İsim Şehir Eşya Bitki Hayvan

Küçükken bu oyunu herkes oynamıştır değil mi? Lakin girizgâhımızda bu masum oyundan uzun uzun bahsetmeyeceğim. Olsa olsa sadece yazının başlığı olur. Çünkü son günlerde gündeme gelen Hakkâri ve Şırnak’ın taşınma mevzusu benim aklıma daha tuhaf bir şeyi, yıllar önce arkadaşlarıma absürt espri olsun diye zaman zaman kastığım garip diyaloglar manzumesini getirdi. Ana hatları da aşağı yukarı şöyleydi: “Duydun mu, Alsancak Karşıyaka’ya, Güzelyalı da Kadifekale’ye taşınıyormuş?” (İstanbullular benim saydığım semt isimleri yerine Şişli, Kadıköy, Taksim’i, Ankaralılar da Ulus, Cebeci, Kızılay ya da Eryaman’ı koyabilirler.) Eğer olur da karşımdaki sırf can sıkıntımı gidermek ve onu da bu suç ortaklığına dahil etmek için saçmaladığımı anlamaz ise boş bulunup bana, “Nasıl yani? Caddeleri, sokakları da mı? Olur mu öyle şey? Evleri nasıl taşıyacaklarmış peki?” gibisinden mantıklı sorular sorardı. Ben de semantik öğeleri birbiriyle bağdaşmayan bu tuhaf eğlenceyi sürdürmek için hayal gücümü çalıştırıp, “Dev vinçler inşa etmişler, binaları onunla taşıyacaklarmış. Cadde ve sokakları da halı gibi rulo yapıp götüreceklermiş,” diye cevap verip iyice gerçeküstü ve fütüristik âlemlere yelken açardım. Bir nevi steam punk manzarası anlayacağınız. Hiç var olmamış fantastik bir evren. Ta ki karşımdaki niyetimi anlayıncaya kadar. Nereden bilirdim ki günün birinde “Kanal İstanbul” diye bir proje gündeme gelecek, sadece topografik öngörülerle ciddi ciddi bir coğrafya parçasının kaderi tartışılacak. Birilerinden şunu duymayı ne çok isterdim halbuki: “Günaydın kardeşim. Her şey kötü bir şakaydı!”

Ermeni aydınlar Abdülaziz’in saltanatı sürerken yaşadıkları ve çoğunlukta oldukları bölgelerin devlet eliyle ıssızlaştırıldığından şikâyet ediyordu. 1915’ten daha kırk yıl önce neredeyse manüfaktür üretim düzeyini aşmaya meyilli zanaatkâr bir halkın başına gelenlerin, memleketimizdeki çoraklığın ana müsebbibi olduğu herkesin malumudur. Verdiğimiz bu küçük örnek bile yaşadığımız coğrafyada sadece rastgele günlük politikaların değil, bilakis sürdürülebilir bilinçli bir toplum mühendisliğinin o çağda bile ilk nüvelerini göstermesi açısından son derece kıymetlidir. Çünkü baş edilemeyen ve bir türlü çözüme kavuşmayan sosyal sorunlar hep bu türden inkâr et, bıktır, göç ettir, ıssızlaştır politikası ile hitama erdirilmeye çalışılmıştır. Zaten Osmanlı’nın “hasıraltı” çözümü de çok meşhurdur. İttihatçıların zamanında kesin yok etmeyle sonuçlanan bu eylemler silsilesinin bazı aşamalarında ise trajikomik birtakım uygulamaların var olduğu da herkesçe bilinen bir gerçektir. Ermenilerin çoğunlukta olduğu yerlerde alicengiz harita oyunlarıyla ve yeni idari bölümlemelere giderek demografik yapıyı olduğundan daha değişik göstermek ise en bilinenidir. Yine o devre ait ufak bir anekdot da bütünü göstermesi açısından önemlidir. Bir Ermeni müteşebbis imalathanesinde kibrit üretmektedir ve markası da Ermenistan Kibritleri’dir. Tabii devlet nezdinde böyle bir yer olmadığından sakıncalı bulunur, yasaklanır vesaire vesaire. Sonu acıklıdır. Sadece Vilayet-i Sitte’de değil tüm yarımadada korkunç bir yıkım söz konusudur.

Eğer tarihten ders alacaksak, hem Osmanlı İmparatorluğu hem de bölgedeki halklar açısından tam bir fiyasko olan, özünde buna benzer ama çok daha değişik olgular da mevcuttur. Selanik, Manastır ve merkezi Üsküp olan Kosova illeri 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı idarecileri tarafından Makedonya lafı telaffuz edilmeden Vilayet-i Selase olarak adlandırılıyordu. Çünkü padişah Abdülhamit’e ve bürokratlarına göre maazallah bölgeye kazaen bile Makedonya denirse pusuda bekleyen yabancı devletler ne yapmazdı? Oradaki sorunları çözmek ve dış ülkelerce imparatorluğa dikte ettirilecek idari bir muhtariyeti (bunu özerklik olarak okuyalım) önlemek için alınan birtakım ıslahat planlarının en başta geleni de askerî yönden alınacak tedbirler ve merkeziyetçiliğin kuvvetlendirilmesiydi. Sultan Abdülhamit’in can düşmanı İttihatçılar da sonradan iktidarı ele geçirince değişen bir şey olmamıştı. Onlar da somut bir politikaları olmadığından eskiyi sürdürmekte beis görmemişti. Sosyal alanda bir şeyler yapmak ve halkları "birliğe özendirmek" için çabalamak yerine sırf askerî alanda tedbir artırmak tercih edilir olmuştu. Bilmem şöyle söylemek yanlış olur mu? İttihatçılar Abdülhamit’e rahmet okutacak kadar beceriksiz olduğundan bizim memleketin makûs talihi her gelenin bir öncekilerin politikasını aynen sürdürmesi, fakat politik beceri konusunda seleflerini mumla aratıyor olmasıydı herhalde. Neyse, şimdi ironinin ya da kara mizahın sırası değil. Makedonya çatır çatır parçalanıp iki dünya savaşı arasında birbirinin kanına susamış ulus devletler meydana geldiğinde, Osmanlı bölgeyi çoktan terk edip oradaki vatandaşlarını kendi kaderleriyle baş başa bırakmıştı. Doksanlardaki Bosna savaşı sırasında anneme sormuştum, “Anne, peki zamanında Sırplarla nasıl bir arada yaşıyordunuz?” diye. Annem de önce cevap vermek istememiş, sonra, “Bizim zamanımızda Makedonya’da Sırplarla gayet iyi geçinirdik. Asıl maraza Bulgarlarla çıkardı,” demişti. Merak edip üstelemiştim: “Ne yapıyorlardı ki?” Cevabı şöyleydi: “Ne çektikse onların büyük burunluluklarından çektik. Almanlarla beraber geldiklerinde bize hep ‘Aslında Makedonya bizim, siz de bizim parçamızsınız,’ derler, kafalarına göre köylerimize, dağlarımıza başka isimler takarlardı. Denetim yapıyoruz bahanesiyle de dükkânlarımızı yağmalarlardı. Harp zamanı herkes fakir ve zebun düşmüştü. Müslüman evlerini dolaşıp sözde sağlık taraması yapıyoruz diye mahalledeki tüm kızların saçlarını makineyle sıfıra vurmuşlardı.” Annem sözlerini bitirdikten sonra anlamadığım bir dilde bir şeyler söylemişti. Ne diyorsun diye sorduğumda da, “Boş ver, sen anlamazsın. Bizi muhacirliğe düşüren kaderimize Sırpça, Arnavutça karışık sövdüm,” demişti.

Anlaşılan aradan geçen uzun yıllarda değişen fazla bir şey olmamış. Coğrafyamızın bir parçası tarifsiz acılar içinde kıvranır ve oranın halkı yerinden, yurdundan olurken biz hâlâ vilayet merkezlerini değiştirmekle, soruna kent uzamı açısından yaklaşmakla uğraşıyoruz. Bakalım Anadolu halkları olarak ileride torunlarımıza ne anlatacağız. Yeter ki sözlerimizin sonunu birkaç dilden karma küfürlerle bitirmeyelim.