarak geçildikten sonra sona ermiştir. Bu, bir yönüyle, siyaset bilimi ve hukuk literatüründe “anayasal diktatörlük” olarak adlandırılan tipin somut örneklerinden biri gibi görünürken, diğer yönüyle yeni bir siyasî rejim inşa etmeye yönelmek anlamında “egemen diktatörlük” özellikleri göstermektedir,

Olağanüstü hal döneminde Anayasa düzeninin pek çok normu bu düzenin yeniden normal işleyişine kavuşturulması amacıyla askıya alınmakta, bu arada örneğin temel hak ve özgürlüklerin korunması ile ilgili hükümler de, hem Anayasa’dan, hem uluslararası hukuktan kaynaklanan belirli sınırlar dahilinde durdurulabilmektedir.[45] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre, olağanüstü hal döneminde geçerli olan bir diğer önemli sınırlama da, bu dönemde, yine Anayasa’ya göre yargı denetimi kapsamı dışında tutulmuş olan “olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri” (OHAL KHK) ile yapılan düzenlemelerin olağanüstü halin amacıyla uyumlu olması ve olağanüstü hal gibi “geçici” nitelik taşımasıdır. Bu nedenle de, örneğin OHAL KHK’leriyle kanunlarda değişiklik yapılması mümkün değildir.[46]

Bu sınırlamalar ortadayken ve bu yönüyle Türkiye’deki olağanüstü hal düzenlemeleri çağdaş anayasal demokrasilerdeki “anayasal diktatörlük” tipine, en azından normatif düzeyde neredeyse tam bir uyum göstermekteyken, 2016-2018 arasındaki uygulamalarda, OHAL KHK’leriyle kanunlarda değişiklik yapıldığı gibi, olağanüstü hal döneminden sonra da devam edecek nitelikte idarî tasarrufta bulunulduğu bir gerçeklik olarak ortadadır. Bu tür OHAL KHK’lerinin anayasaya (ve hukuka) uygun olmadığı açıktır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi (AYM) de, 1991 yılında vermiş olduğu bir kararda, iptali istenen OHAL KHK’sinin içeriği bakımından OHAL KHK’si niteliğinde olmadığını tesbit ettikten sonra, Anayasa’ya aykırılığına hükmetmiştir. AYM’nin bu kararında gözettiği esaslar dikkate alındığında, 2016-2018 dönemindeki OHAL KHK’lerinin tümü olmasa bile tümüne yakın çok büyük bir bölümünün Anayasa’ya aykırılıkları açıktır. Hal böyleyken, AYM’nin 2016-2018 dönemindeki kararnameler için, Mahkeme’nin 1991’deki kararından farklı olarak, salt Anayasa’daki kuralın biçimsel ifadesine bağlı kalarak, OHAL KHK’lerinin Anayasa’ya uygunluğunun denetlenmesinin mümkün olmadığına karar vermiş olması, 2016-2018 olağanüstü hal rejiminin “istisnai” değil “kalıcı” olduğunun (veya isterseniz, “istisnailiğinin kalıcılaştırılması”nın) yargısal teyidi anlamına geldiğini görmekteyiz. AYM’nin bu kararı karşısında, Türkiye’deki son olağanüstü hal tecrübesinin “anayasal diktatörlük” tipinden çıkıp “egemen diktatörlük” tipine doğru evrildiği dahi ileri sürülebilir ki, demokratik prensipler açısından olmaması gereken bir tarzda, olağanüstü hal döneminin “(anayasal) diktatörlük koşullarında” gerçekleştirilen ve devletin temel kurumsal yapısını değiştiren anayasa değişiklikleri karşısında, bu tezin temellendirilmesi daha da mümkün hale gelmiştir.

Bu bağlamda, Türkiye’deki rejim değişikliği konusunda, mevcut literatür içinde istisnai nitelikteki[47] değerlendirme yazısında Banu Bargu, “darbeye karşı çarpıcı bir halk direnişinin sergilenmesiyle birlikte AKP’nin de kendisini Türkiye’yi yeniden inşa etme görevini üstlenmiş bir kurucu yönetim olarak yeniden tanımladığını” belirtmekte ve eklemektedir: “… açıkça benimsenmese veya kabul edilmese de, Türkiye yeni bir kuruluş evresine girmiştir ki bu da mevcut durumu bir (karşı-) devrim durumuna, AKP yönetimini de fiilen bir egemen diktatörlük haline getirmektedir.”[48]

Banu Bargu’nun görüşü, “(karşı-) devrim” nitelemesine burada ayrıntısına giremeyeceğim bir çekince koymakla beraber,[49] hayli ikna edici. Bununla birlikte, iki yıl süren ve kapsamına anayasa değişikliğini de almayı başarabilen olağanüstü hal sona ermiş olduğuna göre, mevcut durumu nasıl anlamak gerekmektedir? Gerçekten, Bargu’nun yorumladığı gibi, olağanüstü hal ile birlikte kendisini Cumhuriyet’in “ikinci kuruluşu” görevini üstlenmiş olmakla yeniden tanımlayan iktidar, olağanüstü hali kaldırdığına göre, bu ikinci kuruluşu tamamlamış mı olmaktadır? Bir diğer açıdan, söyle de sorabiliriz: Kavramsal düzeyde belirttiğim gibi, ister anayasal, ister egemen olsun, iki diktatörlük tipi de “geçici” niteliktedir: Birincide kriz giderilip, anayasa düzeni yeniden işler hale geldiğinde, ikincide de amaçlanan yeni anayasa düzeni inşa edildiğinde sona ermektedirler. Bu durumda, Bargu’nun ifadesiyle, “ikinci kuruluş,” savunucularının “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adını verdikleri, başkancı düzenin inşa edilmesiyle birlikte gerçekleşmiş midir? Kanımca bu soruya olumlu cevap verilemez çünkü, aslında olağanüstü hal döneminde yapılan iş, AYM’nin de desteği ile yargı denetimine kapalı olan kararnamelerle ve hayli şüpheli bir “plebisit” sonucunda kabul edilen Anayasa düzenlemeleriyle yeni bir yönetim biçimi kurmak olmuştur. Bunun dışında, Anayasa’nın toplumu ve devleti tanımlayışına, bu ikisi arasındaki ilişkileri hangi esaslara dayalı olarak düzenlediğine ilişkin hususlarda hiçbir değişiklik gerçekleştirilmeksizin olağanüstü hal sona ermiş ve yeni yönetim sistemi uygulanmaya başlanmıştır.

Bu durumda, kuruculuk misyonu devam etmektedir diyebilir miyiz? Anayasal düzen, yeni hükümet sistemi yapılanmasıyla birlikte devam ettiği için, buna da olumlu cevap veremeyiz sanıyorum. Ancak, siyasî rejimin işleyişine baktığımızda, devam eden bir şeyi de görmezden gelemeyiz: Bir yanda Anayasa, kanunlar ve diğer mevzuattan oluşan kurallara göre işleyen, diğer taraftan da hukuk dışı hareket etmekte hayli rahat olan bir devlet düzeni. Bu işleyişi mümkün kılan iki ana husus göze çarpmaktadır: Bunlardan ilki, iki yıl süren olağanüstü hal uygulamaları boyunca Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanması ve kanun yerine kanun hükmünde kararnamelerle devletin yönetilmesi. Olağanüstü hali olağanlaştıran, bunun da ötesinde aslında olağanüstü hali “anayasal diktatörlük” denilen formatın da dışında, tam bir “istisna hali” niteliğine getiren bu iki yıllık “rutin”, Nisan 2017’de kabul edilip 2018 Temmuz’unda, olağanüstü halin kaldırılmasıyla neredeyse eşzamanlı olarak uygulanmaya başlanan “başkancı rejim”in “normal anayasal bir rejim” gibi kabul edilmesini kolaylaştırmış, kısaca, başkancı rejimin kanunileşmesinden önce fiiliyata dökülmesi sağlanarak, 2017 sonrasındaki rejim değişikliğinin de “haklılaştırma” zemini oluşturulmuştur.

Hiç kuşkusuz, sürecin böyle işlemesini kolaylaştıran pek çok sosyal, ekonomik, kültürel ve hukukî faktör üzerinde durulabilir. Burada özellikle üzerinde durmak istediğim, hukukî faktördür. Hukukî faktör de, yürürlükteki anayasa düzeninde “olağanüstü halin olağanlaşması”nı öngören bir yaklaşımın ve buna uygun düzenlemelerin mevcudiyetidir. Türkiye’deki 2017 değişikliklerinden, 2016-2018 arasındaki olağanüstü hal uygulamalarından, hatta 2014’teki Cumhurbaşkanı seçiminden de önceki haliyle anayasa düzeninin otoriter niteliği üzerinde duran Türküler Işıksel, Cumhuriyet anayasalarına yönelik mukayeseli açıklamalarından sonra, özel olarak 1982 Anayasası’nın otoriter niteliğini iki noktada özetlemektedir. Bunlardan ilki, Anayasa’nın “ordunun sosyal ve siyasî hegemonyasını tam olarak yerleştirme hedefine izin vermiş olması”dır. Burada, “iktidarın bir kez demokratik kurumlara devredilmesinden sonra sivil hayatın işlemesine izin veren 1961 Anayasası’ndan farklı olarak 1982 Anayasası’nda, ordunun parlamenter hayata yeniden geçilmesinden sonra bile siyaset üzerindeki kontrolünü gevşetmesini gerektiren herhangi bir düzenlemenin bulunmaması” özellikle vurgulanmaktadır.[50] Işıksel’in 1982 Anayasası’nı otoriter olarak nitelemesinin ikinci dayanağı, anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe pek böyle vurgulanmadığı için, kanımca bundan daha da önemlidir. Buna göre 1982 Anayasası, olağanüstü hal rejimini bir “istisna hali” gibi düzenlemekte ve bu düzenleme yoluyla istisna halini olağanlaştırmaktadır.[51] İlk bakışta çelişkili bir ifade gibi görünen bu tezi biraz açmamız gerekmektedir. Işıksel’e göre, “otoriter anayasacılık, normal anayasal düzenden istisnai ve sıkı denetim altında tutulan sapmadan farklıdır.” Örnek olarak Bruce Ackerman’ın “olağanüstü hal anayasası”nı zikreden Işıksel’e göre burada –ve sanırım tüm anayasal demokrasilerde– amaç, anayasadaki temel hak ve özgürlüklerin korunması ve olağanüstü halin bir otoriter anayasacılığa doğru yozlaşmasının önlenmesidir. Bunun aksine, Türkiye’nin 1982 Anayasası, olağanüstü hal yönetiminin ruhu tarafından işgal edilmiştir ve esasen özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenlemek üzere kurallar koyması gerekirken, bizatihi özgürlüklerin kötürüm edilmesi amacına göre tasarlanmıştır. O kadar ki, metni baştan sona olağanüstü hale ve olağahüstü hal beklentisine atıflarla yüklü olan 1982 Anayasası’nda demokratik usullerin ve hak güvencelerinin istisnai olduklarını dahi söylemek mümkündür.”[52]

Işıksel’in bu makalesi 2013’te yayımlanmıştır. Anayasa kurallarına ek olarak, dayandığı en önemli tecrübe, 1987’den 2002 sonuna kadar, Kürt sorunu bağlamında sürdürülmüş olan olağanüstü hal uygulamalarıdır. Bu bağlamda yine Işıksel, Türkiye’nin kendine göre, otoriter içeriği baskın da olsa, bir anayasa geleneği olduğundan da söz ederek, “normal siyaset” koşullarında Anayasa kurallarına disiplin içinde bağlı kalınması yönünde bir beklentinin olabileceğini ama, Türkiye’nin bu beklentiyi de boşa çıkardığını belirtmektedir. Öyle sanıyorum ki, 2014’teki Cumhurbaşkanlığı Seçimi sonrasında yaşananlar ve özellikle de 2016-18 arasındaki olağanüstü hal uygulamaları karşısında, olağanüstü halin norm, özgürlüklerin istisna olduğu ve otoriter dahi olsa anayasa normlarına uyma gereğinin neredeyse tümüyle bir kenara atıldığı gerçeği karşısında, Türkiye’nin otoriter anayasacılık açısından bir eşiği daha geçtiği sonucuna varmak gerekmektedir ve burada geçilen eşik, kanımca Fraenkel’in ikili devlet kavramlaştırılması ışığında daha net olarak anlaşılabilecektir.

REJİM DEĞİŞİKLİĞİ: “İKİCİ DEVLET”TEN “İKİLİ DEVLET”E?

Türkiye’nin anayasa düzeni ile ilgili olarak Ernest Fraenkel’in İkili Devlet eserine atfen bir çözümlemeye yer veren Andrew Arato, 1982 Anayasası’nın tam anlamıyla otoriter bir anayasa olmadığını, yapısının “ikici” (dualist) olarak tanımlanmasının daha doğru olacağını belirtmektedir. Bir diğer deyişle, “1982 Anayasası’nın devlet içinde devlet, bir ikici devlet inşa et[tiği]”ni ileri süren Arato, burada devletin hem “meşru şiddet tekeli” olarak ve hem de “nüfusun, yönetim organlarının ve ülkenin birliği” olarak belirlenen iki anlamının da içerildiğini, bunlardan “şiddet ve idare aygıtının kendi hukukî sistemi ile birlikte, anayasal denetim mekanizmalarına tâbi kılınmadığını” belirtmektedir.[53] Arato’ya göre bu durum, Ernest Fraenkel’in “ikili devlet” kavramından çok “ikici devlet” kavramına yakın durmaktadır.

Biraz daha açalım. Weimar dönemindeki Nasyonal Sosyalist iktidar tecrübesini anlatırken bu kavramları geliştiren Fraenkel’e göre ikili devlet, “norm devleti” ile “önlem devleti”nin bir arada ve birbirlerinin tamamlayıcısı olarak varlıklarını sürdürdüğü bir yapı[54] olarak ifade edilmektedir. Kastedilen, özetle, tek bir devletin kurumlarının, yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olarak işlerken aynı zamanda hukuk kurallarını yok sayabilmeleri, bu anlamda hukuk dışı ve hukuka aykırı eylem ve işlemlerde de bulunabilmeleri ve bu iki işleyiş tarzının birarada bulunma halidir. Bunlardan birincisi norm devleti, ikincisi ise önlem devleti olarak nitelendirilmektedir.

Buradaki kritik nokta, kanımca, “önlem devleti” terimindeki “önlem”den ne kastedildiğidir. Fraenkel’in eserinin Almanca aslında kullanılan sözcük Maßnahmen (önlemler veya tedbirler), eserin ilk İngilizce metninde prerogative (Türkçe’de imtiyaz veya ayrıcalık diye karşılanabilir) olarak tercüme edilmiştir. Metnin İngilizce baskısında bu terimin kullanılmasının açıklanmaya muhtaç olduğunu düşünen Fraenkel, Almanca aslında olmayan bir eklemeyle, burada kastettiği şeyin, hukuk devleti düzeninde yürütme organının siyasî gereklerle hukuka uyma mecburiyetinden muaf tutulduğu, bu anlamda istisnai nitelikteki ayrıcalık alanı anlamına gelmediğini vurgulamak istemiştir. Bu ayrıcalık alanının ifadesi ise, “Salus rei publicae suprema lex” ya da biraz serbest bir çeviri ile “devletin güvenliği yasaya üstündür” deyişinde özetlenmektedir. Dolayısıyla, burada “önlem” deyince, devlet yönetiminin siyasî gerekçelerle, hiçbir hukukî normla bağlı bulunmaksızın hareket edebilme ayrıcalığı kastedilmektedir.[55]

Şimdi, bilindiği üzere, demokratik anayasal düzende kural, devletin hiçbir eylem veya işleminin yargı denetimi dışında tutulamaması, dolayısıyla devletin tümüyle hukuk tarafından düzenlenmesidir. Oysa, Fraenkel’in ikili devlet dediği durumda siyasî alan hukukî düzenlemenin kapsamı dışında kalmaktadır. Bu bakımdan ikili devlet, bir hukuk devleti veya o anlama gelmek üzere bir anayasal devlet ile onun yanı başında ayrı bir yapı olarak işleyen ve hukuk tarafından düzenlenmeyen devlet değildir. Söz konusu olan, tek devlettir ama, bu devletin hukuk normları tarafından kapsanan ve bu normlarla uyum içinde faaliyet göstermeye çalışan yönü (norm devleti) ile “siyasî” niteliği nedeniyle bu normların kapsamı dışında kalan diğer yönü (önlem devleti) bulunmaktadır. Fakat ikili devlette “önlem devleti”, neyin “siyasî” ve dolayısıyla da hukuk tarafından düzenlenemez nitelikte olduğuna karar verme gücüne sahiptir ve bu gücü nedeniyle de “yasama, yürütme ve yargı” olarak bildiğimiz modern devlete özgü erklerin tümünü içerip aşan bir üstünlük veya hakimiyet konumunda bulunmaktadır. Bu niteliği ile ikili devlet, “önlem devleti”nin sürekliliğini mümkün kılan “norm devleti” ile birlikte ama “önlem devleti”nin hakim karar verici konumu bağlamında, modern toplumsal-siyasî örgütlenme içinde ortaya çıkmış olan, geçicilik niteliği yerini belirsiz bir süreye yayılmış olmaya bırakmış, bu anlamda kalıcılaşmış bir diktatörlük tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Arato’nun önerdiği tanımla, bu yeni diktatörlük,

Tam, müphemlikten arınmış, ama hukukî biçimi bakımından (yasama, yürütme ve yargı erklerini birleştiren) ayrıcalıklı ve takdirî iktidarın [önlem devletinin LK], hukuk düzenini rasyonelleştirmiş bir toplum içindeki istisnai üstünlüğüdür ki, ya o hukuk düzeni ya da politik örgütlenmenin veya toplumun inşa edilecek yeni anayasal düzeni temelinde haklılaştırılmaktadır. Hakim konumdaki ayrıcalıklı iktidarın hukuk sürecinin tümüne müdahale etmesi gerekmemektedir ama, kendi istediği zaman bu müdahalede bulunabilmekte ve mutlaka “düzenli” olması gerekmeyen bir sıklıkla rejimin düşmanlarına karşı bu müdahalede bulunmaktadır da.[56]

Kamu hukuku alanında çalışanların bildiği üzere, başka pek çok modern devlet düzeninde olduğu gibi Türkiye’de de kural, “idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tâbi olması”dır. Bu, “hukuk devleti” olmanın bir gereğidir. Kural bu olmakla birlikte, çoğu kuralda olduğu gibi, istisnaları da mevcuttur. Bu istisnalar, geçmişte, Arato da dahil pek çok yazarın teşhis ettiği gibi, askerî (ve bence yargı da dahil olacak biçimde sivil) yüksek bürokrasiye anayasal denetimin dışında hareket edebilme imkânı vermekteydi. Bu nedenle de Arato, 1982 Anayasası’ndaki bu yapıyı, hukuk yapma güç ve yetkisini elinde bulunduran parlamentonun (ve seçmenlerden oluşan halk ve dolayısıyla “parlamenter hükümet”) iktidarı ile başta ordunun elinde tuttuğu “devlet iktidarı” arasındaki bir ikilik olarak görmekte, bu anlamda 1982 Anayasası’ndaki yapının “ikili devlet”ten çok “ikici devlet”e yakın durduğunu belirtmektedir. Arato’ya göre 1982 Anayasası, 12 Eylül askerî yönetimi üzerinde müttefik ülkelerin de etkisi altında, tam anlamıyla otoriter bir anayasa olmayıp, otoriter ve demokratik unsurların bir arada bulunduğu ama “en azından başlangıçta” otoriter olanın hakim pozisyonda olduğu ikici mahiyette bir anayasaydı:

Bu ikicilik, kabaca, Türklerin devlet ve hükümet olarak betimledikleri şeyde ifadesini bulmaktadır ve anayasal güvenceler yanında [bunları] dönüştürme biçimlerini de içermektedir. “Devlet”i otoriter olarak nitelendirirken, “hükümet”i demokratik diye işaretlemek çok büyük bir yanlış olur. Böyle değildir. Cumhurbaşkanı’nın başkanlığı altındaki MGK, üyeleri devlet organları tarafından kontrol altında tutulan Anayasa Mahkemesi’nin de yardımıyla, siyasî rekabete kimlerin katılabileceği ve bu rekabetin nasıl organize edileceği hususlarında etkisini muhafaza etmektedir.[57]

Bu kavramlaştırma açısından bakıldığında ilk göze çarpan husus, 2017’deki Anayasa değişiklikleriyle kabul edilip uygulamaya konulan başkancı rejimin, demokratik hukuk devletinin bir tipi olan “başkanlık sistemi”nden ayrılmakla kalmayıp, aynı zamanda 1982 Anayasası’nın “ikici devlet” yapısına da son verdiğidir. Başkanlık sistemindeki kuvvetler ayrılığının gözetilmemiş olması ve buna eşlik eden denetimsizlik yanında, çok güçlü yetkilerle donatılmış olan yürütme organı olarak başkanın, devletin merkezî örgütlenmesinin düzenlenmesinden üst seviyedeki kamu görevlilerinin atanmasına kadar uzanan geniş bir alandaki yetkilerinin kullanılmasında, kendi dışındaki hiçbir organın onaylama işlemine tâbi bulunmaması, burada önemle kaydedilmelidir. Bunlara ek olarak, yürütme organı olan başkana, “yürütme” teriminin-kavramının içerdiği anlamın hilafına, önceden kanunla düzenlenme şartı olmaksızın, birinci elden (aslî) kural koyma yetkisinin verilmiş olmasıdır. Bu yetkinin kapsamı, sınırları, hangi organ tarafından nasıl denetlenebileceği gibi hususlarda da önemli belirsizlikler mevcuttur. Örneğin, Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı kararnamelerinin düzenleyici, kural koyucu nitelikte olanları Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenecektir. Bu denetimin ne denli etkili bir biçimde yapılabilip yapılamayacağını henüz bilmiyoruz.[58] Geride bıraktığımız 2016-2018 arasındaki olağanüstü hal döneminde, olağanüstü hal ilanının gerekçesiyle ilgisi bulunmayan, olağanüstü halin “geçici” niteliği açıkça aşan düzenleme ve uygulamalar getiren KHK’leri denetlemekten kaçınmış olan Mahkeme’nin, başkanın düzenleyici işlemleri ile ilgili etkili bir merci olabileceği kuşkulu görünmektedir. Ayrıca, bazı kural koyucu işlemler kararname ile değil de, kararla yapılmaktadır ve bu nedenle de kararnameler gibi AYM tarafından denetlenip denetlenemeyecekleri belirsizdir.

Andrew Arato’yu izleyerek, bu belirsizliğin aslında 1982 Anayasası’nın “ikici” (dualistic) özelliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Arato, 2017 değişikliklerinden önce, 1982 Anayasası’nın devleti bütünüyle anayasanın kapsamı altına almadığını, hukuk yapma yetkisini yasama organına verirken, askerî bürokrasiye de siyasî kontrol imkânı sağladığını ve bunlardan hangisinin sonuçta üstün geleceğine dair kararlı bir yapı inşa etmediğini belirtmektedir. Bu “kararsızlık”, Anayasa Mahkemesi’ne de yansımakta ve mahkemenin kendisini de “ikici” bir organa dönüştürmektedir. “Bir diğer deyişle Mahkeme, ya genel olarak dar yorumlanmış saf hukukî bir kapasite ile hareket etmekte ya da inanılmaz ölçüde geniş yorumlanmış bir siyasî yetki ile davranmaktadır. Yapısal olarak Mahkeme, Anayasa’nın koruyucusu olabildiği kadar devletin de koruyucusu olabilmektedir.”[59] 2017 öncesi için doğru görünen bu değerlendirmeyi 2017 değişikliğinden sonra sürdürmek ise mümkün görünmemektedir zira artık başkan, neyin hukukî denetim kapsamında olduğunu ve dolayısıyla norm içi değerlendirmeye tâbi olacağını ve neyin “devletin bekası” veya buna eşlik edebilen diğer terimlerle anlamlandırılan “siyasî” gerekçelerle hukuk denetiminin dışında kalması gerektiğine karar verme gücüne sahip bulunmaktadır ki, bu bir tür “önlem devleti”nin norm devletine üstün konumdaki ikili devletin “tekçi” yapısını çağrıştırmaktadır.

Bir diğer deyişle, 2017 Anayasa değişikliklerinin ve bu değişikliklerin öncesinden başlayan ve biçimsel olarak iki yıl sürmüş olan olağanüstü hal rejimi ile belirginleşmiş olan uygulamaların ve bunların kalıcı hale getirilmesi gerçeğinin ışığında, artık başkancı rejim ile birlikte, daha önceki sistemde görülen ve “anayasal-yasal iktidar” ile “devlet iktidarı”nın, birbirleriyle “Millî Güvenlik Kurulu” gibi formel veya enformel kanallarla, çoğu zaman yapısal nedenlerle de hayli eşitsiz biçimlerde konuşup anlaşma yoluyla sağlanan devlet yönetiminin yerini, tekçi bir yapı almış bulunmaktadır. Bu yapıda geçerli olan, hayli belirsiz bir genişlik içinde tanımlanan “siyasî” gerekçelerle “hukuk normlarına uyma gereği”nin yerine getirilmeyeceği, savsaklanabileceği veya bütünüyle yok sayılabileceği anlayışıdır. Yeni rejim, bu anlayışın çok sayıda örneğini vermiş ve vermeye de devam etmektedir ve bunlar arasında da, özellikle yargı süreçlerine müdahale yoluyla “norm”un yerini “önlem”e bıraktığı sıkça rastlanan ve tam da ikili devletten esinlenmiş yeni diktatörlük tanımına uygun bir biçimde, öngörülebilirlikten yoksun, indî tasarruflar ciddî bir yekûn tutmaktadır. Bu durum karşısında, Türkiye’deki yeni rejimi “ikili devlet”e daha yakın duran, ne zaman sona ereceği belirsizleşmiş bir yeni diktatörlük tipi olarak teşhis etmemiz gerekmektedir.

SONUÇ 

Sonuç olarak, şu noktaların altını önemle çizmek gerekmektedir:

Türkiye’deki siyasî rejim değişikliği, “vesayetçi demokrasi”den “rekabetçi otoriterlik” yönünde bir değişim olarak görülmesi ilk bakışta cazip gibi gelse de, özünde doğru bir yaklaşım değildir. İki nedenle: Birincisi, rekabetçi otoriterliğin tanımındaki tüm unsurların hemen tamamı, vesayetçi demokrasi durumunda da mevcuttur. Öncelikle, siyasî rekabet şartlarının her zaman otoriter kural ve kurumlar tarafından sınırlandırılmış olmasını (örneğin kapatılmış siyasî partileri) burada hatırlamak gerekir. İkincisi ise, rejimin işleyişinin hep otoriter bürokratik güçlerle toplumun “izin verilen siyasî temsilcileri” arasında bir pazarlık ve uzlaşma formatında gelişmiş olmasıdır. Bu, otoriter geleneğin tesbit edilmiş ikici devlet yapısı olarak nitelendirilmesi daha yerinde olacaktır. Türkiye’deki rejim değişikliğinin bir tür kusurlu demokrasiden bir tür tam olmayan otoriterliğe geçiş biçiminde kavranması, bu rejim değişikliğini bir anlamda ve örtük olarak, normalleştirmektedir. Dünyada bir demokrasiden vazgeçme ve otoriterleşme dalgası yaşandığına göre, Türkiye’nin de bu süreçten nasibini alması normaldir gibi bir algı oluşmaktadır. Bundan kaçınmak gerekir. Türkiye’deki rejim değişiminin “popülizm” üzerinden analizi de bu anlamda çok isabetli görünmemektedir. Popülizm, hem kavramın tarihinde ve hem de birçok güncel tartışmada yansıdığı gibi, bazı yaklaşım sahiplerine “iyi” ve “kötü” türleri olabilen bir kavram gibi görünmektedir. Burada bir karışıklık vardır ve karışıklığın temelinde de, popülizmin “halk”a referans veren, bu anlamıyla örneğin Türkiye tarihinde de gözlenen “statü ayrıcalıklarına karşı çıkış” gibi eşitlikçi ve halk iradesine siyaseten öncelik vermek gibi “demokratik” tınısı olan unsurları yatmaktadır. Oysa bugünkü popülizmin yükselişi, aslında Eric Fassin’in de isabetle belirttiği gibi, neoliberalizmin “neofaşist momenti”ni işaret etmektedir.[60] Bu momente “popülizm” üzerinden yaklaşmak, asıl yükselenin “neofaşizm” olduğunu ister istemez gizlemektedir. Popülizm ile ilgili bir diğer ve Türkiye açısından özel olarak önemli olan yanılgı ise, popülizmin tanımlayıcı unsurları arasında baş sıralarda yer alan “kurulu düzen karşıtlığı” unsurudur. Popülizm, ya kurulu düzeni yıkmaya çalışmaktadır, o zaman bundan “kurulu düzeni korumak gerekir” sonucu çıkarılabilmektedir, ya da “kurulu düzen değişmiştir, yapılması gereken değişimden önceki duruma dönmek, yani restorasyondur.” Türkiye’deki rejim değişikliği gerçeğine “popülizm” üzerinden yaklaşılmasıyla bu tür bir restorasyon talebi konusunda, akademik literatür ile cari muhalif siyasetin ortaklaştığını söylemek yanlış olmaz. Oysa Türkiye’nin sorunu, geçmişteki “popülist olmayan otoriter rejime” dönmek değil, o geçmişi de, bugünkü “ikili devlet” kavramına yakın duran, tekçi, insan hak ve özgürlüklerine dayalı hukukun üstünlüğü temelini terk etmiş yapıyı da dönüştürecek bir demokrasiyi inşa edebilmektir. Bunun da yolu, Türkiye’de yeni bir siyasî toplum inşa etmek anlamında bütünüyle yeni bir kuruluş ve anayasallaşma (constitutionalizaton) sürecini tasavvur ve talep etmektir.

 


[1] Örneğin Freedom House’ın ölçümlerinde Türkiye, uzun yıllar sürdürdüğü “yarı özgür ülke” statüsünü yitirip, özgür olmayan ülke” statüsüne gerilemiş durumdadır. https://freedomhouse.org/country/turkey/freedom-world/2020 (erişim tarihi: 17 Mayıs 2020)

[2] Kerem Öktem ve Karabekir Akkoyunlu, “Introduction Exit from Democracy: Illiberal Governance in Turkey and Beyond,” Öktem ve Akkoyunlu, ed., Exit from Democracy. Illiberal Governance and Beyond, London: Routledge, 2018, s. 1-2. Ayrıca: https://freedomhouse.org/report/freedom-world/2019/democracy-retreat (erişim tarihi: 17.05.2020).

[3] Tom Ginsburg ve Aziz Z. Huq, How to Save a Constitutional Democracy, Chicago ve Londra: The University of Chicago Press, 2018.

[4] Ginsburg ve Huq, ABD’de Trump’ın Başkan seçilmesinin “tahrik ettiği” bir çalışma yaptıklarını belirtmekte, ama “bugünün küresel durumuna olduğu kadar yirminci yüzyıl tarihine de eğilen daha genel bir araştırma” yaptıklarını vurgulamaktadırlar (s. 2 ve s. 3). Benzer bir kaygı ile yazılmış bir diğer eser: Larry Diamond, Ill Winds. Saving Democracy from Russian Rage, Chinese Ambition and American Complacency, New York: Penguin Press, 2019.

[5] Türkiye siyasetini ele alan pek çok çalışmada, olguların gelişimine paralel olarak nitelendirmelerin de değişkenlik gösterdiği hayli belirgin bir biçimde karşımıza çıkmaktadır ve bu, yeni bir durum da değildir. Teori ve yöntem bağlamında tercihler “olan”ın betimlenmesi ve açıklanması biçiminde olunca, bu bir zorunluluk halini aldığından böyle olmaktadır. Siyaset teorisinde böylesi bir ampirist/pozitivist tavrın çok da sağlam epistemolojik temellere dayanmadığı da bilinmeyen bir husus değildir. Buna ek olarak, Bülent Küçük ve Ceren Özselçuk’un, Hamit Bozarslan ve Etienne Balibar’a referanslarla işaret ettikleri, bir yandan “kolektif bellek” tahribatından, diğer yandan da devlet baskısının ürünü olan ve “toplumu anlaşılabilir” kılan ve dolayısıyla “olan”ın bilgisini edinmeyi imkânsızlaştıran engellemeleri de, rejim değişiminin incelenmesinde ampirist/pozitivist yaklaşımın açmazları arasında zikredilmelidir. Bülent Küçük ve Ceren Özselçuk, “Fragments of the Emergent Regime in Turkey:Limits of Knowledge, Transgression of Law, and Failed Imaginaries,” South Atlantic Quarterly, 118:1, Ocak 2019, s. 3 ve sonrası.

[6] Ernest Fraenkel, İkili Devlet. Diktatörlük Kuramına Bir Katkı, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim, 2020.

[7] Tasnif ve bu tasnif açısından Türkiye’deki değişimin izahı için bkz. Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa: Ekin Kitabevi, 3. baskı, 2019, s. 754-766. Gözler’in tasnifi ve değerlendirmeleri büyük ölçüde normatif düzenlemelere ve formel (biçimsel) özelliklere dayanmakta ise de, 9 Temmuz 2018’de bütünüyle yürürlüğe giren sistemin “başkanlık sistemi” olarak nitelendirilemeyeceğini vurgularken, başkanlık sisteminin “aslî unsurları” arasında yer vermediği yasama ve yürütme organlarının birbirlerini feshedebilmelerini gerekçe olarak göstermesi biraz eğreti durmaktadır. Kanımca, başkanlık sisteminin Gözler’in aslî unsur olarak kabul ettiği özellikler dikkate alındığında Türkiye’nin de pekâlâ başkanlık sistemine geçtiği söylenebilir ama bu, başkanlık sisteminin bence kurucu (dolayısıyla da aslî) unsurlarından sayılması gereken kuvvetler ayrılığı ile denge ve denetim mekanizmalarının yokluğu nedeniyle doğru olmaz.

[8] Anayasa Mahkemesi, 13 Mayıs 2020 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan üç kararında, ilk kez Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’nin yargısal denetimini gerçekleştirmiş, bunlardan birinde kısmi iptal kararı verirken, diğerlerinde iptal talepleri reddedilmiştir. E.2018/125, K. 2020/40; E.2019/31, K. 2020/5 ve E. 2019/78, K. 2020/6 sayılı kararlar.

[9] Cumhurbaşkanı’na sosyal ve ekonomik haklarla ilgili konularda kararname ile birinci elden kural koyma yetkisinin verilmiş olması özellikle ilgi çekicidir. Bu hususun, bu yazının kapsamını aşan popülizm-diktatörlük ve neoliberal kapitalizm bağlamında ayrıca değerlendirimesi gerekmektedir.

[10] 2017 değişikliklerinden sonraki durum, “Türk usulü” veya “Türk tipi” başkanlık olarak nitelendirildiği gibi, daha çok Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bağımsız devletlerde, en başta da Rusya Federasyonu’nu anlatmak üzere kullanılan “süper başkanlık” olarak adlandırıldığı da bilinmektedir. Henüz Anayasa değişiklikleri gerçekleşmeden önce yaptığı değerlendirmelerde, AKP’nin isteğinin “başkanlık” değil “süperbaşkanlık” olduğu tesbiti için bkz. Ergun Özbudun https://t24.com.tr/haber/prof-ozbudun-akpnin-istedigi-baskanlik-sistemi-rejimi-degistirebilir,262681 (erişim tarihi: 21.04.2020). Krş. Serap Yazıcı, “2017 Anayasa Değişikliği: Türkiye’de Başkanlık Sistemine Geçiş,” Prof. Dr. Nami Çağan Anısına Armağan, Ankara: Atalım Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2020, s. 773-816. Süper başkanlık ve başkancı terimleri için ayrıca bkz. Hasan Dursun, “Süper Başkanlık ya da Başkancı Parlamenter Sistem: Weimar Almanya’sı ile Rusya Federasyonu Örnekleri ve Çıkarılacak Dersler,” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 67, 2006, s. 230-284.

[11] Popülizmin farklı anlamları hakkında görece eski tarihli ama eskimeyen bir derleme: Margaret Conovan, Populism, Londra: Junction Books, 1981.

[12] Ziya Öniş ve S. Erdem Aytaç, “Varieties of Populism in a Changing Global Context. The Divergent Paths of Erdoğan and Kirchnerismo,” Comparative Politics, Ekim 2014, s. 41-55.

[13] Aynı yerde, s. 42-45.

[14] S. Erdem Aytaç ve Ezgi Elçi, “Populism in Turkey,” Daniel Stockener, ed., Populism around the World. A Comparative Perspective, Cham, İsviçre: Springer, 2019, s. 97.

[15] Jean Cohen, “Populism and the Politics of Resentment,” Jus Cogens, (2019) 1:5-39, s. 14 (https://doi.org/10.1007/s42439-019-00009-7, erişim tarihi: 10 Mayıs 2020).

[16] Aytaç ve Elçi, a.g.m., s. 94.

[17] Bilge Yabancı, “Avrupa’nın çeperinde popülizm: Türkiye, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da çoğunluk iktidarlarının otoriterlik stratejileri,” Birikim, Sayı: 354, s. 9-20.

[18] Ergun Özbudun, “Turkey’s Judiciary and the Drift Toward Competitive Authoritarianism,” The International Spectator, 50:2, 42-55, (DOI: 10.1080/03932729.2015.1020651, erişim tarihi: 21 Nisan 2020).

[19] Makalesini, 2015 Haziran ayında yapılacak olan genel seçimlerde AKP’nin anayasayı değiştirecek sayıda milletvekili çıkarabilmesi halinde, “yönetim sistemini kesinlikle süperbaşkanlık yönünde değiştireceği” ve bu gerçekleştiği takdirde de Türkiye’nin “yarışmacı otoriter rejimler içinde sağlam bir yer edineceği” öngörüsüyle bitiren (s. 54) Özbudun, AKP’nin böyle bir çoğunluk elde edemediği halde gerçekleştirdiği anayasa değişikliği sonucunda haklı çıkmıştır.

[20] Steven Levitsky ve Lucian A. Way, Competitive Authoritarianism. Hybrid Regimes after the Cold War, Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2010, s. 5-7.

[21] Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü, “Rising Competitive Authoritarianism in Turkey,” Third World Quarterly, C. 37, No. 9, s. 1582.

[22] Özbudun, a.g.m., s. 48-49.

[23] Esen ve Gümüşçü, a.g.m., s. 1585-1594.

[24] Herhalde eklemek gerekir ki, Ginsburg ve Huq’un bu çalışmasında Amerikan anayasal sisteminin mükemmelliği iddia edilmemekte, hatta bu sistemin kendisini “partizan yozlaşma ve karizmatik popülizmin yarattığı erozyona” karşı korumak için ne gibi reformlar yapması gerektiği üzerinde durulmaktadır. (Ginsburg ve Huq, a.g.e., s. 205-235).

[25] İktidardaki “cumhur ittifakı” ile “millet ittifakı” (CHP-İYİ Parti-SP) içindeki partileri kastediyorum.

[26] Örneğin Larry Diamond, bundan on sekiz yıl kadar önce, “seçimsel demokrasi, belirsiz rejimler, yarışmacı otoriterlik, hegemonik seçimsel otoriterlik, siyasî olarak kapalı otoriterlik” kategorilerini kullandığı bir yazısında Türkiye’yi “belirsiz rejimler” arasında göstermektedir. “Thinking about Hybrid Regimes,” Journal of Democracy, C. 13, No. 2, (Nisan 2002).

[27] Esen ve Gümüşçü, a.g.e., s. 1582.

[28] Daha da beteri olabilir tabii: Esen ve Gümüşçü, 2017 Anayasa değişikliklerinden sonra ama, Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce yayımlanan bir diğer yazılarında, “Erdoğan’ın seçilmesi durumunda Türkiye’yi “dünya üzerinde Rusya ve Venezuela gibi en güçlü yürütme sistemlerine sahip ülkelerden biri haline getirecek hegemonik seçimsel otoriterliğe doğru bir geçişin tetiklenme ihtimalinin daha yüksek olduğu” kanaatindedirler. Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü, “The Perils of Presidentialism,” Review of Middle East Studies, C. 52, No.1 (Nisan 2018), s. 43-53. Recep Tayyip Erdoğan 2018 Temmuz’unda ikinci kez Cumhurbaşkanı seçildiğine göre ve bu tarihten itibaren yaşananlara bakıldığında, aynı terminoloji içinde, “yarışmacı otoriterlikten hegemonik seçimsel otoriterliğe doğru geçiş süreci” de yaşanıyor olmalı. Nitekim, Ergun Özbudun da, adını “hegemonik seçimsel otoriterlik” diye koymamakla birlikte, “Türkiye’nin bugünkü siyasal rejiminin hâlâ ‘yarışmacı otorite[r]’ ya da ‘popülist’ bir rejim olarak nitelendirilebileceği, ancak son yıllardaki değişimlerle bu denklemdeki yarışmacılık unsurunun daha da zayıfladığı, otoriterlik unsurunun ise daha da güçlendiği söylenebilir” derken benzer bir noktaya temas etmektedir. E. Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, Ankara: Yetkin Yay., 2019, s. 146.

[29] Paul Blokker, “Populism as a Constitutional Project,” International Journal of Constitutional Law, C. 17, No. 2, Nisan, 2019, s. 536-553.

[30] Aynı yerde, s. 536.

[31] Hemen belirtmek isterim ki burada, “anayasacılık” (constitutionism) ile “anayasalcılık” (constitutionalism) terimleri arasında bir ayrım yaparak, anayasalcılık terimini özgürlükçü, demokratik ve hukukun üstünlüğünü benimseyen anayasa yapma ve değiştirme süreçlerini ifade etmek için kullanırken, bu tür ideallerin dışında ve hatta bunlara aykırı ama adı yine de anayasa olan belgeleri ortaya çıkarma yönündeki oluşumlar söz konusu olduğunda ise anayasacılık terimini kullanmak gerektiği yönündeki Özbudun görüşünü takip etmekteyim. Bkz. Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, s. 7.

[32] Aynı yerde.

[33] Gábor Halmai, “Populism, Authoritarianism, and Constitutionalism,” German Law Journal, (2019), 20, s. 302-305.

[34] Aynı yerde, s. 305-306.

[35] Aynı yerde, s. 305.

[36] Aynı yerde, s. 306-307.

[37] Ertuğ Tombuş, “The People and Its Embodiment. Authoritarian Foundations of Constitutions in Turkey,” Felix Petersen ve Zeynep Yanaşmayan, ed., The Failure of Popular Constiution Making in Turkey. Regressing Toward Constitutional Autocracy, Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2019, s. 59-83.

[38] Burada şu noktayı kaydetmekle yetineyim: Tek-parti dönemindeki Kemalizm’in altı oku, 1937 yılında Anayasa’ya yerleştirildikten sonra, 1961 ve 1982 anayasalarında, özellikle “cumhuriyetçilik”, “milliyetçilik” ve “laiklik” ve “inkılapçılık” esasları bakımından, kuşkusuz her zaman aynı adlar altında olmasa da, muhafaza edilmiştir. Karş. Levent Köker, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi,”  Ahmet İnsel, der., Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm,İstanbul: İletişim yay., 6. baskı, 2009, s. 97-112.

[39] Soğuk Savaş döneminin izlerini taşıyan ve bir yönüyle hâlâ etkililiğini koruyan eski siyaset bilimi literatüründe diktatörlükler, yöneldikleri nihai amaca bağlı olarak değerlendirilmiş ve otoriter diktatörlükler ile totaliter diktatörlükler ayrımı yapılmıştı. Buna göre otoriter diktatörlüklerin temel niteliği “pre-demokratik”, yani liberal-demokratik düzene geçme potansiyeline sahip, hatta bu geçişi kendilerine amaç edinmiş diktatörlükler olarak görünürken, totaliter diktatörlükler, bir ütopyayı gerçekleştirmeye çalışan ve bu yüzden de bireysel ve toplumsal hayatın bütün yönlerini düzenlemeye çalışan diktatörlükler olarak tanımlanmaktaydı. Bugünkü otoriter rejim tartışmalarında, özellikle de otoriterliğin derecelendirilmesini içeren ampirik kavramlaştırmalarda bu eski ayrımın izlerini görmemek mümkün değildir ki, buna eski teoride varolan ve “otoriter rejimleri” demokratikleşme için geçilmesi gereken zorunlu bir evre gibi görmek de dahildir. Karş. Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yay., 10. baskı, 2007, s. 48-72.

[40] Clinton L. Rossiter, Constitutional Dictatorship. Crisis Government in Modern Democracies, New York, NY: Routledge, 2017 ve Andrew Arato, “Good-bye to Dictatorships,” Social Research, C. 67, No. 4 (Kış, 2000), s. 925-955.

[41] Andrew Arato, “Political Theology and Populism,” Social Research, C. 80, No. 1 (Bahar, 2013), s. 143-172.

[42] Arato, “Good-bye to Dictatorships,” s. 932.

[43] A.g.m., s. 934.

[44] Aynı yerde.

[45]Nitekim, bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti’nin olağanüstü hal süresince hangi hak ve özgürlükleri askıya aldığı yönünde, üyesi bulunduğu Birleşmiş Milletler ile Avrupa Konseyi otoritelerine ilettiği beyanları, taahhütleri bulunmaktadır: https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2017/11/14/Venedik_Komisyonu_667_676_Sayılı_KHKLAR_HAKKINDA_GÖRÜŞÜ.pdf (erişim tarihi 11 Mart 2020).

[46] Olağanüstü haldeki KHK uygulamaları ile ilgili kısa ama özlü bir değerlendirme için bkz. Ertuğrul Uzun, “OHAL KHK’ları Üzerine Yalan Yanlış Şeyler veya KHK’lar ile Kağıttan Kule İnşa Etmek,” Birikim Güncel, 2 Ocak 2018 (https://www.birikimdergisi.com/guncel/8675/ohal-khklari-uzerine-yalan-yanlis-seyler-veya-khklar-ile-kagittan-kule-insa-etmek. erişim tarihi: 4 Mayıs 2020).

 

[47] Bu bağlamda zikredilmesi gereken bir diğer istisna, diktatörlük kavramını toplumsal çatışma bağlamına daha vurgulu bir tarzda ele alan Orhan Gazi Ertekin’e aittir: “The Rise of Caesarism or Erdoğan’s Way,” The South Atlantic Quarterly, 118:1 (Ocak, 2019), s. 61-80.

[48] Banu Bargu, “Year One: Reflections on Turkey’s Second Founding and the Politics of Division,” Critical Times, C. 1, Sayı 1 (Nisan, 2018), s. 25 ve 26. (https://doi.org/10.1215/26410478-1.1.23, Erişim tarihi: 15 Mart 2020).

[49] Bargu’nun (karşı-) devrim terimine karşı ileri sürmek istediğim çekince ise, olağanüstü hal rejimi altında ortaya çıktığı belirtilen kurucu (egemen) diktatörlüğün aslında bütünüyle yeni bir anayasa (ve dolayısıyla devlet) inşa etmeyip, var olan devletin temellerini değiştirmeksizin, onu daha iyi muhafaza edecek bir yönetim sistemi getirmeye yönelmesi biçiminde de anlaşılabileceği ihtimalini yabana atmamak gerektiğidir. Ayrıca, Kemalist rejimin bir devrim olma niteliği ise ayrı bir tartışma konusu olarak ortadadır.

[50] Türküler Işıksel, “Between text and context: Turkey’s tradition of authoritarian constitutionalism,” ICON (2013), C. 11 No. 3, s. 717.

[51] A.g.m., s. 719. Işıksel, orijinal İngilizce metinde “ordinary” terimini kullanmaktadır ki bu terim, özellikle bu bağlamda hem “olağan”, hem de “düzen içi” veya daha açık bir ifadeyle “düzenin kurallarının içinde yer alan” anlamlarını birlikte içermektedir.

[52] Aynı yerde.

[53] Andrew Arato, Post-Sovereign Constitution Making, Londra ve New York: Oxford University Press, 2016, s. 225.

[54] Fraenkel’in bu eseri üzerine Birikim’de (Sayı: 354, Ekim 2018, s. 74-80) doyurucu bir yazısı bulunan Serdar Tekin, “tedbir devleti” terimini tercih etmektedir. A. Emre Zeybekoğlu ise, aynı terim için hem “imtiyaz” hem de “müdahaleci” demektedir: “Rechtsstaat’tan Doppelstaat’a, ya da Refah Devletinden Neoliberal bir Ütopyaya Doğru,” Hukuk Kuramı, C. 6, S. 3 (Eylül-Aralık, 2019), s. 32-56.

[55] Ernest Fraenkel, The Dual State. A Contribution to the Theory of Dictatorship, İng. çev. E. A. Shils, Oxford: Oxford University Press, 2017, “Dual State and Separation of Powers” başlıklı bölüm, s. 66-67. Karş. Fraenkel, İkili Devlet, s. 127-128.

[56] Arato, “Good-bye to Dictatorships,” s. 934-935.

[57] Arato, Post-Sovereign Constitution Making, s. 226.

[58] Bu yakınlarda yayımlanan üç Anayasa Mahkemesi kararı bu konuda bir ipucu olabilirse de bu yazı kapsamında sadece AYM’nin de Cumpurbaşkanı’nın birinci elden (asli) düzenleme yetkisinin olduğunu kabul ettiğini belirtmekle yetineceğim. Bkz. yukarıda 8 numaralı dipnotu.

[59] Andrew Arato, Post-Sovereign Constitution Making, s. 227-228.

[60] Eric Fassin, “The neo-fascist moment of neo-liberalism,” https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/neo-fascist-moment-of-neoliberalism/ (erişim tarihi: 3 Nisan 2020).