İstanbul'un Orta Yerinde Bir Direnişçi Kadın: Türkan Albayrak

Paşabahçe Devlet Hastanesi’nin bahçesinde bir kadın günlerdir zulme karşı tek başına direniyor. Türkan Albayrak taşeron bir firmaya bağlı bir temizlik işçisi. Öte yandan Albayrak Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş sendikasında örgütlü mücadele sürdüren bir kadın. Sürdürdüğü sendikal mücadele hastane yönetimi ve çalıştığı taşeron firmada bir hayli sıkıntı yaratmış olmalı ki, Albayrak’a karşı yönetim ve firma ittifakı kurulmuş. İmzalaması üzere içinde “ihbar, kıdem tazminatlarımı aldım, yıllık izinlerimi kullandım” yazılı süreli bir “sözleşme” sunuluyor Albayrak’ın önüne. Lakin sözleşme özlük haklarının gaspı üzerine hazırlanmış. Sendika klasik bir Türk-İş jestiyle işverenden yana taraf alarak işçilerin sözleşmeyi imzalaması gerektiğini telkin ediyor. Tüm işçiler peş peşe sözleşme metnini imzalamak zorunda kalıyorlar. Sözleşmeyi imzalamayan on işçi kalıyor geriye. Türkan Albayrak kalan on kişinden biri. Bir taraftan sendika bir taraftan taşeron firma temizlik emekçisi Albayrak’ı kıskaç altına alıyor: “imzalamazsan işten atılırsın!” Ne var ki, Albayrak kendisine dayatılan “süreli sözleşmeyi” imzalamak istemiyor. Sen misin “istememe” cüretini gösteren! Gözünün yaşına bakılmadan palas pandıras işten çıkarılıyor. Kalan dokuz kişi işten çıkarılmıyor. Çünkü Albayrak Tekel işçilerinin direnişinden esinle bahçede bir çadır kuruyor. Çadır kurarak direnmenin bir başka gerekçesi daha var ama: “bir kadın olarak dışarıda uyumak zor. Hiç değilse çadırda uyumak daha güvenli”.

Hastane yönetimi işten çıkarmanın gerekçesini şöyle açıklıyor: “verilen işi yapmamak, yapmamakta ısrar etmek”. Madalyonun öte tarafına baktığımızda, yani verilen işin “ne olduğunu” merak ettiğimizde zorbalığın, angaryanın, suiistimalin tablosuyla karşılaşıyoruz. Albayrak bir röportajında kendisi gibi olan temizlik işçilerine “verilen işleri” sıralıyor: “Bizlere her türlü işi yaptırıyorlardı. Taşıma, bulaşık yıkama, yemek taşıması, doktorlara ve hemşirelere yemek taşıma, alış verişe gitme, hastaneyi su bassa boşaltma gibi akla gelebilecek her işi yaptırıyor hastane yönetimi. Biz sadece hastanede ameliyat yapmıyoruz, onun dışında her şeyi yapıyoruz. Gece nöbete kalan arkadaşlarımız, hiç yetkisi olmadığı halde, yapmaması gereken hastanın serumunu değiştirmek, ameliyata hazırlanan hastanın lavmanını yapmak, hastayı ameliyat masasından almak gibi işleri yapmak zorunda kalıyor”. Verilen bu “işleri yapmadığı” gerekçesiyle işine son veriliyor.

Bunun üzerine Albayrak, sözleşme maddelerinin arasında kaybolan iş hakkını geri alabilmek ama ondan da önce maişet derdinin üstesinden gelebilmek için koca bir sisteme kafa tutuyor, hem de “kadın başına”. Evvela çalıştığı hastanenin bahçesinde bir direniş çadırı kuruyor. Kitapları, masası, gözlüğü ve oracıkta bir küçük tüp üstündeki çaydanlığıyla kapitalizmin taşeronluk kılıfındaki zorbalığına direnmeye başlıyor. Üzerine giydiği kızıl önlükteki tek cümle derdini izah etmeye yetiyor: “İşimi geri istiyorum”. Dikkat edilecek olursa burada bir trajedi var. Geri istiyorum denilen iş, iş değil zulüm esasında. Gelgelelim memleketin açlık ve yoksullukla paralanmış insanları için çalışmaktan, çalışarak zulme maruz kalmaktan başka çare yok. Türkan Albayrak’ın durumu, ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıyla emekçilerin yaşamlarının nasıl da hoyratça çarçur edildiğinin ibretlik bir örneği.

Malum Türkiye gibi ülkelerde direnmenin bir bedeli var. Üzerlerine bombalar yağdırılan Kürtler bunu bilir; meydanlarda coplanan, kurşunlanan emekçiler bunu bilir; hapishanelerde tecrit edilen siyasi mahkûmlar bunu bilir, kocalarının tekmelerine tokatlarına karşı koyan kadınlar bunu bilir… Direnenlere hayat zindan edilir, kan kusturulur. Zira direnmek devletlû hazretlerinin “otoritesine” yapılmış bir saygısızlıktır her şeyden önce.

Otorite sözleşmeleri, maddeleri, yasaları vasıtasıyla “itaat” talebinde bulunur. Burada “istemiyorum” demeye yer yoktur. Fakat istemiyorum haleti ruhiyesinde cisimleşen direniş, otoritenin saçtığı korkuya rağmen bir itaatsizlik çağrısıdır. Direnmenin statüko nezdinde skandal niteliğinde olması, bu yüzdendir. İstemiyorum, kabul etmiyorum demek küstahlıktır! Sadakatsiz ve küstah direnişçileri dize getirmek için baskı, şantaj, gözaltı, işkence, tehdit gibi direniş kırma yöntemleri bir biri ardına yürürlüğe sokulur. Tüm bunlarla anandan emdiğin sütü burnundan fitil fitil getirmeye çalışırlar. Bu işin icraatında da epey bir ustalaşmışlardır. Lakin kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek de direnişlerin, direnişçilerin mayasındandır.

Günler çadırda sürdürülen “tek kişilik” direnişle bir biri ardına akıp gider. Bu esnada otoritenin tahammül sınırı aşınmaya başlar. Bu kadın fazla oluyordur artık! Kalkıp evine, çocuklarının yanına gitsene kadın homurtuları, galiz bir öfkeye dönüşecektir bir süre sonra. Ve neden sonra Albayrak’ın çadırı şafak vakti yaklaşık kırk kişilik bir polis ve zabıta ekibi tarafından basılır. İnsanın en savunmasız, uykunun yarı ölüm olduğu bir vakitte, sabah serinliğinde karanlığın içinden çıkıp gelirler. “Yasadışı bir örgütün hücresine” operasyon düzenleniyordur adeta. Bu memleketin güvenlik güçleri ne vakit baskınlar düzenleneceği hususunda uzmandırlar. Çadır talan edilir: “Koynumuzu usul-usul yoklayıp, aradılar, didik-didik ettiler/ Tespihimi, tabakamı alıp gittiler”. Çaydanlık devrilir, gözlüğe el konulur, kitaplar toplanır, pankartlar sökülür… Hücre çökertilir.

Albayrak kan kustum ama kızılcık şerbeti içtim demeye devam ederek çadırını yeniden kurar, zira “çadırım evimdir” der: “İşte ben tüm işçi arkadaşlara, burada sadece işten çıkartılanlara değil, hür türlü ezilene bir mesaj vermek, bir tepki koymak için de burada gece gündüz mücadele ediyorum. Eve gidip oturmak çözüm değil. İşe geri dönünceye kadar eylemimi sürdüreceğim”. Eve dönmektense, memleketçe unuttuğumuz bir şeyi, yani evin dışında bir yerlerde tepki koymayı hatırlatmayı tercih ediyor Türkan Albayrak.

Bir kadın olarak evden çıkmanın zorluğuna göğüs gererek direnmeye devam ediyor, zira geçen onca güne, onca baskı ve eziyete rağmen derdine çare bulunamadı henüz: “İşimi geri istiyorum”. Albayrak’ın bu derdi yalnızca kendisinin derdi değil, bir “temsili” üstleniyor direnişiyle: insan olmanın, insan gibi yaşamanın hasreti içinde olan yoksulların, ezilenlerin, kadınların temsili. Bu temsile ama bilhassa buradaki temsile sahip çıkmalı. Kısa bir süre önce Tekel işçileri Türkiye’de hafızalarından silinen bir şeyi hatırlattı: insanlığın direnmeyle olan ilişkisini. Türkan Albayrak da, kırk günü aşan tek kişilik “kadın başına” direnişiyle bireysel ve kolektif hafızamızı direnmenin, direnmedeki insan olma ısrarının anlamıyla yeniden canlandırıyor… Mevzu direnme olunca “kazanmanın” ve “kaybetmenin” anlamı ortadan da kalkıyor.