Türkiye Solunun Dramı ve DSP

Türkiye’nin de periferisinde olduğu Batı dünyasında -geniş anlamıyla- solun gerilediği, ciddi bir prestij ve geçerlilik krizi yaşadığı 1980’li yıllar, en azından sosyal demokrat ve işçi adlı partiler açısından geride kalmış görünüyor. Portekiz, İspanya ve Fransa gibi ülkelerde -ki Yunanistan da buna eklenmelidir- 1980’li yıllarda dahi iktidarda kalabilmiş olan bu partiler, aynı dönemde bir miktar geriledikleri kıtanın Kuzey ülkelerinde yeniden eski güç düzeylerine ulaşmış gözükmekteler ve örneğin İngiltere’de İşçi Partisi’nin yakındaki genel seçimden “ezici bir zafer”le çıkacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Eski “Doğu Bloku” ülkelerinde de benzer bir gelişmeye tanık olunmakta. Yalnızca adlarını değil, programlarını da değiştirerek Batı Avrupa’nın sosyal demokrat partilerinin rolüne soyunan bu “eski” Komünist Partilerin bir kısmı son yıllarda yeniden iktidar veya iktidar ortağı oldular.

Ancak bu “yeniden itibar kazanma ve iktidar olabilirlik statüsüne erişme” adımı, bu partilerin rakip “sağ” partilerde anlayış ve program farklılıklarını bir hayli azaltmaları, onlara benzemeleri bahasına atıldı. Polonya veya Macaristan’da seçimi kazanan eski KP’ler eski düzeni ihya programıyla değil, “piyasa ekonomisi” temeli üzerine yeniden kurulmakta olan düzeni daha adil ve kurallı hale getirme güvencesiyle iktidara getirildiler. İngiltere’de müstakbel İşçi Partisi iktidarı da yürürlükteki neo-liberal politikalara biraz “sosyal” çeşni katmaktan başka bir şey yapmayacağını söylüyor. İtalya’da eski İKP’nin başını çektiği partiler bloku “sol bir ittifak olarak niteleniyor ama, ona seçimi kazandıran şey sadece mevcut düzen çarklarının daha “temiz” dönmesini sağlayabileceği beklentisidir.

-Geniş anlamıyla- solda sayılan bu partilerin “sağ”larına yanaşma bahasına, iktidar alternatifi olma konumlarını yeniden edinmelerine mukabil; geleneksel sosyalist -komünist- kimlik ve programlarından -demokrasi vurgusunu arttırmanın dışında- pek taviz vermeyen partiler ise güç yitirmeye devam ettiler, yeni, genç taraflar kazanmayı da başaramadılar. Geleneksel sosyalizmin -veya devrimciliğin- illegal ya da silahlı mücadeleyi seçmiş kesimleri de aynı durumdadırlar.

Türkiye’ye gelince, yukarıda kaba hatlarıyla çizilen tablonun geçerli olmadığını görüyoruz. Gerçi geleneksel sosyalizmin legal partileri Türkiye’de de bellerini doğrultamadılar ama, geleneksel sosyalizm kökenli silahlı mücadele hareketleri, için aynı şey söylenemez. 1980’lerde Kürt sorununu bir ulusal kurtuluş mücadelesi dinamiğine tahvil edebilen PKK’nın yanısıra başta DHKP, TKP-ML/TİKKO olmak üzere bazı örgütler -her ne kadar 1980 öncesi güçlerine erişemedilerse bile- marjinal denilemeyecek bir taraftar, militan ve etkinlik düzeyine ulaşabildiler.

Bu yazıda asıl üzerinde duracağımız Türkiye siyasal yelpazesinin merkez solunu oluşturan partiler ise Avrupa’daki benzerlerinin aksine taraftar ve itibar kaybını önleyemedikleri gibi, bir iktidar alternatifi olma konumundan da giderek uzaklaştılar. 1983’te % 35’in üzerinde olduğu kestirilebilen “sol oylar, 1995 seçimlerinde -HADEP oyları da eklendiğinde- % 30’u ancak bulabilmekteydi. Kaldı ki, bu solun iki partisinden biri, DSP, bırakınız Batı’nın merkez sol partilerini, Türkiye’nin kendine özgü merkez sol -ortanın solu- geleneğinin ölçütleri içinde dahi solcu denilemeyecek özelliklere sahip bir “yeni” oluşumdur. Ecevit -ve eşinin- partisi denilmeyi haddinden fazla hak eden, programı ve örgütü ile değil, hemen tamamiyle “Ecevit karizması” ile var olan bu oluşuma parti yahut “hareket” sıfatını vermek dahi zordur.

DSP’yi, Ecevit partisi fenomenini daha sonra yeniden ele alacağız. Türkiye’deki “merkez sol”un geleneksel partisi addedilen CHP, şu anda oy gücü itibarıyla epeyce gerisine düştüğü DSP’den daha avantajlı başladığı 1983 sonrası süreçte ilk zamanlar her şeye rağmen eski gücünü toparlıyor gibi bir görüntü çizmekteydi. Bu arada, eski programını kâh daha Avrupai bir sosyal demokrat çizgiye çekmeye, kâh Atatürkçülük bağlarını gevşetmeye dönük tartışmalara yer vererek zamanın “demokratikleşme” eğilimlerinin adresi olmaya çalışıyor ve iktidardaki ANAP’ın neo-liberal iktisat politikalarına muhalefetin odağı gibi görünmeye uğraşıyordu. 1991 seçimlerinde ulaştığı % 24’lük oy oranına o koşullarda “umut verici” bile denilebilirdi. Üstelik 1989’daki mahalli idare seçimlerinden de en fazla oy almış parti olarak çıkmıştı. Ancak 1991-1995 döneminde DYP’nin ortağı olarak iktidarda bulunduğu sürede bu parti her açıdan tam bir erozyona uğramıştı ve 1995 seçimlerinde % 10’luk ülke barajını zar zor geçebildi. CHP her ne kadar resmen merkez sağ partilerin 1980 sonrasında alamet-i farikası haline gelen “piyasa ekonomisi”ni, neo-liberal anlayışı resmen onaylayamamış, program ve felsefesini bunlara uyarlamamış idiyse de genel ve yerel idaredeki icraatlarıyla fiilen bunu yapmıştı. Ancak bu “fiilî uyarlanma” onun pazar ekonomisini biraz “sosyalleştiren” onu daha “temiz” olmaya sevkeden bir işlevi dahi yürütemeyeceğini, merkez sağın ikinci sınıf bir versiyonu, avanesi olmaya yatkın olduğunu göstermiştir. CHP bu “imaj”ını, düzeltmeye dahi kalkışamayacak bir parti izlenimine rağmen “kerhen” verilen oylarla şimdilik siyaset sahnesinde tutunabilmiştir.

1991’de SHP’ye (CHP) oy vermiş seçmenlerin önemli kısmı ise 1995’te bunu yapmayıp Ecevit’in partisini desteklemiş, onu CHP’den % 50 daha fazla oy ve milletvekiline sahip bir parti konumuna yükseltmiştir. DSP’nin 1995 seçimlerinde aldığı oyun belki yine yarıdan fazlası “Ecevit karizması”nın çektiği “sabit” oylardır ama önemli bir yüzdesi de CHP’de bulmayı umdukları “demokratik” ve sosyal kimliği bu kez DSP’de bulacaklarını uman kesimlerdir.

Şüphesiz Ecevit’in partisi oluşturulduğundan bu yana, CHP kadrolarına güvenmeyen ve o nedenle de sol ve demokratik bir hareketin DSP’de örgütlenmesini tercih eden belli bir kesim hep varolagelmişti, ama bunlar koşulsuz ve sadece “Ecevitçi” olan DSP ana gövdesine göre azınlık idiler. Ecevit ve eşinin gayet titizlikle olduğu söylenen elemelerinden geçip parti üyesi ve yöneticisi yapılanlar, tabanı oluşturan bu koşulsuz Ecevitçiliğin varlığında Ecevit ve eşine karşı herhangi bir irade göstermek, farklı bir görüş ve tavır ileri sürmek imkânını asla bulamamaktaydılar. Bu yöndeki en ufak bir girişimde derhal yönetimden ve hattâ üyelikten atıldıklarında o tabandan herhangi bir destek bulamayacaklarını biliyorlardı veya zamanla öğrendiler.

Bununla birlikte -en azından Ecevit ve eşine göre- “kabul edilemez” görüş ve tavır bildirenler daima olageldi DSP içinde. Ama her defasında gayet kararlı biçimde tırpanlandı, atıldılar. Ama sol ve demokrat etiketi taşıyan bir parti için özellikle “düşündürücü” olması gereken uygulamaya rağmen ne DSP tabanı “artık yeter” dedi, ne de Ecevit’in partisinin yavaş ama sürekli taraftar kazanması durdu. Parti her seçimde oyunu biraz daha arttırarak 1995’teki % 15 oranını bulup CHP’yi hayli gerilerde bıraktı.

DSP’nin 1995 seçimleri arefesinde artık herkesçe bilinen bu kimliğini kabullenerek tek seçici Ecevit ve eşine milletvekili adayı olmak için başvuran ve seçilenlerden bir kısmı, geçen yılın sonlarından itibaren, “parti içi demokrasi” ve “solda birlik” sloganlarıyla Ecevit’e karşı bir muhalefete kalkıştılar.

Şüphesiz, özellikle sol ve legal bir parti ortamında bu sloganlar son derece meşrû talepler demektir. Ama söz konusu DSP olduğunda, bu partinin kendi özgün varoluş hukukunda o taleplerin meşrûluğundan, haklılığından bahsedilemez. Ecevit şimdiye kadar bütün benzer girişimlere yaptığı gibi o taleplerin sahiplerini attığında DSP’nin bu özgün varoluş hukukuna göre tamamen “hak”lıdır. Muhalifler sanırız son seçimlerde DSP’ye verilen oyların önemli bir kesiminde “Ecevit karizması”nın daha ikincil derecede olduğunu, “solun birliği” ve parti içi demokrasi kaygısının biraz daha önde olduğunu varsaymış, buna güvenerek harekete geçmiş olabilirler. Bu hesapla onlar, Ecevit’in DSP içinde ve seçmen topluluğunda şimdiye kadar karşılaşmadığı bir itirazın yükselebileceğini ummuş görünüyorlar.

Böyle bir itiraz şimdiye kadar görülmedi. Kaldı ki hayli ciddi bir protesto ve eleştiri ile karşılaşsa bile Ecevit’in geri adım atması, söz konusu taleplere taviz vermesi mümkün değildir. Kendi kendisini dinamitlemesi demektir bu.

Çünkü şu noktanın gayet bilincindedir ki; DSP’yi “parti içi demokrasi”nin işlediği bir yapı haline getirmesi için istenen tavizleri vermediği takdirde tüm DSP milletvekilleri ve örgüt yöneticileri istifa etse dahi, oy veren seçmenler olarak DSP’lilerin “miktarı”ndan sözü edilir bir eksilme dahi olmaz. Belki 1995’teki oy oranı geriler, ama bu “parti”ye oy veren kitlenin asıl kısmını oluşturan “Ecevitçiler”, Ecevit karizmasının yörüngesindeki yine % 10 civarında bir topluluk olarak kalırlar. Yani hiçbir DSP’li yöneticinin, milletvekilinin oluşumunda hiçbir katkısının olmadığı, dolayısıyla sağladığı politik güç üzerinde hiçbir tasarruf hakkı iddia edemeyeceği bir “yapı” söz konusudur. Ecevit kendince gayet haklı olarak DSP’de yöneticiliğe atadığı, milletvekili olmasına izin verdiği kişilerin bu gerçeği bilerek yalnızca Ecevit’çe belirlenmiş bir yararlanma imkânı ile yetinebileceklerini ve normal bir parti söz konusu imişcesine birtakım talepler ileri sürme haklarının hiçbir dayanağı olmadığını düşünmektedir.

Hem Birikim’de, hem de bazı gözlemci ve yorumcuları tarafından çok daha önce de belirtildiği üzre DSP’ye bir parti demek bile zordur. Benzerlerine başka ülkelerde de rastlanan sui generis bir oluşumdur. DSP’ye ve yasal zorunluluklar nedeniyle şeklen bir parti görünümü verilmiştir. İnanca değil de, bir şahsın kişiliğine bağlanma yoluyla teşekkül etmiş bir tarikati andıran özgün oluşumun, sırf bu şeklî, yasal görünümünden ve “sol”dan ziyade popülizmi yansıtan siyasî lafızlarından dolayı parti ve “parti içi demokrasi” gibi ölçütlere tâbi tutularak değerlendirilmesinde ısrar edilmesi gariptir. Daha da garip olan, derinliğine ilk bakışta bile söz konusu ölçütlere aykırılığı açıkça görülen bu nevi şahsına münhasır oluşumun başından beri “sol”da, “demokratik sol hareket platformunda ele alınmasındaki ısrardır. DSP olmadığı bir şey olmadığı için eleştirilmekte, olmadığı şey olduğu açıkça görüldüğü halde o olmadığı şeymişcesine ele alınmaya, öyle muamele görmeye devam edilmektedir.

Oysa bizzat Ecevit, 1980 sonrasında, neredeyse ayağına kapanan CHP kadrolarını gayet kararlı biçimde reddederek, yanına yaklaşmasına dahi izin vermeyerek, kafasındaki “parti”yi oluşturmaya giriştiğinden beri, bu ülkede sol sıfatını taşıyan her hareket, kuruluş ve kişiyi yer yer hakaret kokan tavırlarla kendisi ve partisine yaklaştırmamaya titizlikle uğraştı. Şüphesiz bunu “sol” sıfatını sahiplenerek ve onları sol saymadığını vurgulayarak yaptı. Ecevit’in neredeyse şahsında mündemiç, onunla kaim bir anlam verdiği o “sol” sıfatı, Ecevit’in dıştaladığı “merkez sol”un birleşme yönündeki sürekli taleplerinin tek dayanağıydı. Ecevit’in “sosyal demokrat” sıfatını kendisine yakıştırmaya çalışan SHP’ye (CHP) en ufak bir yakınlaşma umudu vermeyen, aksine zor zaptedilen bir hıncı yansıtan söz ve tavırlarla aşağılayan tutumunu yıllardır sürdürmesi bile sabırları taşırmadı. O reddettikçe, siyasî nezaket dilinin örttüğü aşağılayıcı cümlelerinin kırıcılık dozu arttıkça, CHP’nin “birleşme” ısrarları daha da pespayeleşti. CHP ve Ecevit arasındaki bu garip “aşk”, “solun birleşmesi” sakızını çiğnemeye adeta yeminli kamuoyunun birleşme arzusunu da söndürmedi. Bu tuhaf ilişkinin birleşmeyle sonuçlansa bile nasıl yürüyebileceği sorusu üzerinde bile durulmadı.

Oysa Ecevit, aynı kamuoyuna DSP’nin yavaş ama sürekli oy kazanmasının genel sol içinden partisine kayışlar sayesinde olmaktan çok, sağdan katılmalar sayesinde olduğunu ısrarla söylüyordu. Ecevit’in iddiasına göre DSP’ye “aşırı sağ”dan, yani MHP’den bile önemli iltihaklar olmaktaydı. Bu iddianın “Ecevit karizması”yla teşekkül etmiş DSP tabanında ne ölçüde doğru olduğuna dair veriler az, ama Ecevit’in DSP yöneticiliğine atayıp milletvekili olma şansını bahşettiği kişiler arasında hayli “eski MHP’li”nin olduğu biliniyor. Buna mukabil Ecevit’in “aşırı sol”a allerjisinin hiç de yeni, “1980 sonrasına” özgü olmadığı da bir vakıa. Onun 1970’li yıllarda, Karaoğlan efsanesinin doruklara tırmandığı dönemde, başkanı olduğu CHP’de sadece “aşırı sol”un sızma tehlikesine karşı değil, CHP anlayışının sol kanadına karşı da gayet haşin davrandığı, parti içi operasyonlarında bu kanadı sürekli “tırpanladığı” bilinmektedir.

Kuşkusuz o dönemlerde Ecevit’in “parti içi demokrasi”den tıpkı “aşırı sol”a karşı duyduğu türden bir allerji duyduğuna dair emareler pek belirgin değildi. Davranışları son derece kibar, söz nezaketini daima korumasını bilen Ecevit’in bu görünümü onun adeta “doğal bir demokrat” izlenimi vermesini sağlıyordu. “Demokratik lider”in karşıtı olan “otoriter lider”lere has sert, dediğim dedik tavırlarının görülmüyor olması, onun “parti içi demokrasi”den hiç hoşlanmayan bir kişi olması ihtimalini neredeyse düşünülemez kılıyordu. Bu kibar, hiçbir zaman burnu havada tavırlara girmeyen, şaşaasız yaşantılı insanın, “parti içi demokrasi”yi yok eden eleştirilere, aldırmayan ve “tek adam”a dayalı bir yönetim kuran liderlere hiç benzemeyen görüntüsü öncelikle önlüyordu bunu. Gerçi 1970’li yıllarda birlikte çalıştığı CHP üst yöneticileri parti kurmayları “beraber çalışmak zor” diyerek peyderpey kenara çekiliyorlardı ama, bunu Ecevit’teki bir parti içi demokrasi allerjisine bağlayan en ufak bir teşhis de duyulmuyordu.

1980’lerin sonlarında Ecevit, DSP’yi kurmak için özenle seçip çağırdığı “kadro” düzeyindeki birkaç ekibi sırayla yanında tutup, ardından uzaklaştırdıktan sonra “parti”sini siyaset sahnesine çıkardığında; görüldü ki, bu parti aslında olağan bir örgüt formunda bile değildir. Kâğıt üzerinde var görünmekteyse de fiilen örgüt kademeleri, basit üyeden derece derece en tepeye ulaşan örgüt içi ilişkiler mekanizması yoktur, işlememektedir. Hattâ üyelerin üye olup olmadıklarını bile bilmedikleri söylenmektedir. “DSP’liler” yığını ile en tepedeki Ecevit arasındaki bağdır, DSP’ye örgüt dedirten ilişki. Bu tek ve “doğrudan” bağ, hem “gerçek DSP’li”ler için, hem de Ecevit için yeterli görülebilmekte, ilişkinin bu iki tarafı da başka bir “aracı”ya ihtiyaç duymamaktadır. DSP’nin yasal formu partinin bürokratik işlemleri için yönetici, yetkili sıfatlı bazı kişi ve mekanizmaları gerektirmekteyse de bunların bu işlevleri nedeniyle kullandıkları gerçek bir yetkileri yoktur ve olmaması DSP lideri ve “Ecevit karizması”nın yörüngesindeki ana gövde açısından önemli bir eksiklik sayılmamaktadır.

Liderin karizması etrafında oluşmuş, onun tartışılmaz tek adamlığı iliklere kadar sinmiş hareketlerde, bu tür hareketlerin partilerinde bile böylesi bir yapı bildiğimiz kadarıyla yoktur ve görülmemiştir. Ne Stalin’in tek adamlığına uyarlanmış SBKP’de, ne Hitler ve Mussolini’nin faşist partilerinde, ne de örneğin Peron efsanesinin taşıyıcısı olan popülist-Peronist partide, -bunların tümünde de çok güçlü bir “lider karizması” hüküm sürmesine rağmen- benzer bir yapı söz konusudur. Kademeleri, kendine göre kurallara -tüzüğe- göre işleyen bir mekanizması -lider kolaylıkla ellerinden alabilse ve yerlerine yenilerini atayabilse de- yetki kullanan birimleri vardır ve karizmatik lider bu hayli karmaşık yapı içinden geçirterek kararlarını uygulatır. Dolayısıyla da o liderin karizması ile teşekkül etmiş olsalar bile söz konusu partiler lider olmadığında, öldüğünde bile bu bünye ile -güç kaybetse dahi- ayakta kalır, varlığını sürdürebilir.

Oysa DSP’nin Ecevit’in yokluğunda bir parti olarak sürmesinin söz konusu olamayacağını Ecevit bile zımnen itiraf etmektedir. Onun partiye bir örgütün asgari yapısal gereklerini bile kazandırmaya çalışmaması herhalde kendisinin yokluğunda partinin de yok olmasını doğal saymasının bir icabı olmalıdır. Ayrıca eklemek gerekir ki, “normal DSP’li, yani Ecevit karizmasının çektiği kişiler yığınında da sahici bir örgüt haline gelme eğilimi yok derecesindedir.

Bu, gerçekten istisnai, özel olarak incelenmesi, adlandırılması gereken bir fenomendir. Ecevit’in şahsından ziyade “Ecevitçi”nin kişiliğinde, Ecevitçi oluşunun özel neden ve koşullarında kavranılması gereken bir olgu söz konusudur burada. Yani Ecevit’in ve karizmasının yarattığı bir olgu olarak değil, bir karizmaya ihtiyaç duyan ve bunu Ecevit’in şahsında bulan topluluğun “yaratıcısı” olduğu bir olgu vardır ortada. Yani o ihtiyaç sahiplerinden Ecevit’e ulaşan -görünmez, sessiz- bir arzuyu benimseyen bir Ecevit’in bu kez kendi damgasıyla yeniden onlara yansıttığı bir ilişkidir DSP’li-Ecevit ilişkisi.

Lider karizması ile işleyen saydığımız örnekler ile DSP olgusu arasındaki bu “yapısal” farkın anahtarlarından biri ve galiba en önemlisi, sayılan örneklerin bir hareket ihtiyacı duyan kitlelerin varlığında teşekkül etmesi, buna mukabil DSP’nin şimdiye kadar “hareket” görünümünü hemen hemen hiç vermemesidir. Nitekim DSP’nin Ecevit’in genellikle seçimler arefesinde yaptığı mitingler dışında bir eylemi görülmez. Parti mensuplarının kendi içlerine dönük faaliyetleri sayılmazsa, sendikalarda, öteki mesleki, demokratik örgütlerde, çeşitli sivil girişimler alanında DSP’li kimlikleriyle açıkça yer alan partinin buralarda etkinliğini ve taraflar gücünü arttırmaya yönelik faaliyette bulunan kişilere rastlanılmaz. DSP’liler bu anlamda dışa dönük bir hareket, etkinlik göstermedikleri gibi neredeyse bundan özellikle uzak duran bir tutum içindedirler.

DSP’nin bir “hareket” olmayışı, olmak istemeyişi veya olamayışının nedeni, şöyle ya da böyle bir inanç-fikir sistematiğine sahip olmayışı ile ilgilidir. Az önce bahsettiğimiz “lider karizması”nın da egemen olduğu hareketler ve o hareketlerin partileri, liderle birlikte onun formüle ettiği bir inanç-fikirler demetini de savunmaktaydılar. Lideri ve karizmasını haleleyen ve bağlanıldığı ölçüde lider ve karizmasının yanında özerk bir “varlık” ve ağırlık da kazanan o inanç ve fikir faktörü, hareket mensuplarını doğal olarak o doğrultuda bir şeyler yapmaya, o inanç ve fikirlerin etkinlik sahasını genişletmeye iter. Bu kendiliğinden olan, doğan bir dinamiktir.

Kuşkusuz bu dinamiğin varlığı, onu duyumsayan, yaşayan insanları, hareket ve örgütü bir “iddialılık” konumuna getirir. Kendi dışlarındaki dünyaya siyaset alanındaki rakiplerine karşı atak bir dil ve tavır kaçınılmaz olarak gelişir. “Lideri”nin karizmasından aldığı ek güç ve onun biricikliğine, öteki liderlerden her bakımdan üstün olduğuna dair güvenin beslediği enerji ve haklılık duygusu onu diğerlerinden daha “hareketli” kılar.

DSP olgusunda ise aksine bunların hiçbirisini göremeyiz. “Ecevitçilik”, Ecevit’in fikirlerinden -diyelim Peronizm türünden- bir doktrine bile sahip değildir ve bu ihtiyaç duyulmamıştır da. Ecevitçilik doğrudan Ecevit’in şahsına bağlanmaktan ibarettir neredeyse. Ona bağlananlar, liderlerinin dürüstlüğünü, kimi insanî vasıflarını övmekte, onunla bu açılardan gurur duymakta başka liderlerden bu bahiste tartışılmaz biçimde üstün olduğuna inanmaktadırlar elbette. Ecevit’in olgun bir milliyetçi duyarlılık bahsinde de onlarla kıyaslanamayacağını, örneğin kişilikli bir dış politikayı en iyi yürütecek lider olduğunu da söyleyebilirler. Ancak Ecevit’in bütün açılardan, özellikle de bu çağda özellikle önemli sayılan “iktisat” bahsinde en iyi olduğunu iddia edememekte, ayrıca liderliğin ayrılmaz özelliğine olan üstün yönetici vasıflara, beceriye sahip olduğunu güvenle ileri sürememektedirler.

Ancak bütün bu eksiklikler, Ecevit karizmasını zayıflatan şeyler değildir. Şüphesiz bu eksiklikler, gerçek bir lider karizması ile teşekkül etmiş hareketleri daha doğmadan imkânsızlaştıran eksikliklerdir. Çünkü o hareketler liderin karizmasını yaratan, onunla içiçeleşen fikir ve inanç sisteminin hayata, var olan duruma ilişkin iddialılığı üzerine kuruludurlar. O hayatı ve durumu bir biçimde değiştirmek istemekte, bir değişimi zorunlu saymakta ve o değişimi sadece kendi hareketlerinin ve liderlerinin gerçekleştirebileceğine inanmaktadırlar.

Oysa bundan tamamen farklı olarak Ecevit karizmasının kendine çektiği insanlar, Ecevit’in şahsında en rafine biçimde gözüken kendi vasıfları ile bu hayat ve durumda sadece var olduklarını, var kalmak istediklerini duyurmaktadırlar. -Denebilirse- iddialılıkları yalnızca bundan ibarettir. Onlar hayatı, sürüp giden durum ve düzeni, taşıdıkları vasıflar doğrultusunda ve o vasıfların gücüyle değiştirebilecekleri iddiasında değildirler ve bunu mümkün de görmemektedirler. Gerçi o vasıflarına uygun bir düzen değişimi talebi, hattâ programları vardır ama, bunu yalnızca siyasal bir kimlik sahibi olarak görünmenin şeklî bir şartı olarak sunmaktadırlar. Dürüst, mütevazi, olabildiğince adil bir yaşantıyı sürdürmekten yana insanlardır ve çevrelerindeki “genel hayat”ın, içinde yer aldıkları düzenin tamamen bu özellikleri taşıyacak hale gelmesinden, bu doğrultuda değişeceğinden veya değiştirilebileceğinden umutlu değillerdir. Bu sessizce kabullenilmiş bir şeydir ve gidişattan bekledikleri sadece kendilerinin o vasıfları ile varolabilme şanslarını köreltmemesidir. Öylece o halleriyle var olabilme arzularını duyurmak, böyle insanlar olarak var olabilme şanslarını olabildiğince koruyabilmek için DSP’de bir araya gelmişlerdir. Ecevit bu sade, sıradan insanların idolüdür. Dış görünüşüyle o sade insanın kolayca “benim gibi biri” diyebileceği, kendisinde var olan namusluluk, gösterişsizlik, kırıcı olmayan tavır gibi özellikleri inceltilmiş biçimiyle taşıyan bu adamın şahsında adeta kendi süper egosunu görmüştür. Ecevit’le özdeşleşmesinin, Ecevit karizmasının ışığı -en kestirme ifadeyle- bu temastan doğmaktadır. Ecevit o egoya/egolara iktidar bile olabileceği duygusunu, bu hazzı bile yaşatmıştır. Kendini iktidarın sürekli sahibi olarak asla tahayyül etmeyen bu hak ve yeteneği kendine ait saymayan o insanlar için iktidardaki Ecevit’in, o çok başa kakılan fiyaskosu bu nedenle “karizmayı” yok eden bir faktör değildir ve olmamıştır da. Aksine o karizmanın yukarıda özetle belirtilen doğasındaki, doğuş koşullarındaki özel boyutun olağan sayacağı bir sonuçtur.

Buna DSP’nin dramı da diyebiliriz. Ama eğer bu ülkede “sol” dendiğinde akla gelen en geniş çerçevenin büyük bölümünü bu dramı yaşayanlar oluşturuyor ise, Türkiye’nin genel sol alanında son yıllarda sadece DSP gibi bir oluşum genişleyebilmiş ise, dramın öznesi gerçekte bizzat mevcut solun kendisidir. Halihazır düşünüş dünyası ile, o düşünce dünyasını oluşturan temel kabulleri ile “Türkiye sol”u, eğer içinde sadece DSP türü bir oluşum güçlenebiliyor ise, tüm gerçek gelişme imkânlarını tüketmiş olduğunu kabul etmek zorundadır.

Bu, asla derin, insanlıkla özdeş kaynaklarıyla solun tükenişi demek değildir. Onun eskiyi bir yana itip yeni baştan kendini tarif etme zamanının çoktan geldiğini bir kez daha vurgulamak, hatırlatmak demektir.

ÖMER LAÇİNER