Kışkır Laci

İstiklal Caddesi’nde Onur Yürüyüşü’nü sabote etmek isteyen şu polisler... Bu sabotajın meşruluğundaki ayıbı daha çok haykırmak gerek. O sokaktan (İstiklal’e çıkan ara sokakların birinden) geçemeyeceğimizi söyleyen polis, benlik algısını biraz daha şişirebilmek adına arkamızdan bağırıyor: “Yürü! Hadi, hadi, hadi!”, devam ediyor: “Yürü, yürü!”. Zaten herkes yürüyor, herkes yürürken bu kadar içten, coşkuyla, otorite boğazıyla bağırmak niye? Arkamı dönüp bağırıyorum ezilen boğazıyla, duyduk; bağırma diye yankılatıyorum sesimi. Gözgözeyiz; bağırırım diyor, yürü. Biraz daha bağırıp yürüyoruz. Esasen terörün ne olduğunu kime nasıl anlatacağımız bir kördüğüm haline gelip elimize, kolumuza, boğazımıza diziliyor. Momo’yu düşünüyorum, Emile Ajar’ın yazdığı; polis mi yoksa terörist mi olsam diye düşünen Momo’yu. Benim yerimde olsaydı, şu koşullarda “devlet terörü” diye bir tamlamanın da yanlış olduğunu; çünkü terörün devletin tekelinde, sokaklarda bizlere saçılan bir kavrama dönüştüğünü görürdü. 

Yürü’nün ironisi bizi öfkeye boğulmaya mecbur eden. Yürümek istiyoruz zaten; yürüyoruz; sen adımlarımızı mavi plastiklerle hedef almasaydın, gaza boğulmasaydık zedesiz yürüyecektik. Adım başına bir zede düşüyor sokaklarda herbirimize. Yürümemize olan hıncı anlayamıyoruz. Hıncın, adım katsayısını anlayamıyoruz. Aldığımız nefesi biberleştirmeni anlayamıyoruz. Sınırları belli, ideolojiden arındırılmış bir yürüme talebindesin; oysa her adımda sınırsızlığın ve ideolojilerin, hürlüğün topuk sesini duyuruyoruz. Mevcudiyetin bir kavgaya dönüşümü, senin belindeki ilkelliklerin erk haline gelmesiyle başlıyor. Belindeki doğal cins “alet”i ve otoriter yapay aletler, senin benlik algını şişirmen için bize  hedeflediklerin. İyi biliyoruz oysa, korkudan doğan mevcudiyetinin silahlarıdır seni yürüten. Düzeni yarattığını düşünmen de bu sokakların trajedisi. Sokaklar bile seni kusmak için uzuyor, dünya sizleri kusmak için dönüyor; buna inanıyorum. Buna inancım olmasa sana dönüp bağıramam.

Yürüyüşte yaklaşık yedi ay önce Suruç’ta tanıştığım adamı görmüştüm, Rıfat Abi’nin haberini almıştık ikimiz de; altı çadırkentten ikisinin hala Suruç’ta olduğunu söyledi. Birlikte gülüp oynadığımız çocuklar iyi midir diye düşündüm; Nesrin’i hiç unutamıyordum, el kadar bir kız, iyi midir diye düşündüm. Şimdi sen kalkmış bana “yürü” diye bağırıyorsun. Bağırırken boğazındaki geçitlerin şiştiğini görebiliyorum.  Elinden, dilinden, belinden kötülük akarken senin, ben nasıl yürümem? Ben yürüyorum senin sabote etmeye çalıştığın, kışkırttığın adımlarımı yere daha da sert basarak! Yürümek de bilincindeysen adımladığın sokakların geçmişte kaldığı zannından kurtarılması gereken gerçekliğin, yürümektir! Biliyorum lekeliyorsun. “Gurbete kaçacağım/ o lacivert ülkeye” diyen Yaşar Miraç’ın laciverdini lekeliyorsun örneğin. Bu coğrafyanın lekeleri sana göre bizleriz, normal olmamakla leke yaftasına maruz kalanlar. Temizlenemiyoruz, dere kenarında çitileme yöntemin vahşice olsa da. Emile Ajar, Onca Yoksulluk Varken’de şöyle diyordu(Bunu Romain Gary mi söylüyordu, karakter mi bilemeyiz elbet): “Umarım normal olmam Doktor Katz, bir tek namussuzlar normal olur hep. Normal olmamak için elimden gelen her şeyi yapacağım Doktor.”  Namusu, ahlakı siper eden güruhun kötücüllüğü, normalliğin sağlaması haline geldiği için “namussuzlar” normal olur hep. Sana verilen yetkinin, yetkiyi yönelteceğin insanlara karşı seni üstün kılma ihtimalindeki normal ve meşru acizlikten besleniyorsun. Kendindeki aczi bize yansıtıyorsun, bizi acze gark etmeye çalışarak kendindekinden kurtulmaya çalışıyorsun. Başaramıyorsun fakat; daha da güçleniyoruz. Küçük Prens’teki Baobab ağaçları gibi korkutucu ve güçlü, köklü, dev ağaçlar oluyoruz. Sen projeksiyona devam ettikçe biz senin kalıplaşmış yargılarından hareketle çocukluğuna iniyoruz. Psikoloji bilimi yalnızca senin davranışlarını analiz etmekle iyi işler çıkarabilir; ruh sağlığı çalışanlarının, psikolojiyle ilintili derneklerin sesini yürüyüşten önce bastırmaya çalışıyorsun. Bunu bildiğin için mi? Düzenin yılmaz bekçiliğini bir zırh haline getirip yarattığın çarpık düzenler içinde personana sarılmaktan başka şansın yok. Bunu bildiğimiz için mi? Sen, bir Onur Ünlü filmindeki laci de olabilirsin halbuki; televizyonda dönen gözlerini, yarattığın vahşeti görebilirsin; görmüyorsun. Görmediğin için yürüyoruz, tüm “deh”lenmelere karşı senin zindanlarında değil kendi cennetimizde, yani ki sokaklarda yürümeye devam edeceğiz. Sen bizi kovamazsın, biz de istifa etmiyoruz. Biz seni duyabilelim diye bağırıyorsun, biz bağırmasak da sen bizi duyabiliyorsun. Şimdi, bana yeniden “Yürü!” diye bağır istiyorum. Seni duymayayım ama. İşitmeme bir filtre uygulamalı zihnim ve bu kışkırtma oyununa gelmemeliyim belki de. Belki de delirmemek için, zihnimi yerinde tutabilmek için, senin acizliğinden çıldırmamak için duymamam gerek. Bu beni değil, seni kışkırtmalı; çünkü yürüyoruz, yerimizde adımlarımızı birbirine bağlamak yerine yürüyoruz. Zihnimiz küflenmesin diye, senin sokaklarında değil, kendi sokaklarımızda kendi adımlarımızla, renklerimizle, anadillerimizle yürüyoruz. Sen kışkır!