Adaletin Zamanı Yoktur, Canavarın da
Hukukun, bir adalet aracısından ziyade, normlar, ihlaller ve yaptırımlar üçgenine sıkıştırıldığı dar zamanların, onu siyasetin operasyonel mekanizması kılması diye bir şey belki hep vardı tabii. Çünkü en çok da anayasalar, insan derisiyle kaplanmıştı.[1] Çünkü hukuk, en çok da sınır aşımlarını gizlediğinde hukuktu, yaptırım gücündeki o cebri en çok da örttüğü ve gizlediği ihlalleri yok saymasıyla, onlar hiç olmuyormuş da ama her an olabilirmiş tehdidini sahici kılmasıyla kazanabiliyordu. Çünkü yasa, ihlal edilmemesi gerekendi ve tabii yasanın sakladığı dili, hep ihlallerin ardı sıra gelirdi. Kanun lafzının, yasa hafızlığına devredilerek işletilmeye çalışıldığı bir hukuk, adalet tesisiyle değil, yap-bozlarla örülü bir tesisat olarak yargı mekanizmasının inşaatıyla ilgiliydi daha çok. Ama sığındığımız olmasa da asgari düzeyde varlığını hissetmemiz gereken hukukun, bir kılıf olarak bile bereketli olamadığı bir an da mümkündü. Türkiye’nin son “Anayasa İmtihanı” en çok da bunun bir göstereni, kanunun bile siyasetin beyhude tartışmalarını örtmekte yetersiz kaldığının ikrarıydı.[2]

Hukuk ve yasalar, duygulardan ve tarihten azade, teknik, soğuk, steril metinlermiş gibi duruyordu. Gökten bir hale gibi yeryüzüne inen ve mutlak gücünü, insanın duygu sınırlarına çekilememesinden alıyor gibiydi. Bir tarihselliği yokmuş da, geçmişi ve geleceği bağlayıcı bir her şeye kadir, evrenselliğini dokunulmazlığından alan kutsal metinlermişçesine ayakta tutulmaya çalışılıyordu. İşin ilginci, adalet değil, hakikat değil, değerler ve ilkeler değil de; kanunlar “inanılan” şeylermiş gibi, bütün tarihsel ve politik bağlamından koparılarak yeniden üretiliyordu. Kanunlara inanmak, adaletin ve hakikatin bir önkoşulu, bir yeter-şartıymış gibi, insanın sınırlarından uzaklaştıkça daha da büyüyen bir büyük resimdi. İstenen suça istenen failin itinayla bulunabildiği[3] ülkemizde, krizlerin ve bunalımların, sorunların ve çatışmaların yegâne sorumlusu da siyasal iktidarlar değil de anayasalardı tabii. Siyaseten sorumluluk almanın acziyeti, bütün siyasi sorumluluğu, sistem içinde bir dokunulmaz ve devasa resim olarak yeniden inşa edilen hukuka ve anayasalara tevdi etmenin mutlak bir aracıydı.[4] Çünkü o anayasa, nedense bize hep bol geliyordu.[5] Hevesle kesilip biçilen bir elbise olarak o anayasaların kurduğu yargının, adalet kelimesiyle değil de teşkilat ile ifade edilmesi, hukukun belki biraz da taş üstünde taş bırakmadıktan sonra, metin üzerinde taşları yerine oturtmaya çalışan müteahhitler bilimi haline gelmesiyle alakalıydı. Ama tabii, “Bugün içinde nefes almaya çalıştığımız hukuksuzlukla, o hukuk arasında bağ yokmuş gibi yapamayız.”[6] Çünkü cezbenin birleştirdiğini hukuk itinayla ayırıyordu.

 Bu şantiye haline getirilmiş siyasal iklimde, Türkiye son imtihanını anayasa ile veriyor. Murat Sevinç’in Türkiye’nin Anayasa İmtihanı diyerek anlattığı bu süreç, Cumhurbaşkanlığı-Başkanlık tartışması ikiliğine hapsedilmeye çalışılan, ama aslında hukukun da politik olduğu, anayasaların teknik inşaat metinleri değil, belli bir tarihselliğin içinde doğup şekillenen, siyasal iktidarın güç kavgalarından azade olmayan metinler olmasıyla da ilgiliydi. İletişim Yayınları’ndan çıkan çalışmasında Sevinç, bütün bu tartışmaları anayasa hukuku terminolojisinin bilimselliğinin yanında, siyasal ve disiplinlerarası bağlarını açığa çıkararak uzanıp dokunulması imkânsız bir kutsal olarak değil, hepimizin bir ortak keseni olarak ve kendi ifadesiyle “gürültüden duyulmayan seslerden biri”[7] olarak ele alıyor. Ama Murat Sevinç, anayasa hukukunun iç içe girişlerini, tarihsel olandan taşanların anayasalara yansımasını, dışarıda bırakılanlarla, içeride tutulanları, hukukun sustukları ve söylediklerini aynı görüntü içine öyle itinayla yerleştiriyor ki, bütün bu anayasal gürültüyü yararak bugünlerin kaydını tarihe düşüyor. “Belki biraz inattan, biraz da umutlu olma gerekliliğinden,” derken, siyasal olanın anayasayla sınırlı olmadığını da anlatıyor, anayasa hukukuna özgül ağırlığını vererek; ona, siyasetten taşanların bir toparlayıcısı olarak bakıyor. Anayasaları, onun birincil muhataplarının düzlemine, derisiyle kaplı olduğu insanların sınırlarına ve tarihsel serüvenine yeniden yerleştiriyor. Bir açıklama çabasını, bir düşünme endişesiyle beraber kurarak güncel tartışmalarla keyifsiz hale getirilen bir disipline, kendi bağlamını kazandırıyor. Hukukun ve adaletin zamanını, her zaman olarak tarih cetveline koyarken, kanun devleti bile olamayan bir siyasi iklimin açıklarını, egemen hukukunun dilini de kullanarak ifşa ediyor. Anayasaları birbiriyle çarpıştırarak konuştururken, politika bile olamayacak güncel siyasetin kıyısından sızanların bir anayasa metni haline getirildiği yerde, o anayasaların en çok da tarihin yükü ve insanın derisiyle kaplanmış olduğunu hatırlatıyor.

Anayasal Dönemeçler

“Türkiye’nin izlediği siyasal ve yönetsel süreç, dar anlamıyla bir Anayasal süreçtir. […] Türkiye tarihinin belli başlı dönemeçleri ayrı anayasal dönemler olarak belirmiştir,” diyor Muzaffer Sencer.[8] Hukukun dokunulmazlık zırhıyla değil, politik olanın cezbesiyle örüldüğü hakikati, en çok da bütün siyasal sürecin dar anlamda bir anayasal süreç olduğunun tespitinde görülüyor. Çünkü anayasalar, toplumsal geleneklerden de, hakim inançlardan ve sınıfsal mücadelelerden de, ekonomi ve politik arzuların kendisinden de sıyrılarak yapılamıyor. Bir çarpışmalar dizgesi, birbirine ve kendi sınırlarına çarpa çarpa ilerleyen, oradaki etkileşimin kuvvesinden nefes alabilen, en çok da ayaklarının bastığı toprağa dayandığında yatağını bulabilen canlı bir yasa olarak, siyasetin ve hukukun bazen bir açmazı bazense imkânı olarak duruyor. Anayasalar aynı anda sınırları ve sınırsızlıkları, krizleri ve imkânlarıyla, toplumsal belleği, tarihsel ve siyasal olanın eliyle yansıtıyor. 1876’dan bugüne hâlâ konuşabiliyor olmaları, kasten konuşturulmaya çalışılmalarından ziyade, canlılıkları ve toplumsal olanla temaslarıyla da ilgili. Hukuk doktrinini insandan azade kılmaya çalıştıkça değerinin ve evrenselliğinin arttığını düşündüğü yasalar, en çok da insanın imkân ve sınırlarına çekildiğinde kendi sesini bulabiliyor. Bülent Tanör, “Dolayısıyla, Anayasa koyucusunun dışladıklarının gözardı edilmesi ya da onun tanıdıklarıyla yetinilmesi sakıncası hep vardır,”[9] derken, anayasaların sadece söylediklerini yansıtan ayna metinler değil, sustuklarıyla ve imalarıyla da konuşan, sadece içerisine aldıklarından ibaret değil, dışladıklarına da söz gücü veren çok boyutlu metinler olduğunu söylüyordu. Murat Sevinç’in kâğıt üzerinde olanlarla demokrasi arasında doğrudan bir korelasyon kurulamayacağını ifade ederek açıkladığı, karşılaştırmalarla ve biri diğerine yansımalarla tarihselin bağlamına ve oradan güncelin kıyısına oturttuğu anayasa tartışmaları, sadece anayasal lafziliğe hapsolmadan, süreçler arasındaki gelgitleri ve neden sonuç ilişkilerini de yansıtarak bütün anayasal krizleri açığa çıkarıyordu. Çünkü Tanör’ün dediği gibi:

“Oysa hukukçunun hiçbir ülke ve dönemde vazgeçemeyeceği ödev, eleştirici bir bakışa sahip olmak, yasasıyla, anayasasıyla ve yargıcıyla, olan hukuku yargılamak ve sorgulamaktır. Yani Sokratvari bir yasaya tapma değil, yazılı olmayan ve dolayısıyla silinmez yasalar adına haksız buyruk ve kurallara karşı koyan Antigone tavrını göstermek.”

Türkiye’nin Anayasa İmtihanı, en çok da siyasal iktidarın, Anayasa’yı oldu-bitti anayasa yapım yöntemi ve makbul hukukçuları eliyle kanun hafızlığı ve kes-yapıştırlarla kotarmaya çalıştığı bir yerde, bir son ve asıl söz olarak, Anigone tavrının bir notu ve kaydı olarak da duruyor.

Siyasal sistemin, tek adamların fıtratından mülhem anayasaların kaderine terk edilmesi; 1982 Anayasası’nda ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, yüzlerce karar ve yasa ile 12 Eylül rejiminin hiç geçmeyen hukukuyla biçimlendiği gerçeğine bir bakış sunuyor Türkiye’nin bu imtihanı. Ama en çok da anayasal bir sistemin yalnızca anayasadan ibaret olmadığının yinelenmesiyle, anayasa metnini tartışmanın, bütünün yalnızca bir parçası olduğunu hatırlatıyor Sevinç. Çünkü siyasetin, istediğinde hukuku parçaladığı anlarla, anayasa yapım tarihinden fragmanlarla, cumhurbaşkanının siyaseten yerleştirilmeye çalışıldığı yerin sündürüldükçe sündürülen istikrarsızlık kılıfından ziyade, on beş yıldır tek başına iktidar olan bir siyasi partinin, içine doğduğu Türk sağının bir hayali olarak adım adım kurgulandığını gösteriyor.[10] Tanıl Bora, “Başbakan Kendine Bir Millet Seçiyor” dediğinde, “Başbakan tarafından seçilmemiş olan halk, marjinallik tehdidi altındadır,” da demişti.[11] İktidarın toptancı aklıyla ve bir torbada siyasetin dışına çıkarılan bu marjinal halk, artık hukuk sistemi ve meclisin de dışında, orada temsilen bile olamayacak kertede tesviye edilirken, anayasa metni tartışmalarının, bütünün yalnızca bir parçası olduğunu hatırlatıyor Sevinç. Anayasaların, sözde de olsa kapsayıcılığının bir ifadesi olarak geçirgenliğini, soyut da olsa bir herkes içinliğini, siyasal iktidarın geçişkenliğini bildiği için koyduğu tarafsızlık ilkesini; darbeleri fırsata çevirerek anayasa değişikliği kılıfıyla bertaraf etme gayretinin, görünmez değil, tam aksine bütün kurnazlığıyla görünür olduğunu ifşa ediyor Türkiye’nin Anayasa İmtihanı. Bugünün tali gündemiyle sınırlı olmayan anayasa tartışmalarının, tüm kopuşlarıyla beraber, siyasal iktidarın dünü ve bugününden bağımsız olmadığını gösteriyor. Sadece cumhurbaşkanlığının değil, yasamanın, yürütmenin ve yargının birbiriyle ilişkileri ve bütün olarak siyasal sistem içindeki konumu itibarıyla, tek bir kişinin fıtratına terk edilmesinin, onu kendi kaderine terk etmekten farklı olmadığını açıklıyor. “Adaletin bir zamanı yoktur. Ötekinin yüzündeki, iyi ve hukuk arasında ertelenmiş adalet, daima ya gelmek üzeredir veya zaten gerçekleşmiştir,” diyordu Douzinas. “Canavarın, zamanı yoktur,” diyordu Turgut Uyar.[12]

Askıda anayasa uygulamasıyla, her isteyenin kendi fıtratınca anayasa değişikliğine gittiği, eğip büktüğü, kesip biçtiği, yansıttığı veya dışladığı, imkân haline getirdiğinde kutsayıp tökezlemelerinde sorumlu kıldığı anayasalar tam da bu yüzden sündürülen metinler oluyor.  Ece Göztepe’nin ifadesiyle, “Yani biz niye hep anayasayı tartışıyoruz. Niye hep en soyut tartışmayı yapıyoruz ama anayasanın somutlaştırılmasına hizmet eden yasalara ve bunların uygulamasına bakmıyoruz?”[13]

“Savulun Anayasa Geliyor”

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle mucizevi şekilde kurtulacağımız en büyük sorunlardan biri de çift başlılık.[14] Bir yönetim biçimi olarak çift başlılıktan ziyade, bir ejderha özelliği olarak çift başlılığın, anayasal tartışmalarda bir izdüşümü de var. Çünkü çoban-hükümdarların hizmetkâr olduğu bu yerde, askıda anayasalar, milli irade eliyle bir dönüşüm aracı olarak da işlevsel. Sema Kaygusuz’un yazdığı üzere, “Çobana gelince, ejderhaya dönüştükten sonra bir daha asla sürüsüne kavuşamaz. Onun için dünya bundan böyle sadece avdır.”[15] Hürriyeti, hür olduğu için “hürrüyet” olarak okuyan Anayasa Hukukçusu Bülent Nuri Esen, gözaltına alınmasına kadar gidecek süreci, kapısında nöbet tutan sağcı öğrencilere, kalpağını çıkarıp sol eli havada “Savulun, Lenin geliyor,” diyerek başlatmıştı.[16] “Evet”in, bir seçim hakkından ziyade, bir emir telakkisi olarak örüldüğü yerde, askıda anayasaların, “savulun” kindarlığı ve toptancılığıyla inşası da mümkün. Bize dair hiçbir şey söylemeden, bize dair her şeyi söylemiş olması da ihtimal dahilinde, tam da böyle. Ama Sevinç’in ufuk açıcı bir ustalıkla ifade ettiği gibi, “Hiçbir anayasa, boşlukta durmaz. Ait olduğu ülkenin toprağından çıkar ve o toprağın niteliklerini barındırır.” Türkiye’nin Anayasa İmtihanı’na yazılacak en güzel cevap kâğıdı da, “Hayır, Türkiye Bir’den büyüktür.”[17] Çünkü hürriyet, hürdür.

                       



[1] Tarık Zafer Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Arba Yayınları, 1988 (2. Baskı).

[2] YSK’nın kendi yasasının hükmüne rağmen mühürsüz oyları geçerli sayması, siyasetin bir örteni olan hukukun bile kılıf olmakta yetersiz kaldığı bir an olarak tarihe düştü.  Bu konudaki teknik açıklama için. Kemal Gözler, “Mühürsüz Oy Pusulası Tartışması”, http://www.anayasa.gen.tr/muhursuz.html

[3] Sevgi Soysal’ın ifadesi, Bakmak, İletişim Yayınları, 2016 (3. Baskı) s. 22.

[4] 1961 Anayasası’nın, siyasal iktidarlara ve politikalarına hiç bakılmadan tüm siyasal krizlerin sorumlusu olarak sunulmasının bir eleştirisi için. Muzaffer Sencer, “12 September and Its Aftermath: From the Perspective of Human Rights”, TODAİ Turkish Yearbook of Human Rights Dergisi, 1988; Mümtaz Soysal, “Suçsuz Anayasa”, Forum Dergisi, 1 Ağustos 1960.

[5] Anayasa’nın bolluğuna ilişkin. Muzaffer Sencer, “1980’e Kadar Türkiye’de Siyasal ve Anayasal Süreçler”, Amme İdaresi Dergisi, Aralık 1984; Altan Öymen:  http://www.radikal.com.tr/yazarlar/altan-oymen/1961-anayasasi-bu-elbise-bize-bol-geliyor-diye-degistirildi-825943/

[6] Aksu Bora, “Cezbenin Birleştirdiğini Hukuk Ayırmasın”, Birikim Güncel, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7465/cezbenin-birlestirdigini-hukuk-ayirmasin#.WP28O9KLSM8

[7] Murat Sevinç, Türkiye’nin Anayasa İmtihanı, İletişim Yayınları, 2017, s. 10.

[8] Muzaffer Sencer, “1961 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na”, TODAİ İnsan Hakları Yıllığı Dergisi, 1984, sayı 5-6.

[9] Bülent Tanör, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, BDS Yayınları, 1990 (1. Basım),  s. 15.

[10] Bu konuda. Bahadır Türk, Muktedir: Türk Sağ Geleneği ve Recep Tayyip Erdoğan, İletişim Yayınları, 2014, (1. Baskı). Buradaki bir tespit için. “Erdoğan’ın hizmet siyaseti, bir yandan ücretsiz tablet/ bilgisayar dağıtmaya, öbür yandan o tablet ya da bilgisayar vasıtasıyla girilecek internet sitelerinin kısıtlanmasını meşru göstermeye dayanır. Bu anlayışın, bu perspektifin dayandığı kritik kavram ise hizmet siyasetinin hedefi ve dayanağı olarak millet ve onun iradesidir”, s. 226.

[11]Tanıl Bora, “Başbakan Kendine Bir Millet Seçiyor”, Birikim Güncel,                                http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/727/basbakan-kendine-bir-millet-seciyor#.WP0ecGmLTIU

[12] Costas Douzinas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları: Eleştirel Bir Yaklaşım, Notabene, 2016 (2. Baskı)  ve Turgut Uyar, “Geçmiş Gelecek Zaman”.

[13] Ece Göztepe ile Söyleşi, “Demokratik Bir Anayasa Toplumsal Vasatın Üstüne Çıkmak Zorunda”, Söyleşen: Dinçer Demirkent-Mutlu Arslan, Ayrıntı Dergisi, sayı 20, 2017 Mart-Nisan.

[14] Tanıl Bora, “Çift Başlılık”, Birikim Güncel, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8234/cift-baslilik#.WP1Im2mLTIU

[15] Sema Kaygusuz, “Ejderhanın Cinneti”, Birikim, Nisan 2017, sayı 336.

[16] Uğur Mumcu, “Ölmek Hakkı”, Cumhuriyet, 1 Ocak 1976.

[17] Tanıl Bora, “Toplum, Kamu, Halk, Millet” Birikim Güncel,

http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8269/toplum-kamu-halk-millet#.WP3IZmmLTIU