Aşka Bahane Aramasak?..

Kaçınılmaz olarak, futbolu tartışmaya başlayacağız. Sabahtan akşama futbol konuşmaya, futbol yatıp futbol kalkmaya zaten başlamıştık. Şimdi sıra tartışmamıza geldi. İyi de oldu.

Tartışma zorunluluğunu kavramamızda, son zamanların milliyetçi halet-i ruhiye şahlanması ile tribünlerde kendilerine “ekmek” olduğu tesbitiyle stadlara doluşan faşistlerin hatırı sayılır payı bulunduğunu sanıyorum.

Zira, 12 Eylül öncesinin siyasî faaliyet ve davranış alışkanlıklarıyla sürdürülen futbol militanlığı, ulaştığı boyutlara rağmen, kendi başına, bizi futbolla ilişkimiz üzerine düşünmeye sevk edememişti.

Futbolun Türkiye toplumunun gündelik (haftalık, “sezonluk”...) hayatındaki öneminin başka herhangi bir toplumsal, kültürel, ailevî, işe ilişkin, eğlenceye ilişkin v.b. faaliyetle, alanla kıyaslanmayacak bir ağırlık kazanması, hepimizin bildiği gibi, kabaca son on ya da onbeş yılın bir olgusudur.

Ne Lefter, Metin Oktay gibi efsaneler ne de millî takımın müthiş Macarları alt edişi böyle bir önem artışı ve ilgi yaygınlaşmasına vesile olmuştu. Hattâ, futbolun “amelî” düzeyde ülke çapında yaygınlaşmasını sağlayan İkinci ve Üçüncü Liglerin kurulması dahi bugünkü durumla kıyaslanabilecek bir patlamaya yolaçmamıştı.[1] Futbol bugün hem toplumsal hem de bireysel planda bünyemize yayılmış ve derinlemesine nüfuz etmiştir. Bugünkü tahtına oturuşu, tartışmasız şekilde, çok boyutlu bir 12 Eylül sendromunun sonucudur.

Önce taraftarlık, benzersiz zenginlikte bir sosyal kimlik olarak belirdi, şampiyonluklar karnavallarla kutlanmaya başlandı, ardından “Avrupa”yla yüzyılların hesaplaşmasında Kanunî’nin zaferlerinden bu yana -“Düveli Muazzama”ya karşı rövanşın alınması hariç- sözü edilmeye değecek ilk başarılar kazanıldı ve boyutlar ile çerçeve değişti, düzey sıçradı. “Elbise üstüne giyilmiş” bir tür taraftarlık aracılığıyla futbol oyununa ilgi değilse de futbolla ilişki tuhaf bir şekilde, futbola özellikle uzak duran kimi kadınlar, genç kızlar için dahi olağanlaştı. Genel olarak da içselleşti. Herkesin kimliğinin bir parçası, “hayatta durduğu yer”in bileşenlerinden biri haline geldi. Rakiplerine oyunu dikte eden taraf oldu.

12 Eylül sendromundan sözedişim yanlış anlaşılmasın: Meşrû veya gayrımeşrû yöneticilerimizin bizi futbolla uyutma kararı verip bunu başarıyla uyguladıklarını falan ileri sürmüyorum. Bu iddia yabancımdır. Bu iddia, çocukluğunda, gençliğinde futbol oynamamış, futbolun câzibesinden bîhaber insanlara veya sonradan edindikleri -siyasî, akademik, kültürel, çevresel...- kimliklerin icabı futbolu reddeden samimiyetsiz kimselere aittir. Ve ancak, stadlarda binlerce kişinin toplu halde dışavurduğu erkek saldırganlığından haklı bir dehşete düşen kadınlar tarafından ortaya atıldığında ciddiye alınabilir. İnsanların, bizzat uğradıkları haksızlıklarla, koca bir ekonominin belirli kişilerin yararına işlemesiyle, politikacıların ve devlet adamlarının da bunların ve kendilerinin çıkarları için çalışmalarıyla, bizden alınan vergilerle maaşları ödenen resmî yetkililerin hayatımızı karartmayı varlık sebebi bellemeleriyle değil, Şifo Mehmet’in sakatlığı veya Trabzon’un direkten dönen hücumuyla ilgilenmesi yöneticilerin elbette işine gelir. Ama dünyada, devrim, savaş ve başka toplu seferberlik halleri dışında hiçbir yönetimin gücü bu kadar milyon insanı böylesine yönlendirebilecek çekim merkezleri oluşturmaya, hele bunu mevsimlerce sürdürmeye yetmez. Devlet, insanlara futbolseverlik aşılayamayacak kadar, insana ve sevgiye uzak bir kurumdur.

12 Eylül sendromu kaba hatlarıyla şöyle tasvir edilebilir: Genel olarak örgütlenme ve kendi için topluca hak arama, taleplerde bulunma geleneği bulunmayan Türkiye toplumu, darbeden önceki yıllarda bu tehlikeli bahislerde kendini eğitmeye başlamıştı. Bu dönemde siyasî-toplumsal oluşumları derleyip toparlamaya çabalayan sol veya sağ hareketler “kitleler”in böyle bir eğitimde ilerlemesinin önünü tıkadı. Ama insanlar bir defa, daha geniş bir gruba aidiyet, dayanışma ruhu, toplu hareketin güven vericiliği gibi mikropları kapmışlardı. 12 Eylül’le birlikte bu haddini bilmezliğe son vermeleri tebliğ edildiğinde kolayca geri adım attılar, ama takım taraftarlığı gibi bir imkân bulup rizikosuz camia edinme şansını yakalamaları zor olmadı. Taraftarlık eskiden de vardı, ama böylesine yoğun şekilde anlamlarla yüklenmemişti.

Topraklarımız üzerindeki vücut bulma tarzı için ancak ‘Allah’ın gazabı’ diyebileceğimiz Yeni Sağ sosyal politikaların insanları parça parça eden, güvensizleştiren sonuçları bir yandan, köşe dönme, iş bitirme, kendi gemimizi kurtarma kültürüne kavuşmamızın pek değerli ürünleri öbür yandan, futbola hücumun şiddetlenmesine katkıda bulundu. Yalnızlaşan insanların yalnızlıktan kurtulduğu, buna karşılık hayatın başka alanlarında kimseyle dayanışmak, kimseye el uzatmak zorunda olmaksızın, gönül rahatlığıyla zayıfın üzerine basarak, para ve tüketim malları peşinde koşabildiği grup aidiyeti şekillerinin böyle bir dönemde rağbet görmesi tabiîydi. Futbol ve taraftarlık aracılığıyla edinilen aidiyet, soğukta yağmurda stada gitme meşakkati bir yana bırakılır ve eksikliklerin hemen her zaman TV başında bira yudumlayarak giderilebildiği gözönüne alınırsa, bu tür, rizikosuz, dertsiz, rahat ve güvenli aidiyet şekillerinden biridir.[2]

“EMPERYALİZMİN OYUNU”NU

NASIL DEVRALDIK?

Solcuların futbola düşmesinde de bütün bunlar elbette rol oynadı. Futbol zaten kimsenin yabancısı değildi. 12 Eylül öncesinde, uzun saçlarımız, “emperyalist işi” plaklarımız, siyasîleşmemekte inat eden arkadaşlarımızla birlikte onu da terk etmiştik. Yaşantımızı neredeyse bütünüyle kaplayan siyasî faaliyet imkânından yoksun kalınca, haliyle, pekçok eski dostumuz gibi meşin topu da hatırladık. Zaten herkesin tuttuğu bir takım vardı, kolay oldu.

Ancak futbol âlemine neredeyse ömürboyu abonman biletle bodoslama dalınmasında ve günlerin gecelerin futbol muhabbetiyle geçirilmeye başlanmasında solcular açısından rol oynayan bir “ekstra” durum daha vardı:

Gençliğimizi -hernekadar toplum için çalıştığımızı düşünerek de olsa- toplumun dışında geçirmiştik; darbeden sonra ya kelimenin sözlük anlamıyla toplumun dışındaydık -hapiste veya yurtdışında- ya da işgal altındaki bir ülkede yaşar gibiydik. Hayat hakkımızın bulunmadığı, lütfedildiği için yaşadığımız sürekli hatırlatılıyordu, “normal insanların” bizi tehlikeli sayması, fazla yakınına yaklaştırmaması isteniyordu, en küçük bir falsomuzda hakkımızdan geleceklerdi... Hapiste veya zorunlu-gönüllü sürgünde bulunmayanlarımız mecburen topluma karışacaklardı; işlere girdik, hiç siyasî olmayan çevrelerle münasebet kurduk - genellikle mecburen. Buralarda kendimizi bütünüyle yabancı hissettik, çünkü içeri girerken hakiki kimliklerimizi, fikirlerimizi, eleştirilerimizi, hislerimizi dışarıda bırakmamız gerekiyordu. Yabancı gibi yaşadık.

Bu halet-i ruhiye, solcu insanların pek çoğunun sosyalizmin nasıl bir bunalımda olduğunu ancak bu aşamada fark etmeleriyle birleştiğinde, değerlerimizi koruyarak yaşama mücadelemize ürkütücü bir boyut daha eklendi: Değer saydığımız birçok şeyi bizzat biz -ya siyasî çıkar/iktidar hesapları uğruna harcayarak ya sonradan eleştirerek ya da değer olmadığını anlayarak- geçersiz kılmıştık, buna rağmen Yeni Dünya Düzeni, değişim, serbest piyasa martavallarına kapılıp gitmemiştik, neyi koruyacaktık? Vücudunu koruyabilme uğruna ruhundan vazgeçenlere, neyi koruyacağını bilmediği bir koruma telâşından yorulanlar eklendi, onlar da deplase oldu. Siyasî faaliyetlerde ve özellikle örgütleme pratiğinde gösterdikleri hüneri aslî değer sayan ve bunu pekâlâ şirket yöneticileri olarak da gösterebileceklerine inanan, bir tür iyi huylu yuppieliğe sarılanlarsa zaten başka bir sahada yerlerini almışlardı.

Bütün bunlardan sonra hâlâ “solcuyum, sosyalistim” diyebilen insanlar için hayat çetin, yollar fazlasıyla dikenli ve sarptı. Bir bölümümüz, iyi ve insanca sonuçlar yaratmadığı belli mücadele yollarından vazgeçmeyenlere alttan alta sempati duymayı vicdan borcu addetti, bir bölümümüzse “kimimiz kimsemiz yok kardeşim”e kendini alıştırmaya çabaladı.

Bu arada şaka maka, toplumun içinde, onunla beraber yaşamaya başlamıştık. Toplumsal hayatın hiçbir alanında yüzümüzü güldürecek en küçük bir gelişme göremiyorduk. Aslî ilgi alanımız siyasette durum başka alanlardakinden de vahimdi. Gözü dönmüş çıkar gruplarından farksız davranan mevcut partilerin civarına sokulamayacağımız tabiîydi. Onlara karşı duyduğumuz, iliklerimize işlemiş güvensizliğin haklı sebepleri vardı. Demokratik örgütlenmeler ya basitçe yoktu ya da doğrudan ve sığ bir siyasîleşme tuzağına düşerek çekim alanı olmaktan çıkıyorlardı. Bütün gün topluca sinemaya gidecek halimiz yoktu. Bar muhabbetleri ve benzerleri, kısa sürede yavanlaşan ve asla gerçek bir dayanışma hissinin yerini tutamayacak uçucu kaçıcı şeylerdi. Genişletilmiş komün hayatı niteliğindeki yaşama tarzımızın dağılması, herkesin benzer ortamlarda bulunabilmesini zorlaştırıyordu. Beraber çalışma konusunda müthiş yeteneksizdik, kendi halimizde birtakım girişimler oluşturup bunlarla uğraşarak kendimizi iyi hissetmemiz de mümkün değildi.

Öte yandan “kendi halinde” hiçbir şey yapmamız mümkün değildi. Çünkü biz sokakların ve geleceğin bize ait olmasına, dünyanın gündelik gündemini biz hazırlıyormuşuz gibi düşünüp davranmaya alışmıştık. Yıllarca tarihin zorunlu akışı ve insanlığın kurtuluşunun Türkiye temsilciliğini yürütmüştük. Aza razı olamazdık. İçinde globalliğin, kitlelerin bulunmadığı sınırlı çerçevelere sığamazdık.

Futbola işte böyle bir durumdayken sardırdık. Çok kolaydı, çünkü yeni hiçbir şey yapmamız gerekmediği gibi, futbol hem bizler için bir ortak (pseudo-)“etkinlik” alanı olabiliyor hem de birarada yaşamakta her zaman zorlandığımız “halkımız”la kendimizi birden aynı yerde buluvermemizi sağlıyordu. Üstelik kendimiz için yine de aslî saydığımız başka konularda taviz vermeden. Bu sonuncu nokta elbette özellikle önemlidir. Ve “taviz vermeden” demek de tam doğru değildir - niçini, zaten bu yazının konularından biri.

Fikrî bütünlükler kurma, analiz yapma, yorumlama, anlamlandırma konularında futbol âleminin kendisinden çok daha yetenekliydik, zihinlerimiz çok daha işlekti. Futbol âlemi bizim elimizde bambaşka değerlerle yüklendi, takımlar, futbolcular, oyun tarzları, pozisyonlar, tribünler, spor yazarları... başka kimlikler, anlamlar kazandılar. İki lafı doğru dürüst biraraya getiremeyen spor adamları, takımının taktiğinde kendi rolünü ifade etmekten âciz futbolcular, seyrettikleri oyundan zerrece anlamayan yorumcular karşısında neredeyse bâriz bir üstünlük kurmuştuk. Oyun onların sahasına kilitlenmişti. Dolayısıyla biz de onların sahasından çıkamıyorduk. Orada kalmıştık.

Siyasî polemiklerimizin yerini pozisyon tartışmaları, maç analizleri, takım karşılaştırmaları aldı. Romanlar, filmler üzerine fazlaca konuşulduğunda siyasetten uzaklaşılıyor diye ikazlar yapanlar ellerinden spor sayfalarını düşürmez oldular. E, taraftar da olduğumuza göre, aramızda heyecanlı “karşılaşmalar” yapmamız bile mümkündü. Futbolda “dolu dolu bir dünya” bulmuştuk; eski “dünyamıza” olabildiğince benzeyen mücadeleli, heyecanlı, taraf olunabilen bir âlem...

Ben bu huyumuzu seviyorum: Dünyayı sarmış varolmanın dayanılmaz hafifliği sendromundan ne kadar az etkileniyoruz; her şeyi bütün benliğimizle, sararak, kucaklayarak, benimseyerek yaşamaya çalışıyoruz. Bazıları bunda totaliterlik potansiyeli teşhis edebilirler, ben iyi bir insanlık hali olduğuna inanıyorum. Yine de burada futbolla ilişkili olarak bu halle uğraşacağım.

GÜNÜN KOŞULLARI

Futbolla ilişkimizin (yeniden-)kuruluş sürecindeki halet-i ruhiyemiz hakkında kısaca bunları ifade edebilirim. Bugün sözkonusu kuruluş dönemini, hattâ yükseliş dönemini geride bırakmış, muhtemel bir duraklama devrine girmiş bulunuyoruz. Bosna-Hersek’ten sonra Eflak, Boğdan ve Besarabya da elden gidebilir. Türkiye’de de kabarmaya başlayan yaygın milliyetçilik dalgası ve stadlarda gözlenmeye başlanan faşist propaganda ve örgütlenme faaliyetinin sonuçları, futbolsever solcular için ciddî problem yaratmaya başladı. (Hattâ yalnız solcular için değil, tribün müdavimlerinin önemlice bir bölümünü oluşturan “ne sağcı ne solcu”lar için de.) Problemin sadece stadlara değil, Edirne’den Kars’a kadar bütün vatan sath-ı mâiline şâmil olduğu elbette veridir. Futbol âlemi içinde âdetâ “doğal olarak” bağdaşamayacağımız, karşı düşeceğimiz eğilimlerin, unsurların bolca bulunuşu zaten hep problemdi. Vücut çalımıyla atlatıyorduk. Ama hemen her maçta İstiklâl Marş’larının söylenmeye, milliyetçi-saldırgan sloganların atılmaya başlandığı bir dönemde problem büyüdü. Seyirci artık “stadlarda görmek istemediğimiz türden hareketler”i engellemek üzere kendine saldıran polisi “Burası Türkiye, İsrail değil!” sloganı atarak püskürtmeye çalışmıyor, polise “Ya Allah, Bismillah, Allahüekber” çekiyor.

Futbolu ve futbolla ilişkisini ciddiye alan arkadaşlarımız böyle bir ortamda durumu (ve durumlarını) tahlile giriştiler.

Uzun zamandır, futbola düşkünlüğümüzden değilse de futbol muhabbetinin geceyi gündüzü kaplamasından duyduğum rahatsızlığın etkisiyle, ‘acaba futbol bizim için nelerin nelerin yerini tutuyor?’ sorusuna cevap arama amacıyla bir yazı yazmayı düşünüyordum. Fakat özellikle futbol tutkumuza ve futbola haksızlık etmeme kaygısıyla bir türlü elim varmıyordu. Birikim’de Necmi Erdoğan ve -en yakın arkadaşlarımdan biri olan- Tanıl Bora’nın yazılarının[3] sonunda yeralan “tribünde/sahada yerimizi alalım” çağrılarını görünce nedense gerekli motivasyonu buluverdim.

Özellikle takıldığım noktalardan biri, Tanıl’ın sözleriyle “futbolsever alt-kültürünün ortamında ... sol ve demokratik doğrultuda anlamlandırılmaya müsait söylem etmenlerinin, imgelerin, simgelerin varolduğu” tesbitiydi. Bu bana çok şüpheli görünüyor. Necmi Erdoğan da “futbolun ... eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir bağlamda yeniden anlamlandırılması”ndan sözediyordu. Bu da, eğer varolan futbol âleminin bir çeşit dönüştürülmesi anlamına geliyorsa, bana pek mümkün görünmüyor. Ayrıca, bütün bunlar gerekli de görünmüyor.

Okuduğunuz yazıyı arkadaşlarıma karşı bir itiraznameden ibaret sanacaksınız, ama bunu göze alarak, bir başka arkadaşımın, Can Kozanoğlu’nun “taraftarsanız tribün sosyalizme benzer” yollu sözlerini de[4] şüpheyle karşıladığımı belirteceğim.

Aşağıda bu şüphelerimin ve karamsarlığımın dayanaklarını sunmaya çalışacağım. Bu amaçla, önce, futbol âleminden seçilmiş bazı unsurların “sol, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü” değerlerle bağdaşmazlığını gösterecek kötü niyetli tasvirler yapacağım. Daha sonra, “sahada yerimizi alalım” çağrısına “popüler ile barışmanın kendimizle barışmak olduğu bilinci”ni dayanak yapan Necmi Erdoğan’a bazı eleştirel sorular soracağım.

Şimdi, futbol âleminde kısa bir gezinti yaparak, bakalım, futbolu gönlümüze göre yeniden anlamlandırmaya müsait ne gibi unsurlar bulabileceğiz.

KULÜPLER VE KULÜP-TARAFTAR İLİŞKİSİ

Futbol kulüpleri, pek de temiz olmayan paraların yığıldığı, pek de temiz olmayan adamların birbirleriyle çıkar çekişmelerine girdiği, “forma aşkı”, gelenekler v.b. değerlerin artık bütünüyle sahteleşmiş olduğu karanlık kurumlardır. “Kulübe gönül vermiş” insan tiplerinin emektar cefakâr hizmetkârlar olarak ortada dolaştıkları, ama asıl sözün başkalarınca söylendiği, kastlaşmış kliklerin perde arkası manevralarıyla yönetilen çıkar birlikleridir.

Özel olarak Türkiye’de devletin ekonomik faaliyetin her yanına batmış pençesi her türlü “iş”te devlet içinden birileriyle dirsek temasını gerektirdiğinden, futbol kulüplerinin yöneticileri de “asıl işleri” dolayısıyla devlet içinden birileriyle temastadırlar. Devlet, bazen hayli karanlık temsilcileriyle, futbol âleminin ortayerindedir. Bu bağlamda, Beşiktaş Kulübü Başkanı veya Futbol Federasyonu Başkanı’nın MİT mensubu olması elbette bu âlemden pek az kişiyi rahatsız eder.[5]

Futbol kulüplerinin varlık sebepleri olan “iş”e yaklaşımları da ‘bir oyun olarak futbol’un ruhuyla uzaktan yakından ilişkili değildir. Bu yaklaşım kendini en çok transfer dönemlerinde açığa vurur. Alınacak satılacak futbolcular hakkında konuşulanlar, özellikle hiç tanınmayan yabancı futbolcuların alınmasına dair temaslar, beyanlar, kulüplerin karşılıklı attıkları madikler, her zaman belirli bir asgarî standardı tutturur: Hepsi mide kaldırır. Yanlış transferleri yüzünden Gordon Milne’nin yerden yere vurulduğu bir TV söyleşisinde, Beşiktaş’ın bir yöneticisinin, bizzat tartışmanın konularından olan Nartallo’dan “O değil, öteki, uzun saçlı olanı, neydi onun adı?” diye sözedebilmesi hoş bir misâldir. Sorun yalnız “hafiflik”te de değildir. “Yabancı oyuncu transferi” zaten hemen bütünüyle, seyirci çekme, vitrini değiştirme mantığıyla yürütülür. Para kazanılacaktır, yatırım yapılıyordur.

Futbol kulüplerinin taraftarla ilişkisi de son derece ikiyüzlücedir. Kulüpler genellikle bir öncü amigo grubunu beslerler, bu “araçla” tribünü yönlendirmeye çalışırlar. Bu ilk bakışta doğaldır. Ama özellikle büyük kulüplerde, yönetime ortak veya aday olan kuvvet merkezlerinin kendi adamları vardır; herkes kendi çetesini besler. Kulüplerdeki klik başlarının özel ilişki içinde olduğu futbolcular da vardır.

Genellikle somut çıkarlar için değil, gerçekten gönül vermişlikten ötürü yaz kış antrenmana, maçlara koşan, takımı için yollar tepen, dövüşen militan taraftar gruplarının gözünde önce takım, sonra onun varoluş koşullarını yaratan bir zorunlu kurum niteliğiyle kulüp varolduğundan, kulüp yöneticileriyle etkin-öncü taraftar gruplarının ilişkisi sorunludur. Takımıyla yatıp kalkan, hayatına neredeyse sadece bununla anlam veren taraftarlar, diyelim ki Beşiktaşlılar, herhangi bir sebeple galeyana gelip dükkân camı indirdiklerinde (veya yakın zamanda olduğu gibi, bir Fenerli’yi öldürdüklerinde), kulüpten yapılacak açıklama bellidir: “Bunu yapanlar Beşiktaşlı olamaz.” Taraftar kamuoyu önünde anında satılır.

Öte yandan bu elbette bir danışıklı dövüştür. Çünkü kulüp yöneticisi, takımı için gerektiğinde “canını vermeye hazır” bu taraftar tipinden hiçbir zaman vazgeçemez. Sonra, gönül vermiş, canını da verebilecek taraftar, daima kulübün çevresindedir, antrenmandadır, futbolcularla tanışır, onların çoğuna ismiyle hitap eder, takımı “takip eder” ve bütün bunlardan ötürü, takım üzerinde kendinde hak görür. Rıdvan’la Tanju’nun gitmesini istemeyen Fenerbahçeli taraftarların tepkisi son derece yerindeydi, meşrûydu, asıl önemlisi, doğaldı. Taraftar, takımında bu oyuncuları görmek istiyordu.[6] Fenerbahçe’nin Ülkücü yöneticilerinin bu taraftara karşı tribüne doldurdukları “giydirilmiş kıtaları” kullanmalarıysa, futbol âleminde gerçek güç ilişkisinin nasıl kurulduğunu özlü olarak anlatan bir örnekti. Özellikle Rıdvan’ı “tasfiye” girişiminde, Ülkücü ağabey Cemil Turan’ın Rıdvan’ı kıskanması ve çekemeyişinin rol oynadığını bilmek bu açıdan aydınlatıcıdır. Bir kulübün futbol şubesi sorumlusunun kaprisi uğruna taraftarın harcandığı bu olaydaki gibi doğrudan kaba kuvvet kullanımı, kulübün taraftara “politikasını” dikte etmesi açısından şüphesiz yeni ve bugüne kadar en azından bu çapta ve bu açıklıkta denenmemiş bir yöntemdi. Ama yeni olan sadece yöntem ve görüntüydü. Çünkü kirli ilişkiler içinde kazandıkları paralarla kulüplerin başına çöreklenen ve yeni kirli işler için oralarda varolmayı kafalarına koymuş kulüp yöneticileri açısından tribünün zaptürapt altına alınmasının nasıl hayatî bir zorunluluk olduğuna işaret ediyordu ki, bunda yeni olan bir yan yoktu.

Kulüp-taraftar ilişkisi üzerine bunca lafı belki de gereksizleştirebilecek olan belirleyici durum da şudur: Taraftarın kulüp yönetiminin oluşumunda ve politikalarında söz sahibi olması çok güçtür, hattâ imkânsızdır. Çünkü bugün futbol, ancak eğlence sanayiiyle karşılaştırılabilecek kadar “para işi”dir. Paraya, hele nasıl aklanacağı bile sorun olacak kadar kara paralara sahip kötü niyetli, çıkar bilinçli “iş”adamları karşısında, doğal tavrı takımı kötü duruma düşürmemek için kırılan kolları yen içinde tutmak olan taraftarın hiçbir gücü yoktur. Yönetimi bozkurt selâmları eşliğinde ele geçiren, maça Ülkücü “birlikler” sevk eden Güven Sazak - Cemil Turan ekibinden utanç duyan pekçok Fenerbahçeli taraftar vardır, ama bunlar hem, taraftarlığın doğal gereği olarak, aslen takımı yalnız bırakmama kaygısıyla davranmaktadır, etkili bir protesto gerçekleştirseler takımlarını güçsüz düşüreceklerdir hem de derhal eyleme geçmeyi kafalarına koysalar dahi Fenerbahçe yönetimini değiştirebilecek güce ve araçlara sahip değildirler.

Ayrıca, “taraftarın protestosu” da bugüne kadar temiz kalabilmiş bir kurum değildir. Çünkü şimdiye kadar kaç kere, kulüp yönetimine geçmeyi düşünen “muhalif liste”nin varolan yönetimi başarısız göstermek, varsa başarısızlığı artırmak v.b. amacıyla tribün protestoları örgütlediği konu edilmiştir. Kezâ, kovmayı tasarladıkları bir futbolcuyu veya teknik direktörü harcamak için kulüp yöneticilerinin taraftar arasında “örgütlü odaklar” oluşturmaya çalışması vak’ayı âdiyedendir.

MEDYA SAHASINDA FUTBOL

Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de futbol âlemini medyatik bir hâle süsler. Futbol seyirci ve taraftarının “bilinci”ni spor sayfaları, TV spor programları oluşturur, şekillendirir. Ve yine dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de medyanın futbolla ilgili faaliyet gösteren servisleri, kural olarak, hayatın bütününe dair ortalama insandan bir nebze fazla fikri, biraz daha bütünlüklü bir yaklaşımı, biraz daha geniş bir ufku olmayan insanlardan oluşur. (İslâm Abi, Doğan Koloğlu ve az sayıdaki başka değerli spor yazarının alınmamasını bütün kalbimle diliyorum.) Üstelik bu, ilk anda sanılabileceği gibi sorunun asıl önemli yanı değildir. Futbol maçlarını anlatanların, futbol programlarını yapanların, sunanların, maçları “yorum”layanların, futbol üzerine laf edenlerin çok büyük bölümü, karşılarında cereyan edeni kavramaktan da âcizdir.

Futbol incelikli bir oyundur ve her futbolcunun, her takımın kişiliği, “huyu”, o günkü özel taktiği v.b. vardır. Bir maç, âdetâ bir canlı varlıktır. Aynı iki takımın iki ayrı maçı bambaşka iki oyunun sahnelenmesi tarzında cereyan edebilir. En tembel futbolcuyu doksan dakika koşturan, en cevval futbolcuyu sahanın bir yerine mıhlayan maçlar vardır; iki takımın da dilinin dışarı sarktığı, buna karşılık seyirciye hiçbir tatmin hissi sağlamayan maçlar, pek az koşulan, topun pek az dolaştığı, buna karşılık havadaki inanılmaz gerilimle adama gömlek yakasını yediren maçlar vardır...

Nakledenin naklettiği olayın ruhuna nüfuz edemeyişi ciddî sonuçlar yaratır; özellikle futbolun ne kadar “nakil yoluyla yaşandığı” düşünülürse, bu daha iyi anlaşılır. Bu durumda futbol seyircisi öncelikle yüzeyselliğe itilir. Bir oyun olarak futbolun ruhundan uzaklaşır. Spektaküler, doğrudan sonuç getirici hareketler izleme tutkusuna kapılır. Maçı bütünlüklü bir süreç olarak kavrayamaz; bağlantısız iniş-çıkış noktalarından oluşan bir sergi gibi görür. Takım taraftarının içindeki oyun seyircisi, bu süreç içinde yavaş yavaş öldürülür.

Bu açıdan, TV’den maç naklinin futbola neler ettiğini açıkça görebilmemiz gerekir. TV kameraları bize hiçbir zaman boş sahayı göstermez. Bizi topun anlık konumuna sabitler. Topa yakın futbolcuları izleriz. Sadece sonucun önemli olduğuna şartlanırız. Bu durum, oyun olarak futbolu geri iter, savaş olarak futbolu öne çıkarır.

TV’den bir maçı izleyip, ertesi gün de o maç üzerine döktürülen sığlıkları okuyarak şekillenen futbol izleyicisi zihniyetinde ‘oyunun ruhu’na vukuf oranı elbette mikroskopla tesbit edilebilecek ölçüdedir.

Bunun konuyla ilgili kimse için önem taşımaması, sorun olmaması, futbolla kurulan ilişkinin ağırlıkla taraftarlık tarzında oluşundan kaynaklanıyor. Burada, futbola ilişkin medya faaliyetinin temel direklerinden birine tosluyoruz. Medya, bir oyun olarak da, bir toplumsal olay olarak da futbolla ilgilenmez aslında. Genel olarak futbolun önemini şişirmeye çalıştığında, gerçekte kendini önemlileştirmeye çalışıyordur. Medya, çok sayıda futbol taraftarının varlığıyla ilgilenir. Türkiye’de gazeteler, en çok taraftarı olan takımların asıl oğlan, az taraftarı olan küçük takımların da figüran olduğunu her gün haykırır. Naylon bayrak verir, poster verir vesaire. “Cim bom fırtına gibi”, “Beşiktaş dört sorti yaptı”, “Fener ezdi geçti”, “Trabzon bombası” başlıkları kimseye tuhaf görünmez. O gün “ezilip geçilmiş” olan takımın taraftarları da, kendi takımlarının hiçbir zaman “ezip geçemeyeceğini”, ancak “kafa tutabileceğini”, “sürpriz yapabileceğini” zaten bilirler. Ya da hiçbir zaman TV’de “Karabükspor’un bu kötü gidişi durdurulabilecek mi?” açık oturumu düzenlenmeyeceği, herkes için aksi düşünülemeyecek bir kesin ihtimaldir; oysa Fener için 900’lü hatlar kurulabilir.

Medya, bilinen gücünü, futbol kulüplerinin yöneticileriyle veya çeşitli güç odaklarıyla ilişki içinde, onların çıkarlarına uygun olarak da kullanır. “Gitmesi” istenen futbolcu veya teknik adamların batırılması, potansiyel bir transferin şişirilmesi, yönetimi kollamak için taraftara moral aşılanması veya tersi, olağan medya faaliyetleridir. Çeşitli simâların popülerleştirilmesi, mühimadam haline getirilmesi, “kamuoyu” gözünde otorite nâmına kavuşturulması da. Devlet içi birtakım çevrelerle futbol kulüpleri yöneticilerinin çıkar ilişkilerine benzeyen ilişkiler medyaya da uzanır; medya yöneticilerinin devletle ilişkisi de bilindiğine göre... Tezgâh sağlamdır.

Medyanın futbolu izleyişini, bize sunacaklarını ya bu -daha genel ve üst düzeydeki- ilişkiler ya da birtakım küçük adamların küçük ilişkileri belirler. Pekçok gazetede, siyaset, ekonomi v.b. alanların köşeyazarları dahi, spor sayfasındaki yazılarının klişesine minik fotoğrafını koydurabilmiş delikanlılar kadar keyfince takılma özgürlüğüne ve sorumsuzluğuna sahip değildir. Bu insanların elinde akıl almaz bir iktidar yoğunlaşması olabilmektedir. Bunların sonucunda biz, bir futbolcunun bu ilişkilere hürmet derecesine göre, aynı gün aynı yerde çekilmiş fotoğrafların altında “Tugay mutlu yuva kurmaya hazırlanıyor” ve “Tugay sonunda basıldı” gibi yazılar okuyabiliriz. Spor basınının, fikri takipten yoksunluğu, çelişik önermelerle dolup taşması ve söylemindeki seviyesizliği yüzünden yolaçtığı manevî tahribatı burada örnekleyemeyeceğim; Birikim de ansiklopedi dağıtmaya başlarsa birkaç cildini bu konuya ayırabiliriz belki. Ama en azından şunu bilmeliyiz: Gerek yazılı futbol basınının marifetleri gerekse TV’lerin futbol yayınları, futbolun iyi yanlarını örtbas etmeye ve kötülüklerini erdem ilân etmeye yöneliktir.

GENÇ PROFESYONEL: FUTBOLCU

Günümüzün futbolcusundan olması beklenen şeyin adı, “profesyonel”dir. Bu terimin anlamına kısa yoldan ulaşmak için, maç spikerlerinin hakeme gösterilmeden yapılan faullerle ilişkili olarak aynı nitelemeyi kullandığını hatırlamalıyız. “Son derece profesyonelce bir hareket, sayın seyirciler...” Aynı sözü, galipken hakemi kızdırmadan zaman çalma taktikleri konusunda da duyarız.

“Ben profesyonel futbolcuyum...”la başlayan sözler futbolcuların ağzından da dökülür. Genellikle transfer dönemlerinde. Söz verdiği kulübü ekmiş, elaltından başkasıyla anlaşmıştır. “Geleceğimi düşünmek zorundayım...” Geleceğini düşünmek zorundadır, çünkü futbol hayatı, kısa bir hayattır. Başarılı geçerse, insan genç yaşında zengin olur, iş kurar, v.b.

Haksızlık etmemek için belirtmeliyim ki, futbolcunun hayatı asla kolay değildir. Türk futbolcusununki daha da zordur. Çünkü belirli bir amaç için düzenli disiplinli çaba harcamak, geleneğinde yoktur. Son yıllarda bunun zorunlu olduğunu anlamış, kendini bu zorunluluğa uydurmaya çalışmaktadır. Biz bizeyken mümkün olamayacak bu değişim, “İngiliz otoritesi”, “Alman disiplini” altında sağlanabilmiştir. Dolayısıyla futbolcu hayatı, hakkı verildiğinde, daha da zorlaşmıştır. Buna sözüm yok. Aksine, futbolcunun “işini” onca duygusal yük altında, stres içinde yapan, yüzbinlerce insana karşı birden sorumlu hale geliveren, bu gerilimlere kolayca katlanacak hayat tecrübesine de yaşı icabı sahip olmayan bir ağır işçi sayılması gerektiğini söyleyeceğim.

Yalnız, bu ağırlığın karşılığı da ağırdır. Pahada ağır. Mahallesinde büyüyüp yetişip normal Türk yetişkini oluşum sürecini izlese komşu kızını aralık perdeden gözetleme dışında pek az eğlencesi olabilecekken, ününe, kulübüne, bulunduğu şehre göre değişmek kaydıyla, gününü gün etme konusunda zengin imkânlara sahip olabilen bir gençtir futbolcu. Başarısıyla doğru orantılı olarak, Tempra’sı, BMW’si altına çekilebilir, futbol hayatı sona erdiğinde zaten hayatta ulaşmayı isteyeceği pek çok şeye kavuşmuştur.

(Bir parantez: Başarılarının karşılığını göremeyen ya da oynadıkları mevki itibarıyla hiçbir zaman gözalıcı bir şöhret olamayan futbolcular ya da İkinci, Üçüncü Lig’lerin, amatör kümelerin amatör ruhlu cefakâr futbolcularından sözetmiyorum burada. Onlar futbolcu değil mi? Elbette futbolcu. Ama geçerli futbolcu imajını oluşturan onlar değildir. Milyonlarca insanı stadlara veya TV ekranları başına toplayan da onlar değildir. Büyük şehir - büyük kulüp futbolcusudur ışıkların aydınlattığı. Ve futbolsever arkadaşlarımdan sadece Tanıl Bora “büyükler”den sayılmayan bir takımın, Gençlerbirliği’nin -her maça gitmecesine- taraftarıdır, o da Galatasaray taraftarlığının yanısıra. Yani “bizim” bildiğimiz futbolcu da şu tarif ettiğim tiptir.)

Futbolcunun burada bizi ilgilendiren başlıca özelliği, bu altbaşlığın hemen altında andığım “profesyonellik”tir. Bugün geçerli tanımıyla profesyonellik, bir oyun olarak futbolun idam hükmünü hâlâ imzalamadıysa günün birinde imzalayacak olan mercidir. 3-0 mağlup durumdayken şahlanarak maç kazanabilen, mutlaka gol atması gerekiyorsa dalga dalga gelip her türlü rakibi bunaltan Alman takımının, amaçladığı skoru sağladığı anda zınk diye durup kronometre dışında hiçbir şeyin hareketine imkân tanımayışına muhakkak tanık olmuşunuzdur. Amaç bu anlamda profesyonellikse, Almanlar elbette onun da kusursuzunu yapmaya kalkışmışlar ve sahada oyun oynanmamasını sağlayacak taktiği icat etmişlerdir. Sözkonusu taktik, gerçekten, oyun’un iflâsıdır.

Futbolda “profesyonellik”in kazandığı anlam elbette, gülmeyin, “emperyalizmin işi”dir. Yani kapitalizmin. Futbol “sektörü”nde dönen para, herkesi ve her işi bozabilecek, kirletebilecek ölçülerdedir. Zaman zaman bir maçın kazanılması/kaybedilmesi sonucunda el değiştiren/kazanılan/yoksun kalınan miktarlar, pek çok büyük şirketin bütçesini altüst edebilecek kadardır. Aslî amacı kâr olan her işte dürüstlük, kurallara riayet, hak, şerefli mücadele v.b. nasıl terane-i fuzuliyeden sayılırsa, futbolda da alttan alta bu durum geçerlidir.

Ancak buna karşı çalışan bir kuvvet vardır. Eğer ‘oyun’un ve ‘karşılaşma’nın doğasında varolduğu varsayılmış şövalyece özellikler ortadan kaybolursa futbolun kitleler nezdindeki câzibesi azalabilir. Bu yüzden, meselâ kapitalist ticarette şeref, erdem, v.b. “konularında” durmadan nutuk atılması gibi bir riyakârlık daha az yapılırken futbol âleminde bu duruma sıkça rastlanır.

(“Şövalye âdetleri”nin futbolsever nezdindeki önemini, hattâ belirleyiciliğini gösteren bir örnek, Tanju’nun durumudur. Tanju Çolak, Türkiye’nin en büyük iki takımına ne maçlar kazandırmış, Avrupa Gol Kralı dahi olmuş bir golcüdür. Ama en şâşaalı zamanında bile “kitlelerin gönlünde taht kuramamış”tır. Çünkü Tanju hem oyun tarzı hem saha dışı davranışlarıyla tam bir “uyanık”tır. İşbitiriciliğin, bu anlamdaki uyanıklığın neredeyse en büyük kıymet haline geldiği bir dönemde Tanju’nun milletimizin gözdesi olması beklenebilirdi. Ama olmadı. Çünkü futbol seyircisi, bütün ‘başarıya kilitlenmişliğinin’ gerisinde, ‘oyun’a “ruh” katan şövalyemsi özellikler olmaksızın edemeyeceği hissini yitirmemiştir.[7] Futbolsever, formda bir Tanju’nun takımında yeralmasını ister, ama onu yürekten sevmez. Para işlerinde fazlaca keyif kaçıran Sergen, üstün yeteneğini -haliyle- gösteremediği anlarda seyirciden anlayış görme şansını kaybetmiştir; çünkü “çıkarının peşinde”dir. Oysa taraftar, para pazarlığı yüzünden kulüple ihtilâfa düşen Şifo Mehmet, Feyyaz ya da Ali’ye böyle bir tepki göstermemiştir; onların “renklerine bağlılığından” şüphe duymamaktadır. Başka bir karşı örnek, yedek oturduğu dönemde kimsenin yüzüne bakmadığı Suat’ın, sahada herkes dökülürken dahi kendini helâk edişinden ötürü kısa zamanda seyirci ve taraftar nezdinde inanılmaz prestij kazanışıdır. Suat aynı zamanda iyi bir oyuncudur ve takımına faydasından ötürü beğenilmektedir; ama ayrıca sevilmektedir, çünkü “fedakâr”dır. Şövalyelikten yüksek not alamayan Rıdvan da Tanju’yla kıyaslanmayacak kadar sevilir, çünkü herkesin gözü önünde, yani herhangi bir hileye başvurmadığı herkesçe görülebilecek tarzda, hüner göstermekte, beceri sergilemektedir. O “şeytan”dır, “uyanık” değil. Feyyaz da Tanju’dan çok daha fazla sevilir, çünkü “sessiz sadâsız golünü atan adam”dır.)

Taraftarın futbolda görmeyi istediği ve bulduğuna inandığı ruh ve şövalyece özelliklerin a-randığı alan -bu çok önemlidir- futbolcunun takımı için çalışma tarzıdır. Burada kısaca ‘şövalyece’ diye toparladığım özellikler rakibin hakkını teslim etmeye uzanabilecek bir “centilmenlik”le asla karıştırılmamalıdır. Zaten bu ikisi arasındaki ayrımdır ki, şu mâhut “profesyonellik” ile ‘oyunun ruhu’ arasındaki çelişkiyi hafifletmektedir. Bu da paralı şövalyeliğe imkân sağlamaktadır. Geçerli “profesyonellik” kıstaslarının ışığında futbolcu, kulübüne sağlayacağı kâr, kendine sağlayacağı zenginlik için dövüşen bir şövalye kimliğindedir. Bir güç ve sinir harbinden başarıyla çıkılmış olması, maç kazanmış futbolcunun sevincine “doğal” bir haklı sebeptir; ancak sevinçten taklalar atmakta olan bu futbolcunun o sırada “Ooh, yüzelli milyon da buradan geldi...” hesabı yapmadığı nasıl varsayılabilir?

Velhâsıl, paranın mutlak egemenliği, futbolcunun kendine ve yaptığı “iş”e bakışını büyük ölçüde değiştirmiştir. Bu yüzden, seyircinin de ortadaki “oyun”a bakışının haliyle değişmesi beklenebilir. Oysa bu bakış orantılı olarak değişmez. Seyircinin bakışının değişmemesi ya da en azından durumu bütün çıplaklığıyla görebilecek şekilde değişmemesi, temelde seyircinin taraftar kimliğine bağlıdır; taraftar, futbolcu canını dişine takıp galibiyet getirdikten sonra, onu motive edenin para olup olmadığına takacak değildir.

İkinci olarak, bütün para pul faktörleri bir yana, her futbol maçı hakiki bir bedensel-zihinsel mücadeledir, güç ve sinir harbidir. Aksi halde, en yüksek primi alabileceği bir maçta kendini kaybedip rakip tekmeleyerek veya hakeme itiraz ederek sahadan atılan futbolcuların aklî dengesinden şüphelenmek gerekirdi, oysa böyle bir halin herkesin başına gelebileceğini az buçuk futbol oynamış bütün insanlar bilir. Seyircinin gözünü alan, işin bu tarafıdır.

Üçüncüsü, seyirci, gerçeği çıplaklığıyla görmeyi istememektedir. Bu da hayli anlaşılır bir şeydir. Çünkü aksi halde hayatına anlam veren, en azından ona heyecan veren en önemli kaynaklardan birinden yoksun kalacaktır. Yitirilmiş aşka ilişkin şarkıyı ağlayarak söyleyen şarkıcının her gece sahiden gözyaşı dökemeyeceğini de herkes bilir, yine de onu dinlerken duygulanabilir. Ne bekleyeceğiz yani: Futbolseverler, sahadaki “nefer”lerin gerçekte birtakım paralı askerler olduğunu keşfedip, “Zaten her şey sahte birader,” diyerek gözyaşları içersinde stadları mı terk etsinler? Futbolun yerine ne koysunlar? Ayrıca, yerine göre, her kandırmaca, özellikle kendini kandırmaca, hayatı anlamlandırmanın bir yolu olabilir. Okumuşların hoşuna gitmeyen her durumda zırp pırt ortaya sürülen “yanlış/çarpık bilinç” teşhisleri bu yüzden bir hayli netâmelidir.

Buradaki tartışmamız açısından gerekli bazı sözleri etmem gereken bir noktaya geldik. Futbol âleminin kanı canı olan kitleler, taraftar, seyirci, işin para tarafına gözlerini kapatabilir, kabul; ya bu “taraf”ın önemini, bizzat ‘oyun’a etkilerini görmezden gelemeyenler ne yapmalı? Bunu ille de gören insanlar arasında bizler, yani solcu futbolseverlerin önemli bölümü de bulunuyor. Bizim “futbolun yerine ne konacağı”na ilişkin benzer endişelerimiz mi var? Varsa, şu “futbolun yeri” üzerine düşünmeli miyiz? “Futbolun yeri” nasıl bir yer? Zaten ona ait olan bir yer mi yoksa biz onu başka şeylerin yerine mi koymaktayız? Ya da pekâlâ futbola ait kalabilecek bir yere yabancı maddeler mi yığmak istiyoruz?

Şimdilik turumuza devam edelim.

TRİBÜN VE TARAFTAR

Oldukça nazik bir konuya geldik. Benim gibi “gayrı-taraftar” futbol hastalarının bu konuda nihayet çenesini açabilmesini sağlayan, başta da belirttiğim gibi, Türkiye’de stadların giderek milliyetçi-faşizan gösterilere sahne olması, taraftar kalabalıklarının birtakım “millî dava”ları, o an için yarı oyun yarı eğlence de olsa, sahiplenip, üstlenip yaşatmasıdır. Şimdi, böyle bir ortamda, Tanıl Bora gibi bir arkadaşım, stadlarda “sol ve demokratik doğrultuda anlamlandırılmaya müsait söylem etmenlerinin, imgelerin, simgelerin varolduğunu ayırt etmek gerektiğini” söylüyor; bir başka arkadaşım, Can Kozanoğlu, “Seyirci değil taraftar olduğunuz zaman tribün sosyalizme benzer. Tribünle de sosyalizmle de bir kez buluştuktan sonra hiç ayrılmamak en iyisidir,” diye yazıyor. Birikim’de Necmi Erdoğan, yazısını “Sahada yerimizi almalıyız,” diye bitiriyor. Erdoğan “popüler ile barışmanın kendimizle barışmak olduğu bilinci”ne de atıfta bulunuyor.[8]

Konunun nezâketi, şimdi hem bu arkadaşlarımla karşı karşıya gelecek olmamdan hem de “popüler ile barışma”nın imkânları konusunda -özellikle bu dönemde- hayli karamsar oluşumdan ileri geliyor. Bu ikincisi, sözkonusu nezâketi sırf bana özel bir durum olmaktan çıkarıyor gibi, ne dersiniz?

Önce yukarıda kulüpler ve futbol medyası konusunda yaptığımız gibi, stada, taraftara da uzaktan, yalnız kaba hatları seçebileceğimiz bir bakış atalım. Taraftar kimdir?

Taraftar, hayatını bir takıma bağlılığıyla, bu takıma bağlı olan öteki insanların varlığıyla, takımın macerası ve başarısıyla anlamlandıran kişidir. Elbette hayatını sadece bununla anlamlandırıyor olması gerekmez. Taraftarın, daha çok şehirli olduğu kabul edilebilirse de, sınıfsal kökeninden, sosyal ortamından, çevresel özelliklerinden sözetmenin anlamı yoktur. (Tek istisna, mahalle, kasaba, şehir... takımlarının taraftarlığıdır. Bu tür bağlılık mekanizmalarını, futbola dair ve futbola özgü olmayan özellikleri nedeniyle konu dışı bırakmayı tercih ediyorum.) Taraftarın özelliklerini tanımaya, taraftar türlerini tasnife çalışacaksak sadece iki temel kıstas kullanabiliriz: Birincisi, taraftarın hayatında takım aşkının önemi, ağırlığı; ikincisi, taraftarın gönlünde “taraf” olmanın dışında futbol aşkının ne dozda bulunduğu. Bu ikincisini açıklamak gerekir. Taraftar, aynı zamanda tutkulu bir futbol düşkünü müdür? Bu tuhaf soru hiç de ilk bakışta göründüğü kadar yersiz değildir. Çünkü ortalama taraftar, karşısında oynanan oyunun inceliklerini kavramakla değil, takımının başarısıyla meşgûldür. ABD’de beyzbol, İngiltere’de kriket, Kanada’da buz hokeyi, Türkiye’de futbol taraftarı olabilir. Taraftar, varlığıyla, tezahüratıyla takımının başarısına katkıda bulunma çabasındadır. Amacı, (beyzbol, rugby, kriket veya futbol) maçın(ın) kazanılmasıdır. Maçtan farklı galip çıkmış rakibin soluk kesici oyunundan tatmin olmuş bir taraftar, pek tipik bir nümûne değildir.

Maç günleri stadları dolduranlardan biri olarak taraftar, bir yandan da, heyecanı seven bir insandır. Atyarışı seyircisinden farkı, kumar oynamıyor, ait olduğu bir camia ve tuttuğu takımla birlikte başarı için bir mücadeleye giriyor oluşudur. Burada olumsuz yan, takımının başarısı için gerektiğinde oyunun belirlenmiş kurallarının çiğnenmesine seve seve katlanması, hattâ çoğu zaman bunu ya da rakibin birtakım haksızlıklara uğratılmasını açıkça istemesidir. Dahası, belirlenmiş oyun çerçevesi dışında da, yapılacak karşılaşmanın sonucunu baştan lehine çevirebilmek için “kuraldışı” faaliyet gösterebilir; meselâ konuk takımın kaldığı otelin önünde sabaha kadar davul çalar, rakip oyuncuları türlü yollarla tâciz etmeye çalışır. Olumlu yansa, heyecan arayışını, üzerine çöreklenilip yatılamayacak bir başarı kazanma tarzı üzerine kurmasıdır. Başarı her seferinde yeniden kazanılmak durumundadır. Her maçta galibiyeti garantilenmiş bir takımın taraftarı, muhtemeldir ki, bir süre sonra -takımını bırakmaz ama- maça gitmeyi bırakabilir. Taraftar maça gitmese de, gidemese de, takımının her karşılaşmasında yeni bir sınava girer. Sınav meselâ İstanbul’dadır, o Malatya’dan katılır.

Taraftarın çeşitli özellikleri arasında, buradaki sorunumuz açısından en önemli olanı, onun varoluşuna anlam kazandırdığı âlem içersinde her şeye “taraf” olarak bakmasıdır. Bunu bağnazlık saymak, taraftardan nesnellik beklemek, ne dereceye kadar mümkündür? İşi, evi ve kendinden farklı pek çok insana da özgü olduklarından özel dahi sayılamayacak özel sorunlarıyla, kendine kendi basit varlığı dışında bir sıfat yüklemek, kendi sınırlı gücü ile edinemeyeceği başarılarda pay sahibi kabul edilmek, bugünün dünyasında ortalama insanın doyurulamayan, tamamen meşru bir arzusudur. (Uche’nin son dakika golünden sonra sevinç gözyaşları dökmüş Fenerbahçeli odacının ertesi gün Beşiktaşlı müdürün odasına girerkenki ruh halini tasavvur etmeye çalışalım...) Takım taraftarlığı bugünün toplum düzeninde bu arzunun tatmini açısından hem en kolay hem de bu kadar etkin -ait olunabilen grubun büyüklüğü ve etkinliği dikkate alındığında- neredeyse biricik yoldur. (Fenerli odacının benzer bir ruh halini başka koşullarda yaşama imkânlarını araştıralım...) Bir insanın kendi seçtiği herhangi bir nesneye, kişiye, kuruma, fikre, hedefe v.b. bağlılığının derecesine karışılamayacağına göre, “hasta taraftarlık”tan yakınmak da başkalarına nasıl yaşayacaklarını dikte etmekten başka şey değildir.

DARGIN KALAMAZ MIYIZ?

Futbol âleminin çeşitli unsurlarını, maksatlı bir yaklaşımla, “bizim” devralamayacağımız veya benimseyemeyeceğimiz veya bağ kuramayacağımız veya birarada olamayacağımız veya elimizde imkân olsa açıkça yok etmek isteyeceğimiz özellikleriyle tasvire çalıştım. Genel olarak bu âlemle aramızda, ikimizden biri aslî özelliklerini değiştirmedikçe ciddî bir ilişki kurulamayacağı iddiamı desteklemek için şimdilik bu kadarının yeteceğini umuyorum.[9] Şimdi futbol üzerine düşünüp yazdıklarıyla tartışmaya koyulduğum arkadaşların bazı temel yaklaşımları üzerinde duracağım.

İlk durağımız, “popüler ile barışma” mevzuu. Bence tartışmanın -eğer sürerse- ilginç boyutlar alabileceği konu da bu. Futbol âleminde “popüler olan”ın hakikatine sınırlı ölçülerde de olsa eğildim. Zaten bu tasviri uzatmanın fazla gereği yok, çünkü sorun “popüler olan”ı doğru veya yanlış bulmakta değil, hayatı bambaşka düzeylerde, bambaşka ihtiyaçlarla, özlemlerle anlamlandıran insanların “popüler” ile ilişkisinde. “Bizim” “tribünde yerimizi almamız” da bu kapsamdaki bir sorun. Ve oldukça büyük bir sorun. Çünkü, hayatını “hak geçmesin” ilkesine göre kurmuş biriyseniz, zaman zaman taraftarlığınıza halel getirmeniz kaçınılmazdır. Ya da tersi. “Popüler ile barışma”, insanları arabesk dinliyorlar diye küçümsememekse, bunu Kemalistler dahi artık öğreniyor, mesele yok; ancak popüler ile barışma uğruna meselâ ben Ozan Orhon veya Tayfun dinlemek zorunda kalacaksam, dargın kalmayı tercih etmek de benim en doğal hakkım değil mi? Aynı şekilde, devlet, PKK, Hizbullah hep birlikte her gün onlarca insanı öldürürken, ben ve başka pek çok insan, Erzurum’da gerçekleşmesine ramak kalmış katliamlara dair kâbuslar görürken, karşımda “Aboneyim abone, PKK’ya koymaya” diye haykıran insanlarla sâkin sâkin birarada bulunmam nasıl beklenir? Gerçi stadlardaki kudurgan erkek söyleminin gündelik hayattakiyle farkını, tribünde her şeyin bir yolla belden aşağı terminolojiye tercüme edilip dile getirilmesinin içerdiği yüksek dozda delikanlı mavrası payını yıllardır özellikle kadın arkadaşlarıma anlatmaya çalışıyorum. Ama aslında ben de bu söylemden bal gibi rahatsız oluyorum ve keşke günün birinde rakibin moralini bozmanın, onu kızdırmanın başka bir formu bulunsa ve bu pislik kalksa yollu isteğimden vazgeçemiyorum. Üstelik “ibne hakem” tezahüratının gerçekten eşcinselliği konu edilmiş bir hakeme kızgınlık belirtmek için icat edildiğini bilince, bütün o küfür edebiyatının “şakacılığı” da gölgeleniyor.

“Popüler ile barışmak” fazla iddialı bir laf. Bu, ukalâlıklarından, hiçbir şeyi beğenmezliklerinden ötürü değil, özlemlerinden, değerlerinden, insanlara ve hayata yükledikleri anlamlardan ötürü tarih boyunca marjinalliğe itilmiş onca insanın bulamadığı bir yolu bulma önerisidir. Bu yolun İstanbul’da İnönü, Ankara’da 19 Mayıs Stadyumu’na giderken bulunabileceğini nasıl umabiliriz? Hepimizin hayatında “popüler olan” bir şeylerle yakınlaştığımız bölgeler, zaman dilimleri var. Stadyumlarda özellikle son zamanlarda esen ve estikçe yüreğimizde, ruhumuzda birtakım dalları kırıp döken kötü rüzgârlara rağmen “tribünde yerimizi almak” istiyor olabiliriz. İnsan zaman zaman nelere katlanmak zorunda kalıyor. Meselâ güzel bir yemek yeme uğruna, kıçı kırık yeni yetme sosyete dilberleri ve ciğeri beş para etmez yuppie bozuntularıyla aynı mekânda bulunmaya katlanmak da ciddî bir meseledir. Bu şahısların “popüler olan”dan sayılmaması, durumu değiştirmez. Bir çay bahçesinde oturma uğruna katlanılanları hatırlayabiliriz. Güzel bir müzik dinleme uğruna özel radyo spikerlerinin Amerikan Türkçesi ve özenti lafazanlıklarına katlanmak da bundan çok farklı değil. Ya da bakın, çok daha basit ve “popüler” bir örnek: İşten çıkıp eve gitme uğruna, önüne çıkacak her yayanın hayatına baştan kast etmiş minibüs sürücüsüne katlanmıyor, üstelik bir de ona para ödemiyor muyuz? Ne bileyim, Dalan seçilirse -büyük konuşmak doğru değil ama- İstanbul’u terk edecek değiliz v.b...

Demek istediğim şu; ya da sormak istediğim: Futbol tutkusuna, hayatımızı anlamlandırdığımız başka düzlemlerde yer ayarlamaya çalışmamız doğru mu? Doğru mu’yu bırakın, gerekli mi? Birey birey veya anlaşmış gruplar halinde, ne istiyorsak yapabiliriz. Maça gidip kulaklarımızı tıkayabilir veya tribünlerin haline üzülebilir veya ilgilenmez, maça konsantre olup seyreder çıkar gideriz. Ya da bu sebeplerden, maça gidemez oluruz. Ancak, burada tasvirini gerekli görmediğim toplumsal-siyasî kaygıları olan, belirli insanî değerlere ve “tribündekiler”in çoğundan farklı hayat tarzlarına sahip insanların stada ilişkin bilinçli yaklaşımlar oluşturmak için, “futbolun ... eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir bağlamda yeniden anlamlandırılması” (Necmi Erdoğan) için çabalaması, hakikatte karşılığı olan bir hareket midir?

Burada, üzerinde durmak istediğim ikinci noktayı da işin içine karıştırabilirim: Tanıl Bora, Ülkücülerin tribünlerdeki muhtemel başarı şansını tartışırken, bizimkileri Avrupalı mübadilleriyle kıyaslıyor ve şu tesbiti öne sürüyordu: “Avrupa’daki faşist hooliganlar, ideolojik söylemlerini futbola özgü bir bakışa ve sloganlara uyarlıyorlar. Bu yetenek, futbol alt-kültürüne dahil olmaktan ve o alt-kültürün yaşam dünyası içinde özgül bir söylem üretmekten kaynaklanıyor.” Yukarıda sorduğum soruya bu kıstası kullanarak cevap vermeye kalkarsak, sanırım “bizim” “futbolun yeniden anlamlandırılması” için harcayacağımız çabaların boşa gideceği sonucuna ulaşacağız. Şimdi arkadaşlarımın “sahada/tribünde yerini almasını” istediği “bizler”, futbol “alt-kültürüne dahil” miyiz? “O alt-kültürün yaşam dünyası içinde özgül bir söylem üretme” yeteneğine sahip miyiz?

Öyle sanıyorum ki, hayatta futbolbirliği etmiş bulunduğum arkadaşlarım, soruna yalnız kendilerinden yani “biz”den hareketle bakıyorlar. Manevî âlemimizi bunca meşgûl eden bir konuda elbette rastgele davranmak, kapılıp gitmek istemiyorlar. Futbol âlemi, o şeytânî oyunun bütün câzibesine rağmen, sık sık, bizi ürküten, geri kaçıran görüntüler sunuyor, biz de futbolsever “bu gibiler” olarak ciddî rahatsızlıklar duyuyoruz.[10]

Ancak sanırım bu durumda yolunu aramamız gereken şey “popüler ile barışmak” değil, başka cins bir futbol seyircisi olabilmektir. İster bizzat oyundan alınacak zevkin peşinde koşmasıyla tanımlansın, isterse “futbol kültürüne ... karnavalesk bir boyut katma arzusuyla” (Necmi Erdoğan) teşhis edilsin, isterse bu arada taraftarlığını da eksik etmesin, başka tür bir seyirci niçin olmasın? Eğer hatırı sayılır miktarda bu cinsten seyirci olursa, zamanla elbette onların da “alt-kültürü” olur.

“Popülerin arasına karışma” sorununda neyle neyi ayırt etmeye çalıştığımı daha fazla izah edebilmek için, Necmi Erdoğan’ın bir karşılaştırmasına değinmek istiyorum. Erdoğan, Cumhuriyet’teki bir yazısından alıntı yaptığı Ali Balkız’ı eleştirirken, Balkız’ın Türkiye’deki pek çok elitist çevre için tipik olan yaklaşımını özetliyordu. Ali Balkız sözkonusu yazısında çeşitli sanat, kültür ve bilim insanlarını sayıp, ‘halk bunlarla övüneceğine Galatasaray’ın galibiyetleriyle övünüyor’ yollu yakınıyor ve tarihte sekiz milyon dört yüz kırk bin altı yüz yetmişikinci defa, ‘futbol yönetenlerin uyutmacasıdır’ tezini ifade ediyordu. Necmi Erdoğan haklı olarak, Boğaziçi vapurlarında klasik Batı müziği çalarak halkı eğitmeye kalkışanların futbolda “faşizan” bir yan bulmasını “bir ironi abidesi” diye niteliyor, sonra şöyle diyordu: “...‘Asıl övünmemiz gerekenler’ arasında sayılan Suna Kan ya da İdil Biret’in ‘milletimizi’ ne kadar temsil ettiği (‘milletimizin’ bunları ne ölçüde ‘kendisinden’ bilip -sözgelimi Tugay gibi- bağrına bastığı) ortada.”

Erdoğan’ın Balkız’a yönelik eleştirisine bütün benliğimle katılsam da, futbolseverlikte birleştiğim bu arkadaşın burada pek önemli bir durumu atladığını ve bunun çok vahim sonuçlara yolaçabilecek bir dalgınlık olduğunu düşünüyorum. Futbolla ilgili olarak gündeme gelen “popüler ile barışma” meselesinde gayet ciddî bir şekilde şu soru sorulmalıdır: “İyi ama, kedi bunu biliyor mu?” (Kendini tavuk zanneden adam tedaviden sonra hastaneden salınacağı gün kendisine, tavuk olmadığı, insan olduğu bilmemkaç defa tekrarlatılır, hepsinde tereddütsüz konuşur, sonra kapıdan çıkar çıkmaz, “Köşede kedi var!” diye haykırarak geri döner. “İyi ama, sen tavuk değilsin ki, niye korkuyorsun?” dendiğinde de o cevabı verir işte.) Necmi Erdoğan, “Ancak, semiyotik terimlerle söyleyecek olursak...” diye yazılar yazan, “futbol kültürüne Bakhtinci anlamıyla karnavalesk bir boyut katmak”tan bahseden bir aydın olarak, “milletimiz”in, yani “popüler”in gözünde asla Tugay değil İdil Biret’tir. İdil Biret’in vapurda bolero çalınarak millete benimsetilemeyeceği doğru, böyle bir işe kalkışılması zaten yanlıştır, ama bu sanatçının popüler ile barışma uğruna Yonca Evcimik’e çalması da beklenemez. “Milletimiz”in Suna Kan veya İdil Biret’i “Tugay gibi bağrına basmayışında” da hiç sevinilecek bir yan yoktur. Bunu onaylamak da bize düşmez. “Milletimiz”in yetenekli müzisyenler olmuş evlâtlarını bağrına basmayışı sadece Kemalist dayatmaların veya o müzisyenlerin kötü davranışlarının sonucu mudur? “Milletimiz” ne eylerse iyi mi eyler? Bu milletin Tugay için gerektiğinde hepimizin imha edilmesine seve seve razı olacağını söylersem abartmış mı olurum? Böyle bir durumda bizi koruması beklenebilecek olanlar, bilemediniz, aynı işin Feyyaz veya Oğuz için yapılması halinde rıza gösterebilecek olanlardır.

“Popüler ile barışmak”, çok ama çok zor bir iştir ve “popüler”in de bu “barışmaya” hiç değilse -moda deyişle- “sıcak bakmasını” gerektirir. Yani bizden menkûl bir barış, ne yazık ki mümkün değildir; “barışma” iki tarafın rızasını “öngerektirir”. Ve ben, “popüler” ile temasımda “öngerektirir” lafını kullanırsam kimse benimle barışmaz.

Bitirmek istiyorum. Bir tartışmanın doğmasını umuyorum. Ancak “Şu futbolu nereye yerleştireceğiz?” diye değil. Hayatımızda futbol kadar yer kaplayan pek az şey var. Ama ne yazık ki, futbol “sahasında” esen rüzgârlar biz “bu gibiler”i süpürüp atabilecek nitelikte. Ben kendi hesabıma, tıpkı yukarıda değindiğim, futbolseverlerin işin paraya dayalı yönünü görmezden gelip sahaya baktıklarında karşılarında şövalyeler görmek istemeleri gibi, bir şeylere gözümü kapayıp futboldan vazgeçmemeyi tercih ediyorum. Yıldırım Türker’in “suçlu zevk” diye bir tâbiri vardı böyle durumlar için, bunun ardına sığınıyorum. Oyun olarak futbolun “dolu dolu bir dünya” içerebileceğini biliyorum. Bu dünyanın benim de hoşuma gidebilecek bir dünya olması özlemimi de terk etmeyeceğim. Yalnız, “futbolun özgürlükçü ve demokratik bir bağlamda yeniden anlamlandırılması” çabasını, en azından şu ortamda, boşa kürek çekme gibi görüyorum. Hattâ daha da fazlası, “bu gibiler”e stadlardan yol göründü, diye kaygılanıyorum. Can Kozanoğlu’nun taraftarlığı âşık olmaya benzetişi daha yerinde. Aşka bahane aramayalım, derim. Bir yandan da, kızın bir vakitler bir içim su olduğunu, ama şimdi Amerikan dizilerinin gözü dönmüş iş kadınlarından biri haline geldiğini, Orduyu Destekleme Cemiyeti’nde de gönüllü olarak çalıştığını gözardı etmeyelim.

[1] Benzer bir tesbiti “bizim kuşağın” bazı “özellikli” kesimleri için Hayri Kozanoğlu da paylaşıyor: bk. Yuppieler, Prensler ve Bizim Kuşak, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s. 160.

[2] Üstelik, pek çok bakımdan avantajlı bir aidiyet tarzıdır. Çünkü “prensip sahibi” Kemalist ya da otoriter dindar anababalar dışında herkesin gözünde meşrudur. 15-16 yaşlarındaki genç kızlar, şampiyonluk veya tur atlama kutlamaları dışında hangi gerekçelerle evlerinden izin alıp geceyarısı sokaklarda dolaşabilir?

[3] Tanıl’ın yazısı: “Tanrı Türkü korusun ve şampiyon yapsın! Tribünlerde milliyetçi tezahürat ve Ülkücü eylemliliği”; Necmi Erdoğan’ın yazısı: “Yaşasın futbol! Galatasaray’ın Avrupa’yı fethi, millî katarsis hali ve karnavalesk”, Birikim, Sayı 55, Kasım 1993.

[4] “Gençler, Deplase Olunuz! ‘Tribün’den birinin deplasman anıları”, Futbol ve Kültürü içinde, der. R. Horak, W. Reiter, T. Bora, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s.113.

[5] Futbol kulüplerinin cibiliyeti üzerine Türkiye’de tek doğru dürüst kaynak, Can Kozanoğlu’nun ne yazık ki piyasada bulunması pek güç olan Bu Maçı Alıcaz! kitabının ilgili bölümüdür. Bunu bir yerden ele geçirebilirseniz mutlaka okuyun, zira buradaki bilgiler ve açıklamaların yanında benim buradaki sözlerim ancak konu başlıklarının özetleri gibi kalıyor.

[6] Fenerbahçe taraftarı olmaksızın konuya karışmam mâzur görülsün, burada yanlış anlaşılmak istemem, ben gitmelerinden yanaydım. Rıdvan’la Tanju’dan artık futbol adına iyi bir şey beklemediğim için.

[7] Bu “ruh” meselesi, bilirsiniz ne kadar önemlidir. Taraftar, başarı için çaba göstermediğine hükmettiği takımına en sık “ruhsuz” diye bağırır - tabiî, futbolcuların cinsel tercihleri konusunda iddialar içeren bazı eklemelerle.

[8] Bu arkadaşların bu sözleri ettiği kaynakları yukarıda zikretmiştim, hatırlatıyorum.

[9] Tam bu noktada aklınıza gelen, “Canım, futbolseverlik ille de bu âlemle ilişkili mi olmak gerek?” sorusunu lütfen biraz bekletin, yazının sonuna kadar sabredin.

[10] Bu noktada, futbol düşkünlüğümüzü eğrisiyle doğrusuyla bir yerlere oturtma, bilinçli bir yaklaşım oluşturma yolunda -bence pek yerinde olmayan- bir çabaya girişmiş arkadaşları “Helâl olsun sana - helâl olsun!” tezahüratıyla kutlamak istediğimi de belirteyim. Çünkü yakın dönemin tipik fenomenlerinden biri, gözü dönmüş taraftarlar haline gelmiş solcuların sabahtan akşama futbol konuştuğu ortamlardır. Bu formalı-bayraklı militanlığa kapılıp gitmemiş bütün futbolsever solculara, burada çeşitli görüşlerine itiraz ettiğim, kendi kendilerine “Bu işte bir sakatlık var ama nedir?” diye sordukları için de teşekkür ettiğim arkadaşlar aracılığıyla selâmlarımı gönderiyorum.