Hekimlik ve Savunuculuk

Türk Tabipleri Birliği’ni (TTB) oluşturan yerel tabip odaları, yakın zaman önce devletin TTB Merkez Konseyi’ne gayri meşru yaptığı bir hukuki müdahalenin gölgesi altında seçime gidiyor. Geçmiş yıllar ile kıyaslandığında seçim heyecanı sağlık ortamında hemen hiç hissedilmiyor. Ancak hekim ahalisinin bu heyecansızlık hali, örgütsel bir karşılık olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine geçmişe kıyasla daha parçalı bir yapıya dönüşmüş TTB bünyesinde bir hareketlenme olduğu açık. Ancak bu yazı, mevcut hareketi yaratan dinamiğin oldukça dışında -seçim vesilesiyle- yeni bir sözü söylemek amacıyla kaleme alınıyor.

Savunuculuk

Sağlık alanı için savunuculuğun amacının herkesin sağlıklı yaşama hakkına ulaşması olduğunu dikkate alırsak, bir hekim örgütüne düşen savunuculuk faaliyetinin de insanlar arasında sağlıklı yaşama hakkına en uzak düşen dezavantajlı/kırılgan kesimleri öncelemek koşuluyla herkes için sağlık talebinin dillendirilmesi olarak tarif etmek uygun olacaktır. Çünkü Hipokrat’tan bu yana hekimlik mesleği önce zarar vermemeyi, sonra korumayı ve nihayetinde de tedavi etmeyi savunur. Başta ilaçlar olmak üzere farmakolojik ve girişimsel kimi yöntemler tedavi etmek hedefine yardımcı olsalar da zarar vermemek ve korumak hedefine katkı sunamazlar. Pek çok hayat kurtarmış ve kurtaracak olan aşı mucizesini göz ardı edersek -ki asla etmeyelim- söz konusu hedeflere ulaşmayı sağlayabilecek tek yöntem savunuculuktur aslında…  

Pekiyi ama kimi/kimleri savunacaktır hekimler ve onların (meslek) örgütleri?

Patoloji biliminin kurucusu Rudolf Virchow’a göre yoksulların, dışlanmış olanların avukatlığını yapmak zorundadır hekimler -tıpkı TTB etik bildirgelerinde de işaret edildiği gibi…

Gerçekten de TTB bildirgelerinden birisi olan Hekimlik ve İnsan Hakları Bildirgesi, insan haklarının “bütünsel ve bölünemez” olduğunu ve bu hakkın evrensel olduğu kadar, kırılgan grupların öncelenmesi gerektiğini de vurgulayarak insan haklarının aslında sağlık hakkının temel bir parçası olduğunun altını çizer. Benzer biçimde, Hekimlerin Toplumsal Sorumlulukları Bildirgesi de sağlıklı yaşamın sadece sağlık hizmetleriyle sağlanamayacağını, bu nedenle hekimlerin sağlık sorunlarına bütüncül yaklaşmasını ve bu çerçevede kamu politikalarını belirleyenleri uyarmayı, konu hakkında kamuoyunda farkındalık sağlamayı ve bu yollarla (ülkenin) demokratikleşme sürecine katkı sunmayı da hekim için geçerli ve gerekli bir yaklaşım olarak ifade eder.

O halde bir soru daha: Tarihsel birikimin ve meslek etiği hükümlerinin işaret ettiği bu tutumları geliştirebilmek için gerekli koşullar nelerdir? Örneğin hekimler, toplumda ötekileştirilmiş kesimlerle meslekî pratikleri aracılığıyla güçlü temaslar kurmadan, sundukları sağlık hizmeti vesilesiyle onlarla duygudaşlık ilişkisi geliştirmeden, onların mevcut sağlıksız koşullarını var eden dinamikleri ve bu kapsamda kendilerinin de üstlendikleri rolleri dikkate almadan mesleğe ilişkin teknik bilgi ve becerileriyle savunuculuk politikası geliştirebilirler mi?

Savunuculuk Mümkün (mü?)

Ülkenin mevcut koşulları, herhangi bir alanda, “Kamu politikalarını etkilemek amacıyla savunuculuk yapmak halen mümkün mü?” sorusunu da yöneltiyor hepimize. Öyle ya, ister rekabetçi otoriterlik, ister yüzünü faşizme dönmüş rejim olarak adlandıralım, nefes aldığımız ülke ortamında kamu politikasını ötekiler lehine etkilemenin çok da uygun ve kolay olmadığı aşikâr. Öte yandan kamusal işleyişte bakanların dahi önemsizleştiği ve bu nedenle isimsizleştiği bir ortamda savunuculuk nasıl yapılabilir ki? Devlet aygıtında rol oynayan bürokrasinin en yukarıdan gelecek emri beklediği için hiçbir karar alamadığı ama eski okul arkadaşlığının makbul sayıldığı bir düzende savunuculuk yapmayı isteyen sivil örgütlerin politika yaparak hedeflerine ulaşmak yerine makbul okul arkadaşlarına ulaşmayı öncelemesine şaşırmalı mıyız?

Ancak bundan daha önemli bir sorun var: kültür…

Gerçekten de kimi veriler, Türkiye denilen coğrafyada doğmuş ve büyümüş olan bizlerin dara düştüğü zamanlarda hak–hukuk–mücadele kavramlarını hatırladığını, dar olmayan zamanlarda ise dara düşenlerin halini pek de dikkate almadığını düşündürüyor. Bu bağlamda örneğin Almanya’da yaşayan Türklerin, Almanya’daki Türk derneklerine üye oldukları zaman ağırlıkla dinî, kültür ve spor amaçlı örgütleri tercih ettiklerini, Alman kökenli derneklere üye olduklarında ise tercih edilen örgütlerin (spor amaçlılardan sonra) sendika, meslek ve siyasi örgütler olduğuna işaret ediyor. Hal böyleyse yaşanan bu farklılığı nasıl okumak gerekiyor?

Bu ve benzeri araştırmaların sonuçlarını nicel perspektiftle yorumlamak mümkün değil elbette. Ancak yapılan niteliksel araştırmalar, yerli ve milli durumda egemenken öncelikli derdin (egemen) kimliğin özelliklerini korumak olarak şekillendiğini, öteki olunduğunda ya da öteki ile insani bir temas kurulduğunda ise ortak çıkar ve hak kavramlarının dert edildiğini düşündürüyor. Eşyanın tabiatı gereği toplumun bir parçası olan hekimler de benzer bir tutum içerisindeyse, hekim örgütlerine düşen bir görev de kendi üyelerinin de bu kültürle hercümerç olduğunu fark edip (kabullenip) üyelerindeki bu olumsuz kültürü değiştirmek konusunda faaliyette bulunması değil midir?

Gelin görün ki ifade edilen/önerilen bu faaliyet, yazıldığı kadar kolay olmamanın ötesinde çok da cazip bir teklif olarak kabul görmüyor sağlık alanındaki örgütlerimizce. Hatta uzun zamandır tabip odaları ve sağlık alanındaki sendikalar, tıpkı üyeleri gibi, haklı nedenlerle siyasi iktidara karşı gelişmiş öfkeye kapılarak reaksiyon gösterdikleri ve bu nedenle sağlık ortamının sorunlarına nesnel ve rasyonel yaklaşamadıkları için üyelerini var olan kültürle yüzleştiremiyorlar. Ancak örgütsel reaksiyoner bu duygu durumu, örgütlerimizi kaba bir anti-söyleme mahkûm ettiği gibi, hekimlerin de geniş toplumsal kesimlerle empati ve duygudaşlık geliştirmesine ket vuruyor ve hekimleri/hekim örgütlerini toplumdan -daha da- kopartıp yalnızlaştırıyor.

2024 Türkiye’si…

Elbette tek sorun kültürel engeller(imiz) değil. Aksine 2024 Türkiye’sinde var olan siyasi rejim de ötekiyle temas etmemizi ve böylelikle savunuculuk politikasını geliştirmemizi kolaylaştıran bir durumda değil.

Uzun tahliller yapmaya gerek yok: Benim penceremden siyaseten yetersiz addettiğim liberal demokrasi yönünden dahi Türkiye 179 ülke arasında 141. sırada. Sivil toplum örgütlerinin özgürlük ve yetkinliğinin göstergesi olan demokrasi matris puanı bakımından ise 176 ülke arasında 137. sırada Türkiye.

Ve fakat daha başka kötü (niceliksel) gerçeklerimiz de var: Örneğin, Türkiye’deki tüm sivil toplum örgütlerin (STÖ) sayısı 100 binin hemen üzerinde -ki bu sayı 6 milyon nüfuslu Danimarka ile aynı. Nüfusu bizim gibi olan Almanya’da 620 bin, Fransa’da ise 1,5 milyon STÖ var.

Yetmedi: Türkiye’deki STÖ’ler, 2020 yılında üyelerinin isimlerini devlete bildirme zorunluluğuna tabi tutulunca dört milyon üyesini kaybetti. Anlaşılan Türkiye Cumhuriyeti’nde yurttaşlar isimlerinin herhangi bir örgütle birlikte anılmasından rahatsız oluyorlar. Bu bağlamda örgüt kelimesinin de tümüyle kriminalize olduğunu/edildiğini belirtmek de hayati.

Sivil toplum örgütlerimizin ekonomik tablosu da hiç iç açıcı değil. Örneğin, STÖ’lerde çalışan kişi sayısı, toplam istihdamın ancak %0,3’üne karşılık geliyor. Yaklaşık her beş dernekten ancak birinde tam zamanlı çalışan var. İktisadi işletmesi olan STÖ oranı %3. Avrupa Birliği başta olmak üzere yabancı yapılardan kaynak sağlayan STÖ oranı ise sadece %6. Kuşkusuz kamu otoritesi de STÖ’lere faaliyet göstermeleri için ekonomik kaynak dağıtımı yapıyor. Ancak bu dağıtım, adında adalet barındıran bir yapıdan beklenmeyecek oranda adaletsiz. Daha kötüsü siyasi iktidar, bu kaynakları NGO’lar yerine ağırlıkla GONGO’lara aktarmayı tercih ediyor -örneğin sağlık alanında Yeşilay.

Tüm bu sorunlu yapıya rağmen Türkiye’deki STÖ’lerin ağırlıklı kesimini (%38) Türk Tabipleri Birliği gibi meslekî ve dayanışma temelli örgütler oluşturuyor. Öte yandan STÖ olmadıkları konusunda çok haklı itirazlar yapılan dinî örgütler %17 ile ikinci sıradayken, hak temelli STÖ’ler ne yazık ki %1,5’la son sıralarda.

Ve dahası, dernekler arasında tüzüğünde/ana metninde “savunuculuk” vurgusuna sahip dernek oranı sadece %25.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi devletin STÖ’ler üzerindeki gölgesi giderek artıyor: 2020 yılında 10 bini aşkın, 2022 yılında ise yaklaşık 30 bin dernek devlet radarına/denetimine takılmış ve denetim yapılan on dernekten birine ise müdahale (işlem) gerçekleşmiş -bilindiği üzere devletin bu tahakkümcü gölgesi Türk Tabipleri Birliği’nin de üzerine düşmüş durumda…

Kamu otoritesinin katılımcı yaklaşım pratiği ise oldukça kötü. Dernekler arasında yapılan bir araştırmada “Kamu katılımcıdır” görüşünü destekleme oranı %28. Söz konusu araştırma, herhangi bir derneğin kamu otoritesinin herhangi bir toplantısına katılarak görüş beyan etme oranının %17, kamu otoritesine yazılı görüş bildirme oranının ise %15 olduğunu bildiriyor. Zaten random yapılan analizler de kanun ve yönetmelikler şekillenirken ilgili STÖ’den görüş alma oranının %13-17 gibi oldukça düşük seviyede olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz STÖ’lerin kamu otoritesine görüş bildirmeme halleri, onların kendilerini nasıl konumlandırdıkları ve hangi yollarla politika geliştirmeyi hedefledikleri konusunda da uzun bir tartışmayı gerektiriyor. Ancak bu şerhe rağmen ifade etmek gerekir ki, bugün itibarıyla kamu otoritesi, karar mekanizmalarına STÖ’leri ağırlıkla dahil etmemekte, dahil edeceği zamanlarda kendi uzantısı olanları tercih etmekte, hoşnut olmadığı STÖ’lere kamusal kaynakları yönlendirmemekte, hatta denetimler ve cezalarla onlara sınır çizmektedir.

Hekimlere ve Hekimliğe Dair

Geliştiğiniz kültür ve yaşadığınız coğrafyaya egemen olan kamusal otorite böyleyken toplumun parçası olan herhangi bir meslek grubunun bu sorunlardan azade olması mümkün olabilir mi?

Ancak hekimlerin yetkin bir savunuculuk yap(a)mamasında çok daha farklı meslekî (içsel) nedenler de var.

Hepimiz biliyoruz ki meslekler boşlukta icra edilmez. Aksine onları şekillendiren bir bağlam ve zeminde var olurlar. Hekimlik mesleği açısından söylersek, son elli yıl için söz konusu bağlam ve zemin refah devletinden neoliberal ortama geçiş olmuştur. Bu bağlamda Margaret Thatcher’ın sözleri ile söylersek, “ekonomi bir yöntem”se ve “asıl amaç ruhları değiştirmek”se, neoliberal dönüşümden hekimlerin ruhlarının etkilenmediğini iddia etmek akılcı olur mu?

Gerçekten de neoliberal dönüşüm öncesi hekimler -diğer meslek ve sağlık çalışanlarından farklı olarak- tanımlanmış bir eğitim ve görev tanımıyla, yasal statüsel güvence altında, ağırlıkla kamu çalışanı olarak ve yüksek meslekî özerklik ve refah altındaydılar. Bu durum onların bir yandan alturistik/hümanistik değerlerinin gelişmesini kolaylaştırırken, diğer yandan da kendi meslek birlikleri aracılığıyla kamu otoritesiyle korporatist bir ilişki geliştirmelerini ve bu sayede statü ve ekonomik durumlarını korumalarını sağladı.

Gelin görün ki 70’li yıllarda dünya genelinde yaşanan ekonomik kriz, kamunun hantal ve verimsiz olarak etiketlenmesini ve sağlık alanında özelleştirmeleri gündeme getirdi. Krize yanıt olarak ortaya çıkan neoliberal sağlık politikaları hekimlik karşısında tıp endüstrisinin/kurumunun güçlenmesine, hekim profesyonelliğinin yitirilmesine, mesleğin şirketleşmesine, hizmet başı ödemeye tabi tutulmasına ve statüsel güçler ile ekonomik güvencelerin yitirilmesine yol açtı.

Öte yandan neoliberalizm toplumsal yapıda da ciddi bir dönüşümü gerçekleştirdi: Dünün sağlık hizmet ortamında âdeta Tanrı pozisyonundaki hekim karşısında savunmasız durumda olan hastayı müşterileştirip onu talepkâr hale getirdi. Bilgiye ulaşımın artması malumatfuruşlukla birleşince, yurttaşlara kendilerinin de sağlık uzmanı/profesyoneli olabileceğini düşündürdü. Zaten post-modern kültür, modernitenin var ettiği güvenilir yapılarını yerle bir ederken, bireyin isterse her şey olabileceğini kulaklara fısıldıyordu. Bu ortam tıbbın olağanüstü gereksiz uzmanlaşması, uzmanların kendi kazançlarını maksimize etmek için çoğu zaman medya önündeki rekabetleri ve son olarak sağlık piyasasına alternatif tıpçıların da girmesiyle tümüyle çığırından çıktı. 

Pekiyi ama her şeyin çığırından çıktığı bir ortamda hekimlerin durumlarının analizini bildik eski kalıplaşmış söylemle devam ettirmemiz doğru mudur? Yoksa tüketim toplumunun karmaşık yapısının yarattığı çoklu sermaye yapılarını da analize dahil etmeli miyiz? Sosyal, kültürel, entelektüel ve ilişkisel bağların hekim kimliğinde yaptığı değişiklikleri dikkate almak zorunda değil miyiz?

Kuşkusuz bu analizleri yapabilmek için hekimlerin meslek örgütlerinin öncelikle üyelerini iyi tanımaları ve post-modern tüketim toplumunda onların değer yargılarını şekillendiren ilişki ağlarını ve birbirlerini etkiledikleri habitusu iyi bilmeleri gerekli. Dahası eğer bu bilgiler bilinebilseydi tabip odalarının seçime gittiği şu günlerde etikete indirgenmiş politika söylemleri yerine daha sahici analizler ve politika önerileri ile hekim ve ülke kamuoyunda canlı bir tartışma izlemek mümkün olabilirdi. Böylesi bir nitelikli tartışmadan sağlık ve ülke ortamı çok daha fazla yararlanabilirdi.

Öte yandan artık kabul edelim ki sağlık ortamının geldiği noktada hekimleri, kendisine yatırım yaparak girişimciliğini arttırmayı hedefleyen bir iktidar ilişkisine göre tabakalamak da gerekiyor. Bu bağlamda dünün sağlık ortamının var ettiği alturistik/hümanistik değerler değişmemiş gibi farz edip nostaljik ama gerçekçi olmayan bir analiz yapmamak hayati. Çok açık ki, sağlık kurumlarıyla, akademisiyle, basamaklandırılmamış sağlık hizmet sunumuyla, tüketime indirgenmiş sağlık algısıyla ve kontrolsüz bir hızla sağlık ortamına dahil olan dijitalizasyonla şekillenmiş Yeni Türkiye’nin yeni hekimlerini bilmeye ve onları anlamaya ihtiyacımız var. Kanaatimce böylesi bir anlama çabasına yardımcı olmak için günümüzün hekimlerini, kamu sağlık kurumlarını yönetenler, araştırmalar yoluyla egemen sağlık bilgisinin çerçevesini çizenler ve hastaları tedavi etmekle yükümlü olanlar olmak üzere üç grupta ele alabiliriz.

Her tasnif gibi anlamaya ve yol almaya kolaylık sağlayabilecek ama hakikati tümüyle temsil edemeyecek bu kaba gruplandırmayı da kimi sorularla desteklemek ve derinleştirmek gereklidir: Örneğin, PartiDevlet Türkiyesi’nde, sağlık kurumlarının hekim yöneticilerinin, kendilerine bir dolu ayrıcalık getiren statülerini kaybetme riskini de göze alarak uygulanan kamusal sağlık politikalarına eleştirel yaklaşabilmeleri artık mümkün müdür? Benzer biçimde akademik sağlık bilgisinin çerçevesini çizen ve bu nedenle medikal endüstri ile oldukça sıcak (ekonomik) bağlar kuran bilgi seçkini hekimlerin, neoliberal sağlık hakkı gaspına karşı hak temelli, (eleştirel) bilim yönelimli ve bilimsel bilgiyi deforme eden medikal endüstri karşıtı bir savunuculuk politikası şekillendirmesi halen olanaklı mıdır? Statüsel olarak en fazla kayba uğrayan ve bu bağlamda hastaya yapacağı muayene/girişimlerle âdeta Süper Mario gibi puan toplamaya mahkûm edilmiş bir tedavi edici hekimin, kamu kurumlarında her an kendisine yönelebilecek bir şiddet eylemini öfke ve korkuyla bekler, özel sağlık kurumlarında ise iş ve gelir güvencesi yok edilmiş biçimde çalışırken, sağlık hakkı ekseninde bir savunuculuk politikasını geliştirebilecek morali, isteği ve gücü kalmış mıdır?

Ve tüm bu soruların önünde öncelikle sormamız gereken: Tabip odalarının, var olan bu ortamı layıkıyla analiz edip mevcut tabloyu içeriden değiştirmeyi hedefleyen bir öngörüsü var mıdır? Yoksa aslında tanık olduğu bir gerçekliği görmemeyi ve her bir hekim grubunun kendi alanında geliştirdiği konjonktürel adaptasyon mekanizmalarını bilmemeyi seçerek kolay oyunu oynamayı mı tercih ediyorlar?

Tabip Odalarına Dair

“Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere” hekimlerin meslek örgütünde de zaman içerisinde müthiş bir değişim yaşandı. Kuruluş döneminde devletle el ele verip hekimliğin statüsünü yükseltmeyi düşünen, 1960-1980 yılları arasındaki dönemini sosyalizasyon ve tam gün tartışmasıyla geçirip kamu yararı ve kamusal sağlık hakkından yana taraf olarak geçiren Türk Tabipleri Birliği 1980 askerî darbesiyle kapatılmıştı -tıpkı bugünlerde kimi çevrelerin de isteyip dillendirdiği gibi. Ancak 1980 sonrası yenilenen fikrî yapısıyla, memleket ve hekimlik gerçeklerini birlikte ele almaya ve üyelerinin hakları ile toplumun sağlık hakkını bir vücutta şekillendirmeye karar vermişti.

Ne var ki iyi niyetli bu fikrî dönüşüm, 1980 sonrası ülkeye egemen olan liberalleşme dalgasından etkilenerek memleket gerçeklerinden ve yurdum insanının sağlık alanında çektiği dertlerden uzakta meslekî pratiğini kuran ve âdeta “Büyücüler Tarikatı”na dönüşen bir hekimlik praksisini değiştirip dönüştürmeyi hedeflemedi/başaramadı. Aksine 2003 yılında dayatılan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın şekillendirdiği girişimci hekim ve müşterileşen hasta sürecinde sadece hastanın dönüşümüne dikkat kesildi. Bu süreçte hastaların edindiği kazanımlar yok sayıldı. Dahası hekimlik mesleğinin icrasına yönelik tüm sorunlar neoliberal sisteme havale edildi ve böylelikle içi boşaltılmış olsa da sol görünümlü bir söylemle yaşanan olumsuzlukların hekimler ve hekimlik kültürüyle yakın ilişkisi görünmez kılınmaya çalışıldı. Girişimcilik kültürünün hekimlik mesleğinde yarattığı aşınma şimdi zamanı değil denilerek göz ardı edildi. Hatta vahim hatalar yapılarak kimi zaman siyasi iktidar karşıtı mücadeleyi ateşlemek için -eskisi gibi- zümre olma istekleri ile politik olarak buluşuldu. Hekimlerle toplum arasındaki mesafe hekim/diğer sağlık çalışanları ve medikal/paramedikal gibi ayrışmacı kavramlarla giderek arttı. Neoliberal dönüşümün hekimlerde ve hekimlikte yol açtığı travmalar hep mağdur ve hep haksızlığa uğrayan bir dil ile sürekli yinelendi. Hekimlerin ve hekimliğin bu neoliberal dönüşümde üstlendiği faillik rolü hiç gündeme getirilmedi. Bu dilsizlik ve tek yönlü mağdur anlatısı, hekimler ve hekimlikle toplum arasındaki mesafenin giderek daha da açılmasına neden oldu. Gezi ya da COVID-19’da yaşandığı gibi zaman zaman bu neoliberal dönüşümden sağlık hakkı ve ortak/toplumsal yarar doğrultusunda kimi sapmalar olduysa da bunların hekimlik mesleği üzerindeki değiştirici etkisi güçlü değildi ve süreklilik arz etmedi. Bu dönemde sağlık meslek örgütleri bünyesinde, neoliberal sağlık uygulamalarıyla şekillenen serbest sağlık piyasasında sergilenen kötü hekimliğe karşı içeriden bir dönüşüm gerçekleştirmek -belki de öğrenilmiş çaresizliğin sonucunda- istenmedi/başarılamadı. Hekimlik praksisini dert eden ve bunu aşmayı hedefleyen değer temelli bir söylem yerine, güncel yaşamdan ve hekimlik gerçeklerinden kopuk, afaki ve steril bir büyük sağlık anlatısı dile getirildi. Hayattan koptukça ve tabip odalarının içerisinde kalındıkça aktarılan anlatının dili ve hedefleri örgütsel küçülmenin aksine büyüdü. Bu zeminde hekimlerin ve dolayısıyla hekimlik mesleğinin gerek tarihsel gerekse de güncel koşullarından edinilmiş olumsuz kolektif habitusunu dikkate alan ve onu dönüştürmeyi hedefleyen bir mücadele yerine kaba bir sol popülizm dili ve eylemi sağlık ortamına hakim kılındı. Kendi üyelerini dönüştürmek ve onların değişimiyle birlikte kamu politikasını hem üyelerinin hem ötekilerin yararına etkilemek yerine anti-söyleme takılıp kalındı. Yapılan her açıklamada siyasi iktidarda var olan partinin adını geçirip ona karşı çıkmanın yeterli ve etkili bir politika olduğu zannedildi. Yaşamdan kopuk ve gündelik siyasete indirgenmiş söylemler, var olunan alan olan sağlık hizmet alanını öncelemeyen, oradaki sorunları politize edip toplumsallaştırmayı hedeflemeyen maksimize hedefler, kulağa hoş gelse de olabilecek mümkün olanın gerçekleşmesini ve hekimlerde meslekî bir dönüşümün yaşanmasını engelledi. Bu sürüklenişe karşı önerilen politika da ülkenin koşulları gereği el yakan konular arasında tanımlanan ancak sağlığı/iyilik halini doğrudan etkileyen/var eden sosyal belirleyicileri gündeme getirmemek ve âdeta sendika benzeri bir bakışla sadece hekimlerin sağlık hizmet alanlarındaki sorunlarına odaklanmak olduğu için bir çıkış yaratılamadı. Dahası mevcut durum kamunun otoriter yönetimi, devletin TTB Merkez Konseyi üzerindeki tahakkümü ve ele geçiremediği örgütsel yapıyı kriminalize ederek sesinin duyulmamasını sağlamayı amaçlayan müdahalesi ile de buluşunca başka türlü bir yolu var etmek mümkün ol(a)madı.

Sözün Sonu

Tüm sorunlarına ve kısıtlılıklarına rağmen gerek hekimlerin/sağlık çalışanlarının, gerekse de toplumun hak ve özgürlüğü için hekimlerin meslek örgütünün bu topraklar için bir değer ve kıymet olduğunu biliyorum. O nedenle karınca kararınca bir yerlerinde olabildiğince ve kabul edilebildiğince durmaya gayret ediyorum. Ancak içeride olunan bu hal, kendimize mesafe alarak kendimiz üzerine düşünmemizi ve kendimizi gözden geçirmemizi önlememeli. En azından yaklaşan yerel tabip odası ve TTB Merkez Konsey seçim ortamı böylesi bir düşünme ve gözden geçirmeye fırsat tanımalı, olanak sağlamalı…

Bu toprakların geleceğinin tabip odalarının duvarları arasında söylenen iddialı ve büyük sözlerden ziyade sağlık kurumlarında, uzmanlık alanlarında, hayatın nabzının attığı yerlerde söylenen ve fiilen gerçekleştirilen hekimlik faaliyetlerinde saklı bulunduğunu, asıl devrimlerin gündelik hayatta yapılanlar olduğunu, bu nedenle sağlık alanında güçlü biçimde ayakta durmadan söylenen ve üyelerinde değişimi hedeflemeyen anlatıların yaşamda bir karşılığı olmadığını en azından şu zaman diliminde hatırlayalım ve bizim mahalleden bildik isimlerle oluşturduğumuz listeler yerine, değerleri, fikirleri, hekimlik nosyonları, meslekî faaliyetleri ve kişilik özellikleri iyi, güzel ve insani olanlarla birlikte yürümeye çalışalım.

Emin olalım ki, böylesi listelerle katedeceğimiz yol hem çok daha renkli, hem bizler için daha öğretici, hem daha demokratik, hem de kendimizin ve toplumun hakları açısından çok daha etkili ve sonuç alıcı olacaktır. En azından bugünlerde yaşandığı gibi çoğulculuk ve katılımcılıktan uzakta, seçime giren grupların kendilerini tanımladıkları grup isimlerinin dahi hemen hiç kimseye bir anlam ifade etmediği ortam yerine sahici farklılaşmaların yaşandığı bir iklime hepimizi taşıyabilir.

Ve belki de böylesi bir dönüşüm, tabip odası seçim dinamiklerini gündelik siyasetin dar gömleğine hapsetmeyebilir ve hatta şu günlerde yayımlanan 2022 Sağlık İstatistik Yıllığı’nın sessizlikte karşılanması yerine tabip odası genel kurullarını yayımlanan bu verileri farklı bakışlarla anlamlandırma ve politize etme sürecine evriltebilir. 

Son olarak, ülkenin kutuplaşmış siyasi ortamında böylesi çok renkli (iyi) hekim listelerinin oluşmasının kolay olmadığını bilenler olarak, en azından karşımıza gelecek listeler içerisinden -her nerede olursa olsunlar- iyi hekimleri seçmek ve sonrasında hem mesleğin icrasını, hem toplumla kurulan temasın niteliğini dert etmek ve bu yolda mütevazi adımları atmaya çalışmak da mümkün elbette…


Not: Yazının taslak haline getirdikleri yorumlarla katkı sunan Haluk Çalışır, Levent Akyıldız ve Nilüfer Aykaç’a teşekkür ederim.