Kürtler ve Sivil İtaatsizlik

BDP ve DTK ortak bir kararla Newroz sonrasında dört temel demokratik talebi merkez alarak hem ‘bölgede’ hem de Türkiye’nin çeşitli illerinde “sivil itaatsizlik” eylemleri tertipledi. Eylem beklenildiği gibi derhal siyasi gündeme oturdu. Polis eylem çadırlarına kimi kentlerde sert şekilde müdahale ederek çokça aktivisti karga tulumba gözaltına aldı. Abdullah Öcalan, “taşsız ve sopasız eylemlerin sonuç alınana kadar sürdürülebileceği” kanaatinde. Bu kanaat nedeniyle bile olsa, eylemler bir süre daha çeşitlenerek devam edeceğe benziyor. Kepenk kapatma eylemlerini saymazsak Kürt hareketi tarafından ilk kez bu denli kitlesel bir sivil itaatsizlik eylemi örgütlenmiştir, diyebiliriz. Eylemin sivil itaatsizlik olarak adlandırılması, “oturma” şeklinde cereyan etmesi ile ilişkili. Bir başka ifadeyle yürüyerek değil de genellikle oturarak eylem yapıldığı için böylesi bir ad kullanılmış olmalı. Eylemde dile getirilen talepler şöyle: Seçim barajının düşürülmesi, anadilde eğitim uygulamasına gidilmesi, KCK davasıyla içeri alınan tutukluların serbest bırakılması ve askeri operasyonların sonlandırılması. Talepler ister “ileri” isterse “geri” olsun her türden demokrasi mefhumuna mündemiç yalın istekler... Gelgelelim taleplerin naifliğine, eylemde gözetilen şiddet kullanmama rikkatine rağmen Tayyip Erdoğan, eyleme tepki göstermekte gecikmedi: “Bunların neresi sivil Allah aşkına?”. Yabana atılmayacak, üzerine düşünülmeye değer bir soru bu. Lakin serinkanlılığı elden bırakmamak, düşünürken hararetlenip de istikameti karartmamak gerekiyor. Evvela şunu belirtmeli ki, Erdoğan’ın sorusu “kendini ifade etme sanatı” olarak, “öfke” ile sarf edilmiştir. Öfkenin yükünü sorudaki ‘bunlar’ sözcüğü taşıyor. Okuru sıkmak pahasına bir parantez açıp ‘bunlar’ sözcüğünü, işin içine grameri de katarak biraz deşmek istiyorum.

Türkçede isim söylenmek istenmediğinde ya da bu gereksiz görüldüğünde isme karşılık gelen zamirler kullanılır: Bunlar, şunlar, onlar, o, şu, bu. Zamirler konuşma dilinde nesneler değil de insanlar için kullanıldığında ise bir tür ‘aşağılayarak yok sayma’, ‘görmezden gelme’ anlamı taşır. Bu kullanım biçiminden hareketle keskin bir manevra yapıp, Erdoğan’ın Kürtleri “inkâr ettiğini,” bu inkâr tutumunun da devletin geleneksel politikasının tezahürü olduğunu belirtmek istemiyorum. Zira durum bundan biraz daha karmaşık… Erdoğan’ın dilinde (ki bu dil ve içinde aktığı söylem ona münhasır değil) ‘bunlar’ zamirinin tekabül ettiği isim olarak ‘Kürtler’, politik bir mantık icabı zikredilmiyor. Başbakan Erdoğan, ‘bunlar’ zamirinin yerine Kürtler dediği andan itibaren, AKP seçmeni Kürtlerin Kürtlüğü şaibeli hale gelecektir. Dolayısıyla mesele Kürtlerin kavmî anlamda topyekûn inkâr edilmesinden ziyade bir “temsil” sorunudur. Temsilde açığa çıkan siyasi sıkıntı, zamirin işaret ettiği ismin olmaması ile değil, ismi karşılamaması ile bağlantılıdır. Daha anlaşılır kılmak için yine dilden bir örnek vereyim. Günlük dilde kullandığımız bir ifade kalıbı var: İsmi var ama cismi yok. AKP ve Kürt hareketi arasındaki politik gerilim hattında bir bakıma bu münasebetin tersinin yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Cisim var ama isim henüz sarih değil. Şöyle izah edeyim: Kürt hareketine göre AKP’nin dümen suyundaki Kürt, Kürt olmasına Kürttür ama kendi politik dairesinin dışında yer alan, dolayısıyla da parazit yaratan başka bir Kürttür (siyasi dildeki şekliyle “işbirlikçi Kürt”). Ve yine Erdoğan’a göre de artık Kürtler vardır ama var olan bu Kürtler de zinhar BDP’nin temsil ettiği Kürtler değildir. Hâsılı siyasetin nesnesi konumunda olan, müşterek ve mutabık kalınmış bir Kürt henüz oluşmuş değil. Parçalanmış, ikiye yarılmış ismi bütünlemeyi hedefleyen iktidar mücadelelerinin önemli bir veçhesini, bu tuhaf durum oluşturuyor.

Söz konusu isim-cisim diyalektiğinden ötürü Başbakan’ın bu kez “temsil dolayımı” ile Kürtleri inkâr ettiği öne sürülebilir. Lakin bana öyle geliyor ki, inkâr edilen cümle Kürtler değil, bir teşkilatlanma olarak BDP’dir. Çünkü AKP’ye (aslında MHP, CHP, TSK, medya, akademi vb. pek çok siyasi, kültürel ve askeri oluşuma) göre, BDP Kürtlerin değil, PKK’nin iradesini temsil etmektedir. AKP’nin bölgedeki politikasının nihai amacı bu temsil ilişkisine kısa devre yaptırmak, BDP kitlesini kendi saflarına çekerek halis Kürtlük kodları içinde yeniden kurgulamak ve inşa etmektir. Bu analitik denklem anlaşılır olmasına anlaşılırdır ama siyasal alanda PKK-BDP hegemonyasına bağlı olarak arzı endam eden, ettiği andan itibaren de “sorun” teşkil eden geniş bir kitle var, bu durumu nasıl tanımlamalı? Kürt görünümlü ama yanlış mecrada olan, tam bu nedenle makul olmadığı için makbul de olmayan bir kalabalıktan mı söz ediliyor acaba? Belki. Ama şurası açık: Bahisler ve siyasi krizler cisminin olup da isminin şüpheli olduğu bu “kara kalabalık” üzerinden işliyor.

Şimdi burada şu kriz vesilesi müphem zamiri kaldırarak olası isimler eşliğinde soruyu yeniden kurmayı deneyelim: “Kürtlerin neresi sivil Allah aşkına?” Bu tartışılabilir sorulardan ilki. Çünkü gelinen aşamada Kürtlerin “varlık gerçeği” elde bir. Ama sorunun kuruluşunun ikinci ve daha yakıcı bir şekli mevcut: “BDP’nin ve eşitlik denkleminden hareketle PKK’nin neresi sivil Allah aşkına?” Memleketçe bu ikinci soruda tıkanarak açmaza sürüklenmekteyiz. PKK-BDP siyaset kümesini Kürt meselesinin çözümünün bir parçası değil, kaynağı olarak görmekten söz ediyorum. Kürt sorununun tartışma düzeyinde dahi olsa tıkanmasındaki başat faktörlerden biri bu algılayış değil mi zaten? Ne var ki, itaatsizlik eylemi özelinde tıkanmayı katmerleştiren bir başka sözcük daha var: “Sivil”. Hem eylemin sözcülerinde hem de Erdoğan’ın dilinde “sivil” derken ne ya da kimler kastedilmek isteniyor? Sivil itaatsizlik ne tür bir eylem anlayışıdır? Sivil olmayan itaatsizlikler de var mıdır mesela? İtaatsizlik kime, hangi amaçla, hangi araçlar kullanılarak gerçekleştiriliyor? BDP’nin eylemi teorik açıdan sivil itaatsizlik olarak değerlendirilebilir mi? Son soruya eylemin fikri anlamda kurucusundan, H. David Thoreau’dan hareketle yanıt vermeye çalışacağım. Türkiye’de sivil sözcüğü ile -Şükrü Argın’ın değindiği üzere- genellikle askeri ilişkilerden, üniforma ve resmi sembollerden azade olanlara işaret edilir. Askeri koordinatta konum almamış, şiddet kullanmaktan muaf kesimler sivilleri vücuda getirir. Bu kavrayış siyasi düşüncede sorun oluşturur. Argın’a göre, sözcüğü “orijinal anlamda değil, tamamen yerli manada anlıyoruz.”* Sorun da bu yerli alımlayışla alakalı zaten. Fakat Thoreau sivil sözcüğüyle bizim “yerli anlam” imgelerini kast etmez. Yani sivil sözcüğü salt askeri olmayan anlamına gelmez.

ANARŞİST BİR EYLEM TARZI OLARAK SİVİL İTAATSİZLİK VE VİCDAN

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da olduğu gibi Amerika’da da kölelik karşıtı hareketlenmeler ivme kazanmıştır. Başarısız bir edebiyatçı olan Thoreau, bu esnada Amerika’nın Concord kasabasının Walden gölü kıyısındaki kulübesinde inzivaya çekilmiştir. Doğa karmaşık şehir yaşamından daha yalındır. Zaten hayatının ilkelerinden biri de basitliktir. Thoreau medeniyet ilişkilerinden uzak durma amacına rağmen siyasi gelişmeler karşısında duyarlılığını yitirmemiştir. Politikaya hususi bir ilgisi vardır. Kaldı ki, bizzat annesi ve kız kardeşi kölelik karşıtı muhalefetin aktif bir parçasıdır. Dönemin hâkim politik söylemlerinden biri ve belki de en önemlisi anarşizmdir. Anarşist siyaset söylemi kendi içinde bağlantılı iki kümeye ayrılmıştır. William Lloyd Garrison’ın önderliğindeki hareket, köleliğe dayanak oluşturan kilise, devlet, basın ve ordu gibi kurumları doğrudan hedef tahtasına oturtuyor, mevzubahis kurumların gerektiğinde şiddetin de devreye sokulabileceği kitle eylemleri vasıtasıyla ortadan kaldırılabileceğini düşünüyordu. Garrison’ın anlayışı anarşizmin şiddetle barışık hallerinden biridir. Buna göre, siyasi otoritenin örgütlü şiddeti ancak bir başka şiddet odağı tarafından etkisizleştirilebilir. Karşı çıkılan siyasi ve dini kurumları ayakta tutan etmen şiddet olgusunun kendisidir. Şiddet siyasi iktidarın temeli addedilince örgütlü muhalefetin şiddete yönelmesinin meşru zemini de böylece yaratılmıştır.

Anarşist siyaset teorisinin şiddetle yıkanmış biçiminin karşısında ise kitle eylemlerinden ziyade bireysel eylemleri ön plana çıkaran, yönetimin büsbütün devrilmesindense insanlık ihtiyaçlarına göre daha iyi bir şekle büründürülebileceğini düşünen Nathaniel P. Rogers’ın başını çektiği ikinci bir anarşist grup yer almaktadır. P. Rogers, Garrison’ın şiddet kullanarak eylem koyma ve sonuç alma yönteminin kölelik karşıtı hareketleri kurumsallaştırabileceği kaygısını taşımıştır. Rogers’a göre, devrimci şiddet hâkim iktidar kurumlarını yıksa da yerine bu kez kendi kurallarına uygun başka kurumlar inşa edecektir. Oysa insan kurumların pençesinde olduğu için özgür olamıyordur. Yönetimin insani esaslara göre düzeltilebileceği inancında olan Rogers, yeni bir sistemin eskinin cemaat ilişkilerinin başka biçimlerde kodlanması ile değil, bireylerin bu cemaatlerden büsbütün kurtulmasıyla mümkün olduğunu düşünmektedir. Bir tür doğa filozofu olan, aşkıncılık heveslisi Thoreau’nun bu yaklaşımdan etkilenmemesi işten bile değildir.

Thoreau şiddetle arasına mesafe çeken, kitleden farklı olarak bireyi eksen alan, devrimin hemen şimdi gerçekleştirilmesinden ziyade zamana yayılmış şeklini savunan ikinci gruba daha yakın hissetmiştir kendisini. İlk kez 1849’da yayımlanan “Sivil İtaatsizlik” adlı yazısında bu tercihini şöyle izah eder: “‘Yönetimin’ tümüyle ortadan kalkması için uğraşanlardan farklı olarak, yönetimin bir an önce ortadan kalkmasını değil, bir an önce daha iyi bir yönetimin ortaya çıkmasını istiyorum”. Thoreau Amerikan siyasetinin önemli bir bileşeni olan 1840’ların reformist söylemine yakın düşer, bu yaklaşımı ile. Ne var ki, sistemin daha iyiye doğru yol almasını yönetim olgusunun ortadan kaldırılmasına değin genişlettiği için de reformist söylem(ler)den ayrılır: “Yönetimin en iyi biçimi hiç yönetmeyen bir yönetimdir”. Kölelik karşıtı muhalefetin siyasi ilgisi “yönetim” mekanizmasına kilitlenmiştir. Thoreau’ya göre, kötülüğün kaynağı ve taşıyıcısı siyasi yönetimden başkası değildir. Üstelik kötülük insanlara da bulaşmıştır. Kötülüğün iyilikle yer değiştirebilmesi, insanların kötülükten arınabilmesi için yönetime müdahale etmek elzemdir. Müdahale nasıl gerçekleştirilecektir? Thoreau, “en iyi yönetimin en az yönetim” olduğunu düşünür. Daha iyi ölçülerde örgütlenmiş yönetimin işlemesiyle birlikte “en az yönetim” zamanla sıfır noktasına ulaşacak ve nihayet kendisini ortadan kaldıracaktır. Şunu da kaydetmek gerekiyor ki, Thoreau politik dönüşüm sürecini yöneten-yönetilen ikiliğinden hareketle düşündüğü için sivil sözcüğü ile tekmil yönetime tabi olanları kast etmek istemiştir. İktidara maruz kalan, onun otoritesi gereği kimi davranışları (vergi verme, askere gitme vb.) yapmak zorunda olan tüm toplumsal kesimler sivilleri oluşturmaktadır.

Thoreau’nun zımnî olarak reformist ama aynı anda anarşist hatlarda konum almasının nedeni kuşkusuz yalnızca şiddet meselesi değildir. Şiddetten daha önemli olan sorun, toplum ve birey ilişkisidir. Thoreau’ya göre devlet toplumu değil, bireyi temel alarak işleyen bir “makine”dir. İnsanlar zamanla bu makinenin “kulu” olmuştur. Ruhsuzlaşarak ona benzemiş, makinenin parçası haline gelmişlerdir. “Haksızlık” edimi, makine devletin doğası gereğidir. İktidar kurucu temellerini, bu temellere içkin ahlaki söylemlerini unutmuştur. Eylemlerindeki ahlaksızlığın nedeni bu politik unutkanlıktır. Devletin varlığının devamlılığını “yap-yapma” buyrukları tesis etmektedir. Düzeneğin dönüştürülmesi toplumsal olanın değil, bireysel olanın dönüşümü ile mümkün kılınabilir ancak. Lakin birey politik dönüşüm sürecine nasıl eklemlenecektir? Thoreau tıpkı vergi toplama hususunda olduğu gibi “otoriteyle karşılaşma” anlarında bireyin otoritenin “yap dediği” şeyi yapmaması gerektiğini öne sürer: “Artık bu makineyi başımızdan atalım!” Thoreau bu düşüncesini bizzat (o vakitler “kelle vergisi” adıyla anılan vergiyi ödemeyi reddederek) uygulamaya dökmüş, bunun neticesi olarak da tutuklanarak cezaevine kapatılmıştır.

Ezcümle siyasi yatırım topluluğa değil, bireye yöneliktir. Bireyin kurtuluşu topluluğun da kurtuluşu demektir. Thoreau neden şiddete ve eşanlı olarak topluma mesafe alma gereği duymuştur? Thoreau (Platon’u çağrıştırırcasına) kitlenin hakikatle ilişkisini sorunlu addeder: “Çoğunluğun egemen olduğu bir yönetim hiçbir durumda hakikat üzerine kurulamaz”. Demokrasinin “oy verme” pratiği Thoreau’ya göre, bir tür “kumardır” ve “doğal olarak bahis eşlik eder” bu oyuna. Kitlenin herhangi bir kanaati hakikat düzeyine taşımasının nedeni hakikatle ilişkilenmesinden çok, “fizik gücüyle” ilişkilidir. Burada fizik güç siyasi-ahlaki hakikatleri gölgeleyerek çarpıtma gücüne de sahiptir. Kitleye bu nedenle asla güvenilmemelidir. Thoreau’ya göre, “yığınların eylemlerinde erdem” bulunmaz. Kitle oy kullanarak köleliği ortadan kaldırılmaya niyetlendiği anlarda dahi erdemden uzaktır çünkü “ya köleliği artık pek umursamadığı ya da oylarıyla varlığını yitirecek pek az köle kaldığı için” oy kullanmıştır. Zaten böylesi bir zihniyet gereği oy kullandığı için de gerçek manada kölekitlenin kendisidir. Thoreau demokrasi karşıtı yaklaşımıyla da reformist politika ile yollarını ayırır. Yönetimin en az olana doğru kaydırılması, hayatın en iyiye yükseltilmesi sürecinde seçilmiş ve atanmışların, kısacası demokratik usullerce iş görenlerin yapabileceği bir şey yoktur. Birey karşılaştığı haksızlıkları bizatihi eylemine başvurarak ortadan kaldırma yolunu tutmalıdır. Beri yandan, birey eylemi sayesinde yönetimin parçası (suç ve kötülük ortağı) olmaktan sıyrılarak devletin menzilinden çıkar.

Thoreau’ya göre, “iyinin ve kötünün ne olduğuna” kitlenin kanaatinden, yönetimin kararlarından hareketle varılamaz. İyi ve kötü arasındaki ayrıma “kul”, “köle” hatta “yurttaş” olmadan önce insan olma vasfına sahip olan kişi karar vermelidir. İyiliği kötülükten ayıran asli ölçüt, kişilerin içlerinde taşıdığı vicdandır. Haksızlığa maruz kalmak vicdanı yaralar. Vicdan sivil itaatsizlik eyleminin kalbinde yer alır. Bireysel eylemde vicdan bir pusuladır adeta. Kişinin otoriteyle karşılaşması akabinde başvuracağı yegâne güvenilir şubedir. Ayrıca vicdan yasaların yasası olarak her türlü yasanın da üstündedir. Otoritenin sesi ile vicdanın sesi çatışma haline girdiğinde (ki genellikle bu olur) birey tereddütsüz şekilde kendi vicdanının sesini dinlemelidir. Lakin şu var ki, dünyevi yasanın sesine kulak vermeyip kendi vicdanına kulak kesilen kişi, iktidarın yasasını çiğneyen bir “suçlu” olacaktır. Herhangi bir haksızlığın ifşaatında “suçluluk” etiketi sivil itaatsizliğe başvurmuş kişinin imtina edeceği bir vaziyet değildir. Bilakis suçlu olma hali eylemin doğası gereği kabullenilmesi gereken bir sonuçtur.

Vicdana atıfta bulunularak gerçekleştirilmiş eylem iktidarın yasasını askıya alır. Sivil itaatsizliğin stratejik boyuttaki en önemli olan amaçlarından biri “yasayı çiğnemektir”. Birey yasayı çiğneyerek, “devlete olan bağlılığını” kendi iradesi ile keser. Ne var ki, yasanın çiğnenmesi suç teşkil ettiğinden cezalandırılma pratiklerine maruz kalmak kaçınılmazdır. Kişi otoriteyi sıfırlayan tanımama eyleminin neticesi olarak hapishaneye kapatılmayı göze almıştır. Thoreau hapishane kurumunu iktidarın korku ve sindirme mekânları olmaktan çıkararak iyi ve vicdanlı insanların barınacağı “sıcak yuvalar” olarak yeniden anlamlandırır. Ayrıca yönetimin açmaza gark edilmesinde bir uğrak olarak hapishane önemli bir işleve sahiptir. Devlet kişinin “düşünsel ve ahlaki kavrayışına karşı çıkamaz”. Cezalandırdığı nesne kişinin vicdanından, düşünce ve ahlaki anlayışından ziyade “et, kan ve kemik yığınından” ibaret olan gövdesidir. Bir kez çiğnenmiş yasanın tedavülden kalkması için hapishanelerin bu suçu işlemiş kişilerle dolup taşması gerekir. Suç işlemenin genelleşmesiyle birlikte hapishaneler daha fazla suçluyu fiziken kaldıramaz hale gelir. Kurumun tıkanmasından ötürü iktidar zorunlu olarak haksızlık vesilesi yasayı yürürlükten çeker. Yasanın ortadan kaldırılmasıyla birlikte “haksızlık” sebebi uygulama da giderilmiş olur. Thoreau’nun sözünü ettiği daha iyi bir yönetimin yolu süreklilik sergileyen yasa çiğneme, hapishanelere kapatılma eylemleri sayesinde mümkündür. “Barışçıl devrime” giden yol da budur: “Uyruk bağlılığını reddetmiş, görevli de görevini bırakmışsa devrim başarılmış demektir”. Sivil itaatsizlik şiddete yönelmeden, salt yasaya karşı gelmeyi almıştır gündemine. Ayrıca Thoreau sivil itaatsizliği verili anayasanın eksikliklerini telafi etmesi açısından hayırlı bir eylem biçimi olarak görmüştür. Eylem otoriteye uyguladığı basınç nedeniyle yasa koyucuları ve devlet adamlarını yasanın başlangıcındaki kuruluş mantığını sorgulamaya teşvik eder. Mantık bir kez sorgulandıktan sonra, yasayı delecek olan çatlak da yaratılmış demektir.

SİVİL İTAATSİZLİK PRATİKLERİ

Thoreau’nun eylem tasavvuru yaşadığı dönemde pek ilgi görmemiş, ancak yirminci yüzyılın başında keşfedilebilmiştir. Bu gecikmiş keşifte teorisinin çerçevesine çok fazla dokunulmamış ama muhtevasında yapısal değişikliklere gidilmiştir. Özellikle “kitlesellik” meselesinde… Sivil itaatsizlik bireysel bir eylem olmaktan ziyade bir yığın hareketi şeklinde temellük edilmiştir. Bu odak kaymasına rağmen teorinin eylemle birlik tesis etmesi, üstelik sonuç alması açısından kıymetli bir siyaset deneyimi olmuştur. Thoreau’nun yazısı 1900’lerin başında İngiltere’de yayımlanır. O sıralar hukuk öğrenimi gören Mahatma K. Gandhi yazıdan adeta efsunlanmıştır. Gandhi mezun olduktan sonra Hindistan’a döner ve Hintlinin Kanaati (Indian Opinion) adlı bir gazete çıkarır. “Sivil İtaatsizlik” bir manifesto olarak 1907’de gazetede yayımlanır ve büyük ilgi görür, özellikle de öğrencilerden. Yazı etrafında sürdürülen mülahazalar kısa bir süre sonra otorite karşıtı kitlesel eylemlere dönüşür.

Sözgelimi Güney Afrika Hükümeti o dönemde Hintli işçilerin ve zencilerin sınırlardan geçişlerini yasaklayan bir kanun çıkarmıştır. Kanunu ihlal edenler hapisle cezalandırılacaktır. Bunun üzerine Gandhi binlerce kişilik bir kitleyle sınırı aşma, “yasayı çiğneme” kararı alır. Ardından Güney Afrika’dan tekrar ülkeye dönüş gerçekleştirilir. Dönüş sonrasında kitlesel olarak tutuklanır ve hapse atılırlar. Tutsak yakınlarının perişan olmamaları için “Tolstoy Çiftliği” adını verdikleri yardımlaşma-dayanışma cemiyetleri örgütlenir. Sınırları ihlal eden ve hapishanelere doldurulan kitle o kadar çoğalır ki, cezaevleri bu insanları kapatmakta kifayetsiz kalır ve geçiş yasağı yürürlükten kaldırılır. Sivil itaatsizlik eylemi böylelikle Hindistan’daki ilk zaferini kazanır. Beri yandan, Thoreau’nun teorik tespiti kendisini fiiliyatta teyit etmiştir. Hindistan’daki sivil itaatsizlik hareketi zamanla güçlenir. İtaatsizlik kapsamında meşhur “Tuz Yürüyüşü” gerçekleştirilir. İngiliz sömürgeciliği Hindistan’da tuz üretimini yasaklamıştır. İçinde Gandhi’nin de yer aldığı kitle denize doğru yürüyüşe geçer. Denize vardıklarında Gandhi bir bardak deniz suyunu buharlaştırarak bundan tuz elde eder. Yasak bu sembolik eylemle delinir. Kitle amaçlanıldığı üzere tutuklanır. Ama kısa bir süre sonra üretim hakkı yeniden elde edilir.

Gandhi eylemi “pasif direniş” olarak da adlandırmıştır. “Pasif” ifadesi şiddetin eylem dışında tutulduğuna göndermede bulunur. Kitle eylem sürecinde politika olarak şiddete değil, Gandhi’nin ifadesiyle “hakikate tutunmuş”tur. Her ne kadar eylem şiddet içermeyen bir içeriğe sahip olsa da, siyasal iktidarlar tarafından çoğu zaman şiddetle mukabele görmüştür. Bunun hazin öneklerinden biri 1919’da Hindistan’da gerçekleştirilen Amritsar Katliamı’dır. İngiliz askeri güçleri pasif direniş esnasında kitleyi fütursuzca taramış, bu esnada 319 kişi hayatını kaybetmiş, yüzlercesi de yaralanmıştır. Buna rağmen Gandhi öncülüğündeki hareket pasif direnişten vazgeçmemiş, ısrarları zamanla sonuç vermiş, Hindistan Haziran 1948’de bağımsızlığına kavuşmuştur. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin silahlı yöntemler dışında da mümkün olduğunu sergileyen bir deneyim olarak tarihteki yerini almıştır.

Walter Harding’in belirttiği üzere sivil itaatsizlik yalnızca Hindistan coğrafyasıyla sınırlı kalmamıştır. İtaatsizlik eylemi, II. Dünya Savaşı’nda Nazi işgali altındaki Danimarka’da anti-faşist hareket tarafından da hayata geçirilmiştir. Naziler Yahudilerin diğer topluluklarla karışmaması için kıyafetlerinde “altı ucu” olan “sarı bir yıldızla” dolaşmalarına dair bir yasa çıkarmıştır. Ertesi gün Danimarka Kralı Christian da dâhil olmak üzere tüm halk sırtında sarı bir yıldızla sokağa çıkmış ve yasa ihlal edilerek, işlemez hale getirilmiştir. Keza Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı protesto eden kitlelerin yerleşke ve fakülte işgallerini, boykot eylemlerini vb. de sivil itaatsizlik olarak değerlendirebiliriz.

Sivil itaatsizlik eylemleri bugün metropol ve çevre ülkelerde trafik ve yol kapatma, vicdani esaslarla askere ve savaşa gitmeyi reddetme, kamuya açık alanlarda kitlesel olarak oturma gibi pasif usullerle çeşitli şekillerde devam ettirilmektedir.

KÜRT HAREKETİNİN EYLEMİ SİVİL İTAATSİZLİK MİDİR?

Buraya kadar anlattıklarımız doğrultusunda Kürt hareketinin eylemlerini sivil itaatsizlik olarak değerlendirmek mümkün mü? Kimi açılardan mümkün ama kimi açılardan değil. Elbette şu gerçeğin farkındayım: Teorinin gömleği hayata umumiyetle dar gelir. Ama işte bariz birtakım olgular varsa da bunların ortaya çıkarılması gerekmektedir. Siyaset başlı başına bir kurma, inşa etme faaliyetidir; teori ise tam tersine bir tür bozma-yıkma işlemidir. Teorinin filtresinden geçirdiğimizde Kürt hareketinin sivil itaatsizlik eylemlerinin fazlasıyla “biçimsel” olduğu kanaatindeyim. Biçimsellik tespitini “noksanlık” anlamında dile getirmiyor, ayrıca bunu eylem tarzına tepeden bakmak, dudak bükmek için kullanmıyorum. Süreç içinde kendi yatağını bulması, boşluklarını kapatarak içeriğini muhkemleştirmesi her zaman mümkündür. Naçizane temennim de bu yönde zaten.

Kürt hareketinin eylemi ile bir siyaset pratiği olarak sivil itaatsizliğin -teorik düzeyde- kesiştiği nokta, şiddetten imtina edileceğinin belirtmesidir. Zaten oturma pratiğini saymazsak, eylemin sivil itaatsizlik olarak nitelendirilmesinin asli nedeni de bu. Elbette derinleştirilmesi hatta bir kültür haline getirilmesi gereken önemli bir siyasi niyettir bu. Bunca olup bitenden sonra “taşsız ve sopasız” siyaset yapmaya hakikaten ihtiyacımız, dahası “hakkımız” var. Öte yandan, bu eylem tasavvurunun siyasal iktidarın hâkim söylemini dönüştürmeye muktedir bir mahiyeti var. Şunu söylemek istiyorum: Her türlü muhalefeti şiddet vurgusundan hareketle ters köşeye yatırmaya çalışan bir siyasal iktidar karşısında, Kürtlerin sivil itaatsizlik eksenli eylemleri iktidarın söylem mekanizmalarını işletemez kılma potansiyeline sahip. Çadırlara sergilenen “tahammülsüzlüğün” de bu durumla ilişkili olduğu kanısındayım. Eylem esnasında kamusal düzene hasar verilmeyeceği, kişilerin hak ve özgürlüklerinin gözetileceği, hiçbir surette şiddet kullanılmayacağı beyan edilmesine (şimdiye kadar aksi gerçekleşmedi) rağmen iktidarın eyleme gerek fiziki gerekse sembolik-dilsel şiddetle mukabele etmesi nasıl açıklanabilir? Şiddetten sakınılması ve bunun hasbel kader uygulamaya dökülmesinin siyasal iktidarda yarattığı telaşa dair düşünmek lazım. İktidarın maskeleri bu tarz içinde kalınarak da düşürülebilir mi acaba?

Bu soruları akılda tutarak yeniden teorik bahse dönmek gerekirse şiddet kullanmama hassasiyetini göz önüne aldığımızda eylemliliğin sivil itaatsizlik olarak değerlendirilmesinde herhangi bir beis yok. Fakat bir adım attığımızda başka bir gerçeklikle karşılaşırız. Hem Thoreau’nun hem de Gandhi’nin sivil itaatsizlik anlayışlarında şiddete büsbütün mesafe almak gerekmektedir. Bu mesafe alış ahlaki (“analar ağlamasın”, “akan kan ve gözyaşı dursun” gibi) tercihlerin tezahürü de değildir üstelik. Eskilerin siyaset jargonuyla söylemek gerekirse sivil itaatsizlik, iktidarın dönüştürülmesini hedefleyen politik bir stratejidir. Şiddete karşı çıkmak başka, imkân dâhilinde olmasına rağmen onu kullanmama başka bir şeydir. Birincisi ahlaki ve bu yüzden de gelip geçici, ikincisi ise politik bir tercihtir. Yani yukarıda açmaya çalıştığım üzere sivil itaatsizlikte şiddet stratejik olarak devre dışı bırakılmıştır. Yasa çiğneme ve ardından cezaevine kapatılma da bu stratejinin bir parçasıdır. Kürt hareketi ise itaatsizlik eylemine taktik bir anlam yüklemiştir. Üzerinden atlanılmayacak önemli bir husustur bu da. Bu taktiğe göre siyasi yönetimin daha aza ve nihayet sıfıra doğru ötelenmesi değil, eksikliklerinin kapatılması amacı güdülmüştür. Cumhuriyet’in noksanlığını doldurma niyeti vardır altta. Bu çabanın önemsiz olduğunu söylemek istemiyorum. Teorinin siyaseti huzursuz etmesini de, ayrıca kıymetli buluyorum ama. Öyle ise bir huzursuzluktan daha söz edip bu meseleyi kapatayım: Türk ve Kürt kavimlerini askerlikten ve eşanlı olarak gerillaya katılımdan soğutma suçunu işlemek pahasına da olsa şunu kaydetmek gerekli ki, herhangi bir eylemin sivil itaatsizlik olabilmesi için -teorik olarak- silah altına alınmaya direnme, ölme ve öldürme ilişkisine tabi olmama, vergi ödememe, hülasa dünyevi yasaların ihlali gibi anti-otoriter bir mahiyetinin bulunması olmazsa olmazdır. Bu anti-otoriterliğin kaynağında her şeyden önce vicdan öğesi yer almalıdır. Kürt hareketinin eylemleri kolektif ve bireysel vicdandan farklı olarak merkezi düzeyde alınan bir kararın yansıması olarak uygulamaya dökülmüştür. Dolayısıyla vicdan bahsinden hareketle de eylemi sivil itaatsizlik olarak tanımlamak sıkıntı arz etmektedir.

Sivil itaatsizlikte -Kürt hareketinde olduğu gibi- siyasal iktidardan “talepte” bulunulmaz. Talepte bulunma demokratik mücadelenin bir parçasıdır ama her talepte bulunma edimi sivil itaatsizlik demek değildir. Kaldı ki, itaatsizliğin gerçekleştirilebilmesi için ortada yasanın bulunması şarttır, en azından teorik açıdan. İlla sivil itaatsizlik olarak adlandırılması icap ediyorsa buna “pasifin pasifi” bir eylem demek bence daha doğru olacaktır. Bu açıdan baktığımızda sivil itaatsizlikten daha “barışçıl” bir eylem biçimidir. Yanlış anlaşılmasın, insanlara haksızlıkları ifşa ederken suç işleyip de hapishaneleri doldurmalarını salık vermek istemiyorum. Bunlar yaşanmadan da haksızlıklarla mücadele etmek mümkün. Kaldı ki, günümüzde “terör” gibi plastik bir suçlama unsuru varken, Thoreau’nun sözünü ettiği –bence ziyadesiyle naif olan— suçlu-olmanın temelleri de büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Suçlu olmak başka, “terörist” olmak başkadır. Suçlu imgesi kamunun nazarında sevimli ve bu nedenle de cazip olabilir ama “terörist” imgesi için bunu söylemek zor. “Terörist” suçluların suçlusu olarak korku-dehşet-canavarlık imgesidir. Anti-otoriterlik gereği “Hepimiz suçluyuz” belki denebilir ama “hepimiz teröristiz” demek bugünlerde çok mümkün görünmüyor. Suçlu imgesinin “içi” hukuki açıdan neredeyse doludur mesela cinayet işlenmiştir, cezası da şu kadar yıldır ama “terör” imgesi maalesef hala boş bir gösterendir. Bunun yardımı var, yataklığı var, sözcülüğünü yapması, “terör” örgütüyle aynı niyeti paylaşması var… Malum boş gösteren her türlü gösterilenle doldurulabilir. Bunun yakın Kafkaesk örneklerinden biri Ahmet Şık davası…

Thoreau’dan esinle konuşmak gerekirse, Erdoğan’ın “sivil” sözcüğü üzerinden meseleye yaklaşımı da kökten yanlıştır. Yanlış kuşkusuz sözcüğün “yerli anlamı” ile ilişkili. “Bunların neresi sivil Allah aşkına” diye sormak, “bunlar teröristtir” demekle aynı kapıya çıkar. “Terör” kavramının içini dolduransa malum “şiddet” şerbetidir. “Yapışkanlığı” ifade etmesi açısından şerbet mecazını kullanıyorum. Sivil sözcüğünü ve bu adı kendilerine uygun gören eylemcileri şiddetle şerbetleyerek, eylemi itibarsızlaştırma yolunu tutmuştur Erdoğan. Eylemin itaatsizlik değil, “iradesizlik” olduğunu da düşünüyor üstelik. Eylemden duyulan endişenin üstesinden gelebilmek için eylem içeriksizleştirilmeye, buradan hareketle de boşa çıkarılmaya çalışılıyor. Oysa ters açıdan baktığımızda bu pederşahi tavrın kendisinde “sivillere” karşı bir şiddet yok mu? Söz konusu devletsel şiddetin yalnızca Kürtlere karşı uyguladığını da düşünmüyorum. Kendi söylemsel yörüngesinin dışında duran herkese (genel anlamıyla “yurttaşlara”) karşı, bir baba otoritesi kılığında zuhur eden devletin gürleyen-azarlayan sesidir bu. Sivil kavramını şiddet ve terörle irtibatlı kılma tutumu, BDP eşittir PKK denklemin doğal bir sonucudur aslında. Bu eşitlik ilişkisini gerek reel politikada gerekse dilin kendisinde kesinlikle bozmak gerekiyor. “İşbirlikçi ve hain Kürt” söyleminin arka yüzünde, devletin “bölücü ve terörist Kürt” söylemi var. Kavmî anlamda Kürtler bu iki imge arasına sıkışıp kalmışlardır. Karşılıklı olarak birbirlerini besleyen bu imgeleri anti-otoriterlik temelinde aşındırarak işlemez hale getirmek, bir ilk adım olarak çözüme giden yolda belirleyici olabilir.

Bu arada Kürtler sahiden sivil midir? Kürtler devletin yönetim anlayışına maruz kalmış, bu süreçte türlü haksızlık ve eziyete uğramış, Thoreau’nun ifadesiyle “vicdanı yaralanmış” bir topluluktur. Tam bu nedenle de daha baştan sivildirler. Demokratik usuldeki tüm direnişleri de Türklük-merkezli inşa edilmiş üniter medeniyete yönelik sivil ve medeni tarzda bir karşı çıkıştır.

Kaynakça:

H. David Thoreau / Mohandas K. Gandhi, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, çev: C. Hasan Arslan / Fatma Ünsal, İstanbul, Vadi Yayınları, 1999.

Şahin Uçar, “Henry D. Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik Görüşü ve Otoriteye Karşı Çıkış Biçimi”, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş içinde. s. 9–17.

Şükrü Argın, “Yurttaş İradesinin Millileştirilmesi”, Mesele, sayı. 45. s. 2–5.

Walter Harding, “Sivil İtaatsizlik’e Giriş”, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş içinde, s. 23–40.


*“Yerli anlamın” dışına çıkabilmek için sözcüğün etimolojisine göz atmakta fayda var. Mete Tunçay John Locke’ın Civil Government adlı çalışmasını Uygar Yönetim başlığıyla tercüme etmiştir. Tunçay çevirmen notunda neden “sivil” sözcüğü yerine “uygar” sözcüğünü kullandığını açıklar. Tunçay’ın izahını özetleyeyim. Sivil sözcüğü İngilizceye Latinceden intikal etmiştir. Kök olarak civitas sözcüğünden türemiştir. Latincede civitas kent-şehir anlamına gelir. Civitas kavramı Antik Yunan’ın kente karşılık gelen polis’i ile de irtibatlıdır. Kent merkezli yaşam biçimini olduğu kadar “siyasal toplumu” ifade etmek için de kullanıldığı söylenebilir. Civitas kavramı yine İngilizce civilization (uygarlık) kavramının da kökeninde yer alır. Her ne kadar Mete Tunçay çevirisinde uygarlık kavramını kullanmış olsa da, kavram civilization sözcüğünün anlamını tam olarak yansıtmakta yetersizdir. Zira civilization ile kast edilen anlam doğrudan şehir yaşamı, bu yaşamın temeli olan siyasallaşmış toplumla ilişkilidir. Arapçadan Osmanlıcaya girmiş olan “medeniyet” kavramı şehir bağlamını karşılamada “uygarlık” kavramından daha münasiptir: Bir kent olarak Medine’nin etrafında dönen ilişkilerin toplamı olarak medeniyet. Thoreau’nun metnindeki sivil sözcüğünün de medeniyet ve kent yaşamıyla yani örgütlü siyasal toplumla bağlantısı var. Tam bu nedenle Thoreau’nun yazısının “Medeni İtaatsizlik” olarak da tercüme edilebileceğini düşünüyorum. Beri yandan, yaşam hikâyesine baktığımızda, yazının başlığını Medeni İtaatsizlik’in yanı sıra, pekâlâ Medeniyete İtaatsizlik olarak da çevirmek mümkün. Eylemin maksatlarından biri “insan işi” yasalarla işleyen medeniyete karşı çıkmaktır. Kaldı ki, Thoreau metninin ilk halini 1848’de, “Resistance to Civil Goverment” (Medeni Yönetime Direniş) başlığı altında bir manifesto olarak okumuştur. “To” edatının gösterdiği üzere direniş medeniyete yöneliktir. Thoreau doğrudan siyasal toplumla ilişkili olan vergi ve zorla askere alım ilkelerine karşı çıkmak üzere sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirmiştir. Sivil kavramını itaatsizlik bağlamında kullanırken bu anlamların akılda tutulması şarttır.