Yıkıntı

Bitmek bilmeyen bir sürece dönüşen yasın coğrafyası olagelmiş bir ülkenin çocuklarıysak, ruhumuza sirayet eden “welat”ın çığlığını gönlümüze saplamak üzerine söylenebilir bir şeyler arıyorum. Mefhumların mel’unluğu üzerine bir şeyler söylenebilir mi? Yokluktan göz göz olduk, kan ve revandan taş kesildik. Kanın ve revanın acısını yaşamaya dahi müsaadesiz bir iradeliliğin, bir tür deliliğin, dayatılmış ve öğrenilmiş bir küntlüğün kucağındayız. Peşimizi bırakmayan buhranlar doğuran savaş için ne söylenebilir? Söylenebilir bir şeyler olduğunu varsayarak bunları gözle görünür/okunur bir hale getirmenin küstahlığını düşünüyorum. Yazmak, küstahça bir eyleme dönüşebiliyor savaş koşullarının kilometrelerce ötesindeyseniz. Bu kilometrelerce ötesindeliğin de kendi içinde yarattığı koşulların yüklüğüne dönüştüyseniz, örneğin. Yüklüğe dönüşmek, sevmeyi sürdürme becerisini dahi öldürüyor.

Deliği ve deşiği devlet eliyle açılmış hanelerin sayıya vurulması, ayıbın kederine dönüşmüşken bu ölüm nedir ki, diye düşünebiliyoruz. Yükselen nâlelerin yanında -kıyasa vurmanın utancını yaşayarak- sevmeyi sürdürme becerisinin yitmesine acı duyabilememeyi düşünmek nedir ki? Malumu gerçeğin, bireysellik kıyasını kendimize dayatmamanın suça dönüşebildiği bir toplumsallığın içindeyiz “biz”. Sevmeyi sürdürebilme becerisini yitirmen veya reddetmen zorunlu hale gelir; yaşamayı lokma lokma, tadını çıkara çıkara arzuluyorsan, o lokmalar boğazına dizilir. Çünkü yandığın şeyler, kıyas toplarıyla vurulur. Sabahmış gibi gözüken öğle vakitlerinde, yaya geçitlerinde, evden uzak pastanelerde kendini Hîvron dinleyerek ağlıyor bulursun. Acıyı kıyaslayacak bir koşullar bütününe zorlanıyoruz. Anlıyor musun, kardeşliğin imkânlar dahilinde olmadığı sırrına varamayan? Anlıyor musun, henüz sevmeyi sürdürebilme becerisini yitirecek veya reddedecek bir zorunlu buhrana düşmemiş olan? Tane tane yok edilen “insanca”lıklarımız var; hakikatin mecaza döndürüldüğü kof insancalıklara talim edemeyecek kadar tükenmeye meyilliyiz, havası zift gibi şehirlerde. Bu tükenme, varolduğumuza inanmakta güçlük çektiğimiz günler getiriyor. Bu günler, bir iç yıkıma yaraşınca şehrin havasına cuk oturuyor. O havayı soluya soluya yıkıntı aşığı kimselere bürünüyoruz. Yıkıntıya yanaşma ve bir silsile halinde kendi yıkımını sürdürme istenci savaştan bağımsız değil. “Biz”ler için değil.

“Bir yıkıntı, rastlantı sonucu oluşmuş estetik bir nesnedir. Kuşkusuz, güzelleştirilmesi amaçlanmamıştır. (…) Yıkıntı aşağıya, yığına yönelmiştir. En güzel yanı çöküşe karşı ayakta kalan bölümüdür.”[1]

Bir “rayında”lık olmayan yanılgılar toplamına dönüşebiliyoruz. Yanılgının, yıkıntıdan içeri olduğunu anlatmak takatine de sahip değiliz. Gündelik, pratik hislerimizi bile kaybediyor oluşumuzun korkunçluğuyla yüzleşmeye gönüllü oluyoruz, bazı bazı. “Rastlantı sonucu oluşmuş estetik bir nesne” olarak da olsa, şu son süreçte, varız. Kaç, çöküşe karşı ayakta kalan bölümünün güzelliğine kaç!

Bir ağıdı yarıda kesmenin vebalini boyunlarına cevşen sanıp konduranların dünyasında kaç metre karelik yerimiz var? İki zılgıt arasındaki mesafeyi, doğum ve ölüm zılgıtları arasındaki mesafeyi kısaltmayı bir güvenlik marifeti olarak görenlerin dünyasında kaç güzel şarkı daha söylenebilir? Bir ağıdın tekrirleri gibi yaşıyor ve yıkıntılaşabiliyoruz. Yıkıntılaştığımız için af dilemek zorunda hissetmenin hapisliğinde daha kaç toplumsal sabah göreceğiz?

[1] Édouard Levé’nin İntihar’ından.