Hayvan Hakları

UZLAŞ(TIR)MA VE GİZLEME

Modern dönemin başlarında doğaya davranışımız konusunda en etkili düşünürlerden biri olan tarihçi Keith Thomas kentleşmenin, giderek büyüyen bir nüfus kesimini hayvanlarla araçsal veya yararlanma amaçlı dolaysız bir ilişki içinde olmaktan hızla uzaklaştırdığını belirtir. Kuşkusuz, kent mekânında da hayvanlar gerek ulaşım ve yük aracı gerekse besin kaynağı olarak kullanılmaya devam etti. Engels, Birmingham gibi İngiliz kentlerinde, ta 1840’lı yılların sonlarına kadar, işçi sınıfı yerleşim bölgelerinde kulübeler arasındaki avlularda sürdürülen domuz besleme alışkanlığını -ki domuzlar esas olarak yörede oturanların hayvani ve bitkisel artıklarıyla besleniyordu- canlı bir dille anlatır. Fakat Thomas’ın dikkat çektiği şey, yeni kent mekânının aynı zamanda, özellikle orta sınıflar arasında hayvanlara karşı faydacı olmayan bir ilişki zemininde yeni tür bir duyarlılığın doğmasına uygun koşulları da sağladığıdır. Yeni ilişki türleri içinde en önemlisi evde hayvan beslemedir. Bu pratik,

“Orta sınıfları hayvanların zekası konusunda daha bir iyimser olmaya sevketti; hayvanların ne kadar akıllı olduğu üzerine ortalıkta pekçok anekdotun dolaşmasına yol açtı; hayvanların da belirli bir karakteri, kendine has bir kişiliği olabileceği düşüncesini gündeme getirdi; ve kimi hayvanların en azından ahlaki kaygılara konu olabileceği şeklindeki bir görüşün psikolojik temellerini hazırladı.”1

Hayvanlara karşı ahlaki duyarlılıktaki bu değişimin kuşkusuz başka kaynakları da vardı. Protestanlık bu konuda öncü konumdadır. Bu, muhtemelen, kimi yazarlar itaatsiz ve saldırgan emekçi sınıfın zevklerinin disipline edilmesi adına avcılığın kanunla sınırlanmasını savunurken Protestanların aynı faaliyeti aşağılık insani zevkler hanesinde düşünmeleriyle bağlantılıydı. Ayrıca uygarlık ile, hayvanlarla ilişkilerde daha fazla “insanlık” arasında genel bir kültürel bağlantı da ortaya çıkmıştı. Fakat -muhtemelen üst belirlenmiş- kaynakları ne olursa olsun, 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında, insan dışındaki hayvanların saadetine karşı daha yaygın bir ilgi şeklinde tezahür eden belli bir kayma olduğu konusunda genel bir fikir birliği vardır. Ancak bu yeni duyarlılık, hayvanların, besin kaynağı, nakil ve eğlence aracı, vb., olarak kullanılması şeklindeki bildik faydacı uygulamalarla birlikte -hatta, dolaylı yollardan, bunlara bağlı olarak- devam eder. Zaten Thomas’ın aşağıda anlattığı gibi, modern zamanların daha başlarında, kültürel bir çelişki de uygarlığın tam kalbine yerleşmiş durumdadır:

“Erken modern dönem böylece insanoğlunun, kendi türünün egemenliğine hizmet eden katı, uzlaş(tırıla)maz yöntemleri gönül rahatlığı ile kabul etmesini gitgide daha da zorlaştıracak bir hissiyat yarattı. İnsan, bir tarafta kendi soyunun refahındaki, fiziksel rahatlık ya da saadetindeki akıl almaz artışa; bir tarafta da diğer hayvani yaşam biçimlerinin acımasızca sömürülüşüne tanık oluyordu. Yeni duyarlılık biçimleri ile insan toplumlarının maddi temeli arasında büyüyen bir çelişkiydi bu. Uzlaş(tır)ma ve gizleme karışım bir tutum, bu çelişkinin çözülmesini şimdiye kadar engellemeyi başarmıştır. Fakat sorundan tümüyle kaçılması mümkün değildir ve onun yeniden kapımızı çalacağına güvenebiliriz. Modern uygarlığın üzerine kurulduğu söylenebilecek çelişkilerden biridir bu. Nihai sonuçları konusunda ise ancak spekülasyonda bulunulabilir.”

Bu çelişkiye getirilen cevapların özlü bir özeti, Thomas’ın “uzlaş(tır)ma ve gizleme” dediği şeydir. Bir yanda, laboratuvarlarda hayvan kullanımının giderek artan oranlarda kayıt altına alınışı; çiftlik ve hayvanat bahçelerindeki hayvanların rahatı konusunda asgari standartların kanuni düzenlemelere tabi tutuluşu; evinde hayvan besleyenlere kanuni olarak yüklenen gitgide daha büyük sorumluluklar, vb. Bunlar işin uzlaş(tır)ma cephesi. Diğer yanda, hayvanların yiyecek, bilgi ve kâr kaynağı olarak maddi sömürüsünün hüküm sürdüğü “merkez” alanların giderek daha fazla toplumun dikkatinden uzaklaştırılışı. Gizli ve koruma altında tutulan hayvan araştırma laboratuvarları (bu durum, ironik bir şekilde, hayvan özgürlükleri taraftarlarının saldırıları gerekçe gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır). Et endüstrisinin kurumsal form ve pazar imajlarının belki de tüm diğer mallarda olduğundan çok daha kesin bir şekilde “süreç, üründe yok olur”u sağlamak için elbirliği edişi. Giderek yükselen bir trend içinde tüketicilerin eti, son derece işlenmiş biçimler halinde, mümkünse üzerinde bir hayvanın cesedinden alınmış olduğunu gösteren hiçbir işaret taşımayacak şekilde ambalajlanmış olarak satın alışı. Kuş, tavuk, hindi ve benzeri hayvanlarla ilgili yolma, derisini yüzme ve bağırsaklarını çıkarma türünden geleneksel faaliyetlerin giderek artan ölçeklerde ev içinden çıkarak işleme endüstrisine dahil oluşu. Süt ve sütlü mamüllerin güneşli, yemyeşil çayırların ortasında mutlu bir şekilde oynaşan “gülen inekler” imajıyla birlikte pazarlanışı. Bunlarda tanık olduğumuz çağdaş “gizleme” biçimleri.

HAYVANLARIN YOĞUNLAŞAN ŞEY(LEŞ)TİRİLMESİ

Fakat durum, Thomas’ın tasvir ettiği dönemden bu yana önemli ölçüde değişti. Teşhis ettiği çelişki, sorundan kaçma biçimleri olarak uzlaş(tır)ma ve gizleme taktiklerinin daha etkisiz kalmasına yol açan bir tarzda derinleşti. Hayvanlarla ilişkimizin araçsal ve sömürgen yanı kamusal denetime tabi kılındı. Ancak bunun hayvanların yaşam standardına yaptığı bir katkıdan söz edilecekse bu, 19. yüzyıldan beri hayvan “ziraati”nde ölçek ve yoğunluk olarak yaşanan değişimlerle birlikte düşünülmelidir. Modern dönemin başlarında genel zirai faaliyette gözlenen ticari tarım yönündeki kaymanın, hayvanların refahı açısından gayet olumlu sonuçlar doğurduğu hiç çekinmeden söylenebilir, çünkü çiftçiler ve besiciler giderek daha yoğun bir şekilde ellerindeki hayvanların kolay ele geçmez kıymetler olduklarını farketmişlerdi, eğer bakım maliyetleri fazlasıyla çıkarılmak isteniyorsa onların ihtiyaçları karşılanmak zorundaydı. Ayrıca zirai uygulamalar, en azından bazı evcil hayvan türlerinin, onların evcilleşme öncesi yaşam tarzlarına oldukça yakın bir tarzda yaşayabilmelerine izin veren bir yapı kazanmıştı. Hayvanların beslenme ve bakımıyla uğraşan işçiler hayvanlar konusunda geniş bir bilgi ve beceri kazandıkları gibi, çoğu kez de, onlara dair güçlü bir sevgi ve sorumluluk duygusu geliştirdiler. Fakat tüm bu pratikler besleme rejimlerinin yoğunlaştırılması ve tarım sektörünün İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarından itibaren uluslararasılaşması ve tekelleşmesine paralel olarak derin bir dönüşüme uğradı. Yeni kapalı-mekân beslenme rejimlerinde hayvanlar tümüyle yapay ortamlarda tutulmaya başlandı, gereken asgari fiziksel hareket imkânlarının dışında her türlü hareketten yoksun bırakıldılar ve normal sosyal davranış kalıpları oluşturmaları engellendi. Bu koşullar akut streslere, patolojik davranışlara yol açtı ve hayvanların çeşitli hastalıklara yakalanma ihtimalini artırdı. Hayvan endüstrisi, genel olarak, civcivlerin “gagalanması”, antibiyotik kullanımının iyice artması ve genetik araştırma ve buluş ihtiyacı gibi verimlilik oranlarını açıkça etkileyen “teknik tespitler” ölçüsünde bu sorunlara çözüm getirmeye çalıştı. Tüm bu teknik sorunlar çiftlik hayvanlarının da canlı varlıklar olduğunu örtük bir şekilde dışavuruyor olsa da, savaş sonrası söz konusu emek süreçlerinde gözlenen teknik reorganizasyonun tüm dinamiği, gayet haklı nedenlerle, büyüyen bir “şeyleş(tir)me” olarak nitelendirilebilir. Çiftlik hayvanları, herhangi bir maddi üretim girdisi gibi, iktisadi hesap ve teknik manipülasyon konusu haline geldi. Bu arada, hayvan “ziraati”ndeki insani iş bölümü, önceki dönemleri karakterize eden -yukarda işaret ettiğimiz- uzun erimli sevgi bağlarının ve zanaatkâr formasyonunun oluşumunu engelleyen bir yapı değişikliğine uğradı.

Yiyecek sektöründe giderek büyüyen iktisadi güç yoğunlaşması ve şiddetlenen şeyleş(tir)me karşısında, hayvanların refahı ve daha iyi durumda yaşaması için meclisler düzeyinde faaliyet gösteren gruplar, hayvanların en uç ve en sistematik kötüye kullanım biçimlerine belirli sınırlamalar getirecek, yaptırım gücü olan kanuni düzenlemeler için zor ve uzun bir mücadeleye giriştiler. Fakat Tim Lang ve diğerlerinin de gösterdiği gibi, dünyadaki genel ticari liberalleşme havası, yiyecek endüstrisindeki güçlü ulus-aşırı örgütlenme ve gerek ulus devletler gerekse Avrupa Birliği düzeyinde son derece etkili bir tarım-ticaret lobisinin belirlediği bir ortamda bu lobi faaliyetlerinin başarı kazanma şansı yok denecek kadar azdı.2 Bu tür grupların giderek doğrudan eyleme yönelmesinin altında, en azından kısmen, bu tür görece geleneksel baskı uygulama biçimlerinin başarısızlığı karşısında giderek daha güçlü duyulan bir hayal kırıklığının ve bu duruma bir cevap geliştirme isteğinin yattığı söylenebilir.

EV HAYVANLARI VE MEDYA BESLEMESİ

Eğer “uzlaş(tır)ma” taktiği, hayvanların sömürülmesinde gözlenen giderek daha acımasız şeyleştirici “maddi” boyutun ve artık çok daha organize ve siyasal olarak dokunulmaz bir yiyecek endüstrisinin birleşik etkileri sonucu krize girdiyse, bu, “gizleme” taktiğinin de ondan daha iyi durumda olmadığı anlamına gelir. Bu noktada “hayvan sorunu”nun kültürel bağlamındaki değişimin iki boyutunu, bu bağlamda yaşanan iki ana kültürel kaymayı masaya getirmeliyiz. Bunlardan ilki, ilk aşamalarını Keith Thomas’ın tarif ettiği, hayvanlarla ilgili inançlar ve tutumlar düzeyinde görülen yaygın kültürel kaymadır ve oldukça uzun bir tarihe yayılmıştır. Bu kaymada dönüm noktası, 1859’dan sonra Darwinci evrim düşüncesinin popüler bir yaygınlık kazanışıdır. O tarihten bu yana, insanın evrimsel bir mekânizma aracılığıyla maymun-türü bir atadan geldiği, yani tüm diğer hayvanlarla uzak-veya-yakın akraba olduğu fikri, laik düşüncenin sıradan bir parçası haline geldi. Darwinciliği şu veya bu siyasi eğilimin hizmetine sokmak için verilen muazzam kültürel mücadelelere rağmen bugün çok az kişi, gerek bu merkezi düşünceye gerekse onun doğa içinde insanın yeri konusundaki asli göndermelerine karşı ciddi bir kuşku duyabilir. Vahşi ortamda hayvan davranışları üzerindeki son çalışmalar, Darwinci varsayımlar temelinde ortaya çıkan etoloji bilimi diğer hayvan türlerinin hayatlarındaki sosyal, psikolojik ve duygusal zenginlik ve karmaşıklığı ortaya koydu. Daha da önemlisi, hayvanlarla ilgili bu yeni tüşünce tarzlarının popüler bir yaygınlık kazanması konusunda, gelişmiş fotoğraf teknikleri, film ve hepsinden önemlisi de televizyonun sağladığı, öncekilerle mukayese edilemez olanaklar, tüm bu düşünceleri hemen her eve sokmayı başardı. Yine, yeni tarz vahşi yaşam programlarıyla dokunan kültürel “ilmekler” ne kadar şaibeli ve tartışmalı olursa olsun, bunlar, hayvanların çoğu kez, insan gözüyle kolayca anlaşılabilecek sosyal ve duygusal isteklere sahip, hassas varlıklar olduğu düşüncesini aktarmaktan da geri durmadılar.

Aynı dönem içerisinde, Thomas’ın büyük önem atfettiği, evde hayvan besleme faaliyeti, birçok Batı ülkesinde neredeyse evrensel bir kültürel ideal haline gelmiş; özellikle, sadece orta sınıflara has bir faaliyet olma konumu çoktan gerilerde kalmıştı. Yine, ev hayvanları için besin ve çeşitli ihtiyaç malzemeleri üreten firmaların verdiği reklamlar bir yana, dergiler, televizyon programları ve çocuk hikâyelerinden oluşan tam takım bir armada, ev hayvanı sahiplerinin hanelerinin insan olmayan fahri üyeleriyle yaşadıkları dolaysız duygu ve arkadaşlık deneyimlerini tamamlıyordu. Belki bir de çocuklar ile ev hayvanları arasındaki özel, sıkı beraberliği kaydetmeliyiz: bir hayvanla ev içinde yakın ilişkiye geçme ve onun bakım sorumluluğunu üstlenme, giderek artan ölçeklerde, her türlü sınıftan çocuğun kişilik-şekillendirici deneyimlerinden biri haline gelmişti.

Bu kültürel kayma, sahip olduğu çeşitli pratik, bilişsel ve normatif kaynaklarıyla birlikte, muhtemelen daha az evrensel ama son derece güçlü başka bir derin kültürel değişimle iç içe örülmüştü. Bu, insanın çevre üzerindeki olumsuz etkilerine dair uluslar-üstü bir bilincin doğuşuydu. Bu yeni bilincin duygusal kaynakları ve tonlaması, hayvanların daha iyi şartlarda yaşaması talebinde ifade bulan bilinç türünden oldukça farklıydı. Burda dışavuran deneyim çoğu kez, duygulu bir varlığa gereksiz yere acı vermeme gibi ruhsal olarak yüce bir istekten çok, doğadaki bizzat kendi “hayatımızı besleyen” sistemlerin yıkımı konusunda sık sık doğrudan hissedilen bir panikti. Fakat, kültürel ve siyasal ifade biçimleri ve kaynakları ne kadar farklı olursa olsun, bu yeni “yeşil” duyarlılıklar, insanı kendi dışındaki tüm doğadan ayrı ve onun üstünde bir yere koyan yürürlükteki hegemonik insan kavramını reddedişiyle, hayvanlar için daha iyi yaşam diyen politikalarla kesişti.

Bu genel, oldukça yaygın ve uzun-erimli kültürel kaymalar hep birlikte, insanları, insan dışındaki hayvanlarla saygılı, merhametli, şen ve hatta eşitlikçi bir ilişkiye doğru sürüklüyor. Kendi dışımızdaki doğayla ilişkimizi anlamlandırdığımız anlam sistemi ile uygarlığımızın beslendiği maddi temel arasındaki açıklık her zamankinden daha derin ve daha geniş bir hal alıyor. “Maddi temel”, “doğanın geri kalanının” mülk edinilmesinden başka bir şey olmadığına göre, bu açıklık gayet yerinde bir tutumla çelişki olarak tanımlanabilir. Fakat buradan, hemen, “gizleme” taktiğinin artık hiçbir işe yaramayacağına çıkmak da henüz pek mümkün görünmüyor. Birinde, deyim yerindeyse, şiddetlenen bir şeyleş(tir)menin, diğerinde büyüyen bir şenlikli ilişkinin boy verdiği iki ayrı kültürel mekânın ne ölçüde ve ne kadar birlikte yaşayacağı beklenebilir?

Burada hayvan sorununun kültürel bağlamında ortaya çıkan -yukarda değindiğimiz- ana kaymalardan ikincisine geliyoruz. Bu kayma, hayvanların tarım ve araştırma laboratuvarlarında yaygın bir şekilde maruz kaldıkları kötü muameleleri kamunun önüne sermek için araştırmacı gazetecilik tekniklerine başvuran hayvan hakları savunucuları ile hayvanlar için daha iyi hayat isteyen grupların çalışmalarında ifade buluyor. Fakat belirtmeliyiz ki, medyanın hayvanlarla ilgili yaygın, sempatik bildiriler yayımlamasını sağlamış olması bir yana, duyarlı ve tepki vermeye eğilimli bir seyirci de yaratmış olan genel kültürel kaymalar olmasaydı, bunların hiçbiri de ortaya çıkamazdı. Fakat, yine belirtmeliyiz ki, “sömürgen” ve “şenlikli” alanlar arasındaki engelleri parçalamayı başaran “ahlaki” toplumsal hareket “girişimcileri”nin çalışmaları da olmasaydı, bu meselelerin hiç birinde de yaygın bir ilgi patlaması görülmeyecekti.

FELSEFE VE HAYVANLARIN AHLAKİ YERİ

Hatta, diğer bir kültürel şartın eksikliğinde, bu “girişimciler”in çabaları bile yeterli olmayabilirdi. Batılı-olmayan birçok kültür belirli hayvan ve kuş türlerine özel bir sembolik önem atfeder ve çoğu kez buna, bu türlerle ilişkilere yön veren çeşitli pratik kısıtlamalar (tabular ve âdetler şeklinde) eşlik eder. Ancak bu uygulama ve inançlar genellikle, evrensel ahlak kuralları biçimine de dönüşmezler. Çeşitli hayvan türleriyle ilişkilerde kültürel bir “çifte standart” bulmak mantıksal olarak tutarsız olabilir ama, sosyolojik ve antropolojik olarak hiç de şaşırtıcı değildir. Nitekim bu durumu, bizzat Batı kültürünün içinde ve çeşitli bileşenleri arasında da bulabiliyoruz. Britanyalılar Fransızların yılan yeme âdetinde rahatsız edici bir yan görürken, istiridye yemelerini bir incelik sayarlar; at eti yemeyi iğrenç bulurken, dana eti yemeyi insanlığın bir önşartı kabul ederler. Yani, belli bir hayvan türünün üyelerine karşı duyulan merhametin diğer bir türün üyelerine yönelik duygulara sirayet etmesini engelleyebilecek sayısız kültürel kaynaktan söz edilebilir. Köpeklerimiz, cricetus’larımız (bir tür kemirgen-ç.n.) ve muhabbet kuşlarımıza şefkat yüklü bir özen gösterebilir, ama inek, tavuk ve domuzların yazgısına kayıtsız kalabiliriz.

Bu noktada (post-modernistler için, hayvan politikasını çeşitlilik politikasının bir örneği olarak gerekçeler hanesine yazma eğilimini bir kenara bırakarak) hayvanların daha iyi yaşamasını ve hayvan haklarını savunan bir politikanın doğabilmesi için evrensel bir etik akıl yürütme biçiminin hayati bir ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bu etik akıl, insandan diğer hayvanlara doğru, evcil hayvanlardan vahşi hayvanlara, ev hayvanlarından çiftlik ve laboratuvar hayvanlarına doğru serbest bir davranış ve duygu akışını ön varsayar. Ve türsel farklılıklar dahil olmak üzere tüm bu farklılıkların ahlaki düşünün altında yatan ortak payda açısından hiçbir önem taşımadığı duygusuna dayanır. Batı felsefe gelenekleri arasında ahlaki kaygıların insan dışındaki hayvanlara da yaygınlaştırılması konusunda en açık ve en dolaysız tutum almış gelenek, faydacılıktır. Bu ahlak kuramının 19. yüzyıldaki klasik biçimi, iyiyi zevkle ve acı yokluğuyla özdeşleştirmişti. Ve eylemlerimizin dünyadaki toplam zevk ve acıya katkıları cinsinden nesnel olarak değerlendirilebildiği oranda, ahlakiyat va kanunlara sağlam, akılcı ve bilimsel temeller kazandırılabileceğini söylüyordu. Jeremy Bentham’ın, Batı’da hâkim bir anlayışla, insan ve hayvan doğaları arasında yapılan ontolojik ayrıma karşı ısrarla, hayvanlarının zevk ve acılarının da bu faydacı hesaplamalara dahil edilmesi gerektiğini savunuşu meşhurdur. Dikkat çektiği nokta, hayvanların düşünebildiği değil, acı çekebileceğiydi. Günümüz hayvan politikasında en çok zikredilen felsefi çalışma da -Peter Singer’in Animal Liberation’ı- yine aynı faydacı gelenek içinde yer alır ve bu açıdan, hayvanlar için daha iyi yaşam talep eden hareketlerin onların acılarına gösterdiği ilgide, faydacılığın, laik ahlakın “ortak duyu”su olarak, nasıl bir yaygınlık kazanmış bulunduğunu bir kez daha gördüğümüzü söyleyebiliriz.

...

New Left Review, Ocak-Şubat 1996, Sayı 215 “The Politics of Animal Rights - Where is Left?”

[1]K. Thomas, Man and the Natural World, Harmondsworth 1983, s. 119.

[2]T. Lang, “This Meat Business”, Red Pepper, 13 Haziran 1995.<<