Hannah Arendt'te Politik Sorumluluk ve Yurttaş Sorumluluğu

“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.” (H. Arendt, Vies politiques, 227-228)

Arendt’in bu sözlerinde cisimleşen temel tez, aslında onun “dünyaya karşı sorumluluk” kavramı adı altında ortaya koyduğu ve politika teorisinde kollektif sorumluluk kavramı merkezinde geliştirdiği bir yurttaş etiğidir. Bu politik etik, politikaya dışşal ya da onun parçası olan bir etik değil, kendisi politik olan bir etiktir.

Arendt’in yurttaşlık etiğinin merkezi kavramı olan sorumluluk bir yandan Aristoteles’in “philia”- dostluk kavramına referans eder, diğer yandan da Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde ortaya koyduğu “genişletilmiş zihin”, temsil edici düşünme kavramlarına dayalı olan ve yurttaş etkinliğinin özünü seyretme ve yargılama olarak tanımlayacağı Kantçı bir perspektife yerleşir. Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nin bir yeniden okumasıyla ortaya konulan bu yurttaşlık teorisi aslında Arendt’in Batı Aklı’nın karşı karşıya kaldığı “kötülük”ün kaynaklarını araştırırken analiz ettiği modern insanlık durumunun açmazlarını aşmanın araçlarını düşündüğü noktada ele geçirilebilir bir teoridir.

Arendt, modern insanlık durumunu kavramaya yöneldiğinde, Batı Ethos’unun Sokrates’ten beri tesis etmeye çalıştığı moral öznenin, evrensel ya da rasyonel ölçütlere referans ederek kendi yaşamını düzenleyecek olan ve bunu otonom iradesiyle yapacak olan öznenin, insanlığın karşı karşıya geldiği bu büyük “kötülük”e nasıl izin verdiği ve hatta bu kötülüğe katılmasının ve destek olmasının nasıl mümkün olduğunu sorarak başlar. Başka terimlerle ifade edilirse; bu ahlaksal özne, “diğeri”nin yok edilmesine nasıl izin verdi ya da bu şiddete nasıl katılabildi? Bu kötülüğün mümkün olması Arendt’e göre iki temel fenomenin göstergesidir. Öncelikle, evrensel ya da rasyonel referanslara başvurmanın bizi “iyi insan” yapması, yaşanılan dünyanın “iyi” olmasını garanti etmediği açıktır. İnsanların vicdanı, faşizmi engellemedi, hatta faşizm ve soykırım vicdanlı insanlarla gerçekleşti. Çünkü, vicdanlar kendilerini yasaya uymuş olmakla temizlediler. İkinci olarak Arendt, totalitarizm koşullarında tüm evrensel ve rasyonel referans noktalarının silikleşmesi hatta kaybolması fenomenine işaret der. İnsanlar, kendisine başvurarak düşündükleri ve yargıladıkları evrensel bir kural ya da değeri kaybettiklerinde, aslında yargılama yetilerini kaybettikleri ve onlar için artık yasaya uymanın bir düşüncesiz edim, düşünmeden, yargılamadan, değerlendirmeden yerine getirilen bir ödev haline geldiği bir durumda, her şey mümkündür. Çünkü, evrensel ve rasyonel referanslar kaybolduğunda geriye düşünmeyen irade kalır. Bu tür bir irade, kendisine kapalı, diğerine bağlanmayan, dolayısıyla ortak yaşam ilkesini diğeriyle bağıntıda değil de yasayla kendi zihnine kapalı bir biçimde yaşayan kör iradedir.[1]

Arendt’in Eichmann davası sırasında ortaya koyduğu bu analizler, onun “kötülüğün sıradanlaşması” terimi altında ele aldığı modern insanlık durumuna ilişkin tespitleridir. Arendt, “kötülüğün sıradanlaşması”nı mümkün kılan şeyin, düşünme yoksunluğu, yargılama yetisinin kaybı olarak belirler. Bu nedenle ona göre, yüzyılın yaşadığı kötülüğün açığa çıkardığı moral sorun aslında vicdanlarla ilgili bir sorun değil, ortak yaşam kipinin ortadan kalkmasıyla ilgili bir sorundur ve politik bir sorundur. Modern ahlaksal özne için zihinde kategorik olarak tasarlanan diğeri referansı, birlikte yaşanan somut diğerlerinin yaşamını güvence altına almadığına göre, şimdi yapılması gereken insanın kendi yaşam ortakları olarak diğerleriyle birlikte iyi yaşamasının koşullarını aramaktır ve bu, politik bir sorundur. Ortak yaşamın ilkeleri, paylaşılan ilkeler olmalıdırlar; bu ilkeler birlikte eylemin ilkeleri olarak hepimizin aynı haklara sahip olmasını garanti etmeliler. Çünkü müşterek yaşam alanında, politik alanda biz, inayet değil adalet istiyoruz. Bu bağlamda Arendt, birlikte eylem aracılığıyla kurulan ortak dünya idesine dayalı bir kolektif sorumluluk kavrayışı altında yurttaşlığın modalitesini ortaya koymaya yönelmektedir.

Bir anlamda yurttaşlık etiği olarak adlandırabileceğimiz bu modalitenin temel kavramı kolektif sorumluluktur. Arendt politik-kolektif sorumluluk ile moral ya da hukuksal sorumluluk kavramlarının birbirinden ayrılması gerektiğini söyler.[2] Moral ya da hukuksal sorumluluk idesi, gerçekte yükümlülük içeren bir karakterdedir ve moral ya da hukuksal suçla bağıntılıdır; bu nitelik moral ya da hukuksal zeminde sorumluluğun “diğeri” ile ilişkide değil, yasa zemininde tanımlanmasından kaynaklanır ve bu nedenle ya birey ve toplum arasında ya da birey ve ahlaksal-dinsel yasa arasında tesis edilen bir sorumluluk ilişkisidir. Oysa politik/kolektif sorumluluk, özneler arası bağıntıda tanımlanan, yani bireyin tüm diğerleriyle ilişkisinde var olması gereken, bu nedenle de söz ve eylemle görünür kılınması gereken bir sorumluluktur. Bu anlamda örneğin politik işlere katılmama, sorumluluktan uzak durma değil, sorumsuzluktur.

O halde yurttaşlık etiği, diğer insanlarla karşılaşmada temellenir, diğeri bu etikteki temel kavramdır. Çünkü politik insan, yurttaştır ve politikanın etiği ne salt bir meşruiyet problemine indirgenebilir ne de soyut bir eğilimler tespitine. Tersine politikanın kendi içinde taşıması gereken politik etik, insanların insansal dünyayı paylaşma talep ve arzularında temellenir. Politika, insanların ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir eylem olduğuna göre, politik etik bu ortaklaşa eylemde ortaya çıkar ve bu, her bir insanın dünyayı paylaştığı diğerlerine karşı ve aynı zamanda bu dünyaya karşı sorumlu olduğu kabulünde temellenir.[3] Çünkü, Aristoteles’in dediği gibi, toplum, birbiriyle denk olan ve bu nedenle her bir kişinin diğerinin “autrui”si (diğer-ben olarak diğeri) olduğu ve bu ilişki içinde her birinin diğerine ve dolayısıyla kendisi dışındaki herkese karşı sorumluluk duyduğu bir insansal ilişki formudur. Bu tür bir ilişkiyi Aristoteles, philia, arkadaşlık olarak adlandırır; philia, sitede yurttaşlar arası ilişkinin adı olarak, diyalog, eşitlik ve saygı gerektirir. Arkadaşlığın temel karakteristiği, sevgi ve dikkatin, sempati ve moral saygının, tarafların bireysel otonomi ve güçlerini ortadan kaldırmaksızın burada biraraya gelmesidir. Böylesine bir birarada oluşta insan diğerine, Arendt’in deyimiyle, kendini onun yerine koyarak davranacaktır. O halde, politik etiğin temel kavramı tıpkı politikanın temel kavramı gibi diğeridir ve diğer insanlarla karşılaşmada temellenir.

Her tür etik, bir “iyi” tanımladığına göre, politik etiğin “iyi”si nedir? Mademki politik etik, yurttaşlık etiği, dünyaya ve dünyayı paylaştığımız diğerlerine karşı sorumlulukta temellenir, o halde politik etiğin “iyi”si, insansal dünyayı daha anlamlı kılma, diğerleriyle diyaloğu, tartışmayı ve düşünmeyi korumadır. Böylece yurttaşlık etiği, bireyi kendindeki moral vicdanla değil, onu diğerleriyle ilişkisinde, dünyayla ilişkisinde yargılamayı gerektirir.

Bu sorumluluk etiği her tür politik yargının haklılığının ve her eylemin meşruiyetinin de temelidir. Yani her eylem, insanların ortaklaşa sahip oldukları, dolayısıyla intersubjektif olan ortak duyuya (sensus communis) başvurarak yargılanacaktır ve bu ortak duyu aslında ortaklaşalık üzerinde kurulu bir anlamlar topluluğudur ve ortak duyunun bildirdiği, kelimenin geniş anlamında etik olan, nihai amaç, daha anlamlı bir dünya kurmaktır.

Arendt dünyaya karşı sorumluluk anlayışını, Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde sensus communis’i tanımlama tarzına dayanarak geliştirir.

“Sensus communis kavramından, kamusal duyu idesi anlaşılmalıdır; yani kendisi içinde her bir diğerinin temsil edildiği bir düşünme formuyla ortaya konulan yargının tüm insanlığın ortak aklını taşıyacakmışçasına kurulacağı bir düşünme tarzı, eleştirel bir yeti idesi anlaşılmalıdır.”[4]

Kant’ın yargı gücü, yargılama yetisi olarak adlandırdığı bu eleştirel düşünme formu Arendt’e göre yurttaşlık modalitesinin temelidir. Başka deyişle, yurttaş, sözünün ve eyleminin kılavuz yetisi yargı gücü olan öznedir. Arendt’in yargılama, düşünme yetisine yapacağı bu özel vurgu onun Eichmann davasından çıkardığı şu sonuçla ilgilidir: Hiçbir rejim aslında o rejim altında yaşayanların gönüllü desteğiyle ayakta durmaz; hatta baskı ve korku olmadığı durumlarda bile, eğer insanlar düşünmüyor ve yargılamıyorlarsa, en barbar rejim bile varlığını sürdürebilir. Yargılamama durumu, her zaman onaylama durumu değil, çoğunlukla kayıtsızlık durumudur ve kayıtsızlık son tahlilde bir sistemle uyum içinde olmak demektir. Çünkü yargılama yetisi, iyiyi kötüden ayırma yetisi ortadan kalktığında, irade düşüncesizleştiğinde, onu kendi iyisinin aracı kılacak kudrete sahip her türlü gücün var olması ve varlığını sürdürmesi mümkün olacaktır.

Ancak, insanlığın tüm evrensel ve rasyonel referanslarını kaybettiği durumda nasıl yargılayacaklar? Arendt’e göre zaten modern insanlık krizinin kaynaklarından birisi de budur. Ortak yaşamda düşünme ve yargılamanın evrensel ya da rasyonel referanslara bağlanması, müşterek yaşamın özel yaşamın, bireysel yaşamın düzenleyici ilkeleriyle örgütlenmesi, modern insanın ortak duyuyu kaybetmesine neden olmuştur. Çünkü ortak yaşamı aşan ya da ona onun dışından gelen ilkeler, ortak yaşamda paylaşılarak tesis edilen ilkeler olmadığından, bu alana tahakküm ederek, aslında bu alanın otonom varlığını imkansız kılmışlar ve bunun sonucunda da modern insanlık krizi aslında politik alanın lağvedilmesi krizi olmuştur. Oysa, Arendt’e göre, ortak yaşamın ilkeleri, ortak yaşamın içinden tesis edilmelidirler ve ortak ilkeler olmalıdırlar.

O halde, Kant’ın sensus communis tanımında ortaya koyduğu bir düşünme ediminin, yargılama yetisinin varlığı politik alanın varlığı için de ön koşuldur. Bu, Arendt için politik alanda eylemek ve konuşmanın aslında yargılamak olacağı anlamına gelir. Çünkü yargılama yetisi, herhangi bir önceden verilmiş, kalıcı kurala ya da evrensel bir ilkeye başvurmadan, çoğulluk ve çeşitlilik durumunda, bu durumu aşan bir aşkın ilkeye başvurmadan düşünen yetidir. Bu, yargılayan öznenin, yurttaşın kendisini tek başına düşünen bir özne olarak değil, diğerleriyle birlikte düşünen özne olarak görmesi ile mümkün olacak bir edimdir ve Arendt’in kendisini diğerinin yerine koyarak düşünme olarak tanımladığı bir yurttaşlık edimidir.[5] Çünkü yurttaş, diğerleriyle bağıntı içinde bir var oluş durumudur. O halde yargılama, toplumsal bir tutumdur ya da bir anlamda kendisini ortak alanda gerçekleştiren kolektif bir düşünmedir.

Yargılama yetisi, yurttaşı bir topluluk içine sokmakla kalmaz, onu insanlığa bağlar. Çünkü yargılama yetisine eşlik eden dünyaya karşı sorumluluk ilkesidir. Burada hemen, Arendt’in sorumluluk ilkesinin sadece diğerine değil, bir çoğulluk olarak tüm diğerlerine karşı sorumluluk olduğunu ve bu anlamda yalnızca bizimle birlikte yaşayanlara karşı değil, bizden sonra yaşayacaklara karşı sorumlu olmayı içerdiğini söyleyelim. Bu nedenle sorumluluk yalnızca şimdi kategorisine bağlanmayan gelecek kategorisini de içeren bir modaliteye sahiptir. Çünkü yurttaş, yalnızca bir praksis topluluğu kurmak sorumluluğunda olan bir özne değil, aynı zamanda bu dünyayı mümkün en iyi dünya yapmakla sorumlu olan öznedir. Bu, ancak ve ancak, birlikte eylem içindeki yurttaşların her birinin kendi bakış açılarını tüm diğer bakış açılarını hesaba alarak tesis ettikleri bir ortak alanın yaratılmasıyla mümkündür.

Felsefelogos, 2004/3, sayı 24


[1] Bkz. Arendt H., Penser l!évenement, çev. C.Habib, Belin, Paris, 1989, ss.115-122

[2] Arendt H., “Collective Responsibility”, in Respomsibility and Jugement, Ed.J.Kohn, Schocken Pub. , 2003, ss.150-151

[3] Roviello A.M., Sens Commun et Modernité chez Hannah Arendt, Ousia, 1987, s.45

[4] Kant I., Critique de la faculté de juger, çev. A. Philonenko, Vrin, p.41, s.130

[5] Arendt, Juger, çev. M. R. D’Allonnes, Seuil, 1991 s.114-116