Transiktidar ve Transseksüel

“Fikirlere değil, duyumlardan gelen şeylere sahibiz.”

(Derrida)

İnsanların yarattığı sistemler onların kaderini belirler. Halil Altındere’nin “Dans Edemediğim Devrim, Benim Değildir” sergisindeki transseksüeller üzerine yapılmış üç eseri, yaşadığımız dünyanın ne kadar trajik durumda olduğunu, dahası kime ait olup olmadığını sorguluyor, sorgulatıyor. Öyle ki, herkesin haberdar olduğu, ilköğretim müfredatlarına bile giren Abraham Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi tablosu”nun insanlara neden öğretildiği sorusu yeniden akla geliyor. Abraham Maslow temel insan gereksinimlerinden bahsederken “insanın kendini gerçekleştirmesini” hiyerarşinin tepesine yerleştiriyor. Ne var ki, bunu yaparken yaşanılan toplumun, kişinin kendisini gerçekleştirmesine uygun olmadığını söylemiyor.

Yaşanılan toplum bir insanın kendini gerçekleştirmesini engelleyen bir anlayışa neden sahip olur? Bu anlayış ezelden beri var mıdır, varsa mücadele ederek yıkılabilir mi ya da bu anlayışın yıkılması için ne yapılabilir? Bu tür sorular sadece soru mudur yoksa gerçekte bir cevapları var mıdır, aslında o da bilinmez.

Halil Altındere toplum içinde ötekileştirilmiş, göz ardı edilmiş ve kendileri olmasına izin verilmemiş olan insanların en basit istemlerinin bile nasıl tabularla karşı karşıya olduğunu göstermeye çalışıyor. Halil Altındere’nin çalışmalarından biri olan “Nurse” adlı fotoğrafı tüm önyargıların yıkıldığı, kişinin kendi bedenine iktidar olduğu biraz da ütopik bir yaşantıdan bahsediyor.

“Nurse” cinsiyet ihtiva etmeyen ya da ikisini barındıran bir varoluşa denk geliyor. Resimde hemşire üniformasında ve kadın vücudunda yer alan transseksüel, hastanelerde resmi elbiseleriyle iktidardan pay alan hemşireler gibidir. O da artık bedeninin iktidarı olduğunu ve herkesin bunun karşısında susması gerektiğini buyuruyor. Kırmızı baştan çıkarıcı sutyeni ve sonradan isteğe bağlı olarak yapılan ve cinsel bir aksesuar işlevi gören göğüsleri ile cinsel kimliğini göstermek, sergilemek istiyor.

Kartezyen dünyanın yıkıldığını söyleyen postyapısalcı dünyada transseksüellik bir cinsel kimlik olarak çıkıyor karşımıza. Yanlış bedende doğru yaşanılamaz. Bu durumun değişimle üstesinden gelinmeye çalışılıyor. Değişim sadece cinsel uzuvların değiştirilmesi ya da dönüştürülmesi anlamına gelmiyor; yeni bir bedene sahip olmakla özdeşleşiyor, yani aslında bir tür metamorfoz.

Kişinin önceki bedenine ait olan her şey onda tersine işleyen bir engellenmişlik duygusu yaratıyor: Sus çeken kocaman kıllı el, geniş omuzlar, kadınsı olmayan iri kaburgalar, büyük ayaklar, sert vücut derisi. Yaşam elbette tüm olasılıkların yaşanılacağı mecradır. İktidar insan türünü dengeleyen üst bir algıdır ve düşünsel bir yetkinlikten çok duyumsal bir mekanizma içinde işler. Bu yüzden iktidar nerdeyse insan varlığının temel özelliği olarak karşımıza çıkar.

Arkaik toplumsal varoluş koşullarda -ki bir çeşit doğa durumudur- sadece güçlü erkeklerin kadınlarla çiftleşme hakları vardı. Öte yandan, doğan bireylerden de sadece güçlü olanları yaşamaya devam edebiliyordu. Hayatta kalmayı başarmak her erkeğe çiftleşme hakkı tanımıyordu. Güç iddiasında bulunan, yani çiftleşmeye hakkı olduğunu iddia eden erkek savaşmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden çoğu erkeğin üreme gibi bir iddiası yoktu sadece doğuştan gelen tüketicilerdi onlar.

İnsanlar yerleşik hayata geçiş ile beraber farklı bir güç algısına sahip olmaya başladı. Yerleşik hayatın ilk yarattığı duyumlardan biri “korunma” duygusudur. Barınaklar insana yeni bir yaşam alanı sağladı ve zamanla barınaklar insanı doğadaki güç algısının dışına çıkaran bir güç oldu. Öyle ki, güçlü ve savaşmak zorunda olan bireylere ihtiyaç kalmamıştı. İnsan sayısı hızla artıyordu. Bu alandaki ilk gelişim diyebileceğimiz durum, kadınların çiftleşecekleri erkeği belirleme hakkıdır bence. Kadında gelişen bu irade, fiziksel olarak güçsüz erkeklerin ya da çiftleşmemesi gereken erkeklerin –kulağa tuhaf gelebilir ama- kadınların tahakkümü altına almasına yol açtı. Kadınların belirleyici olduğu bu dönem ilk ve belki de son demokratik süreçtir. Kadınların yığınları üretme hakları ellerinden alınacaktır ama.

Gelişen bu kadın uygarlığı içinde Kabil ve Habil mitosu bir kırılma noktasıdır, bir tepki hareketi olarak Kabil’in Habil’i öldürmesinden söz ediyorum. İlk insanca/insani eylemlerin başlangıcıdır bu. İnsanlar kendi türünden olan birini düşünsel bir sebeple ya da inandığı bir değer uğruna yaşamına son verebilme hakkı elde etmişlerdir. Bu hak insanları birbirlerine karşı bir savaş mantığı içinde konumlandırmıştır. İnsanlar yaşam mücadelesinden ya da türsel bir süreklilikten çok, artık birbirlerine karşı savaşır hale gelmişlerdir. Üremek için seçici olmayan kadının iktidarı insanların birbirlerini öldürmesi ile sona ermiştir.

İnsanların inançlar/değerler uğruna karşı karşıya geldiği, mutlak bir güce tabi kılındığı yeni bir düzen gelmişti. Büyük ihtişam sahibi kralların, zorba tiranların, güçlü kabile şeflerinin icraatları, toplumsal yaşamı çekip çeviren gücün erkek bedeninde cisimleşmesine neden oldu. Erkekler ancak kanlı savaşlarla bu gücü ellerinde tutabiliyorlardı.

İktidar, insan öldürmeye gücü olanın eline geçti. Erkekleri savaş alanına sürme hakkı elde edilmişti, bu güç pek çok erkeğin yaşamının gasp edilmesiyle sonuçlandı. İnsanların çoğu zorunlu olarak savaş meydanların da bulunduklarının bile farkında değildi. Kadınların çiftleşebilmeleri için fazlaca seçenekleri kalmamıştı artık. Savaşamayacak olan erkekler insan neslinin devamlılığında önemli bir rol oynamaya başladı. Diğer bir olasılık da kadınların vahşi savaşlarda erkekler tarafından tecavüze uğramalarıydı. Savaş, kendi karşıtını şu ya da bu şekilde üretmeye devam ediyordu.

İktidar, yığınların yükselişiyle değişime uğradı. Kölelik ve efendilik inancının hüküm sürdüğü kamusal bir düzen ortaya çıktı. Efendiler sahip oldukları kölelerin tüm yaşam haklarına sahiptiler. Kölelik bir çeşit ‘insan-lık karşıtlığı’ olarak ortaya çıktı. Zira insan, insan tarafından ehlileştirilebilecek, faydalanılabilecek bir hayvan olarak görülmeye başlanmıştı. İnsanlar, insanları farklı bir tür olarak görmeye başladılar. Hüküm sürmek, tahakküm tesis etmek, güç uygulamak uygarlığın karakteri olmuştu.

İnsan sayısı o kadar artmıştı ki, savaş olmasına rağmen insanlar barış zamanlarında yaşadıklarını zannediyorlardı. Nietzsche “barış o kadar uzun sürdü ki lüks bir kılıç gibi hepimizi kesti,” der. İnsanlar sadece barış zamanlarında kendi bedenleri üzerinde iktidar olma yetkinliği elde edebiliyorlardı. Bu hâlâ da böyledir. Barışın hüküm sürdüğü tüm uygarlıklarda eşcinsellik olağan bir durumdu. Savaşmayan erkek, bedeni üzerinde öyle ya da böyle söz sahibi olabiliyordu.

Nietzsche “ruh bir zamanlar her şeydi, derken insanlaştı, şimdi de yığınlaşıyor” der. Bu saptamasıyla, esasında iktidarın dönüşümünü dile getirmektedir. Nietzsche’nin söyledikleri geçmişin iktidarlar olma biçimlerini anlamak için iyi bir hareket noktası olabilir. Ne var ki, Lou Salome’nin yaşantısının günümüz iktidarının şekillenmesindeki rolünün altını çizmek de mümkün. İkisi de bir çeşit entelektüel ürün olarak çıkar karşımıza. Entelektüelliği yaşam için vazgeçilmez bir unsur haline getirmişlerdir. Düşünen bir bedenin, doğal olarak üremesi gerekmiyordur artık. Bunu yaparak düşünceyi, cinsiyet sorunsalının karşısına oturtmuşlardır. Düşünen insan cinsiyetsiz bir kimlik yaratmıştır.

Lou Salome, kadın özgü olduğu iddia edilen bütün nitelikleri reddetmiştir. Bu radikal red sayesinde iktidarın yeni bir şekilde bedenselleşmiş hali olmuştur âdeta, zira doğal seleksiyona ya da savaş mantalitesi yaratan düşünceye karşı, kendi bedenini düşünce objesi haline getirme sürecini başlatmıştır. Geleneksel üreme endeksli kadın erkek ilişkisine karşı, kadının bedeni üzerinde hüküm sürmesi algısının geçerli olmasından söz ediyorum. İlk “öteki” kişiyi, nihayet kadın ve erkeğin karşısına oturttu Salome. Böylece üremeyen kadın -ki artık kadın denilebilirse- alternatif bir iktidar mantığı yarattı. Erkek artık her kadınla üreme hedefi ile çiftleşemiyor ve dünyada bu türden kadınların sayısı giderek artıyor.

İktidarın değişimi, elbette bedenin de değişimidir. İnsan bedeni iktidarın temel karakterleri arasındadır. İnsanların çiftleşme hakları olduğu gibi çiftleşmeme hakları da vardır. Eşcinsellik karşı cinsin varlığına göre şekillenir. Lakin transseksüellikse -bir tür olamayacağını bilmesine rağmen- kişinin kendi bedenine karşı konumlanmasıdır. Kendi bedenini seçme hakkını elde etmek ister.

Nietzsche’ye göre, “özgürlük ne yapmak istediğin değil, kim olmak istediğindir.” Kişi kendisi üzerinde mutlak iktidar olma yolundadır. Bedenini belirleyebilme süreci, heteroseksüel üretkenlik karşısındaki yerini almıştır: iktidar mekanizması bedene bütünüyle nüfuz etmiştir.