Tarihe Hayret Etmek

                                                                                    

“Ben tümüyle yoldan çıkartıcıyım (ἄτοπος) ve yarattığım yalnızca şaşkınlıktır (ἀπορία).” Platon’un Theaitetos adlı diyaloğunda, Sokrates’ten duyarız bu sözleri. Sokrates, eleştiri etkinliğini yoldan çıkmak ve şaşkınlık olmak üzere iki uğrak bağlamında kavrıyor gibidir. Tefekkür hem mevcut düşünsel aksı sarsar hem de hayret ettirir. Sokratik girişim, tam da bu iki uğrağa çağıran filozofun girişimidir.

Daha önce İki Cihan Aresinde ve Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı kitaplarıyla okuyucuyla buluşan Cemal Kafadar, tam anlamıyla Sokratik bir tarihçi. Her eserinde zihninin hayret kapılarını açık tutmaya davet ediyor okuyucuyu. Son kitabı Kendine Ait Bir Roma; Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, bu davetin yinelendiği ve literatüre özgün katkılar sunan bir tarih kazısı. Kafadar bu eserinde, her günkü vasatiliğin tıkızlaştırdığı bazı popüler kavramların (millet ve vatan) geçmiş zaman içindeki alternatif anlamlarını yakalamaya çalışıyor. Hem yoldan çıkaran hem de şaşırtan bu esere biraz daha yakından bakmak, Kafadar’ın tarihçiliğinin önemini bir kez daha görünür kılacaktır.

Cemal Kafadar, kitabını “Teşekkür”, “Giriş” ve “Kendine Ait Bir Roma” adlı üç bölüme ayırmış. “Teşekkür” bölümünün içerdiği literatürel minnet ifadelerinin yanı sıra, bu bölümde Kafadar’ın Beyoğlu’nda yaşanan kültürel yağmaya değinmesi, akademiye yönelik kadrosuzlaştırma girişimini hatırlatması ve Emek Kahvesi ve Zencefil adlı iki mekânın kendi tinsel coğrafyasında iz bıraktığını okuyucuya sezdirmesi, daha ilk bölümde, Kafadar’ın modus vivendisinin çoğul uğraklar içerdiğini gözler önüne seriyor. Kafadar’ın düşünüşü ve yazma tarzı oldukça melez. O hem bir tarihçi hem bir edebiyat okuru hem de bir felsefe meraklısı. Bu bağlamda Kafadar’ın yapıtına dokunmak, doludizgin bir kültür ziyareti gibi.

Kitabın ikinci bölümü olan “Giriş”te, her şeyden önce tarihçiliğe dair metodolojik bir itiraz dile getirilmektedir. Hakim tarihsel perspektif, tarihsel dönemleri, verili bir zaman dilimi içerisinde homojen toplulukların yaşadığını varsayan tek yanlı anlatılarla açıklar. Bu anlatılar öteki kavramına ya da öteki olanı da kapsayan açıklama girişimlerine ya çok az yer verir ya da böyle bir durumu tümüyle engeller. Sözgelimi bütün bir Ortaçağ, skolastik düşüncenin hakim olduğu, dinî bazlı, gerici ve karanlık bir dönem olarak sunulur. Oysaki başka anlatılar, Ortaçağ tarihinin kesintilerle örülü olduğu, farklılıklar ihtiva ettiği gerçeğine kapı aralar. Bu bağlamda Canterbury Hikâyeleri daha Prolog bölümünde Epikurosçu bir toprak ağasının ve eski öğretileri sorgulayan bir keşişin tasvirine yer verir. Başka bir örnek İlahi Komedya’da karşımıza çıkmaktadır. Cehennem’in Onuncu Kantosu’nda Epikuros ve onun yolunu izleyenlerin mezarlarından bahsedilir.[1] Kafadar, tüm bu anlatı örneklerinin farkındalığıyla hakim tarihsel perspektifin aksine, sosyal olguların heterojen ve dağınık gerçeklikler olarak irdelendiği bir tarihçilik tarzına yerleşir. Ayrıca o, tüm bunların yanı sıra, yön ve son içerimli her türlü tarihsiciliği de dışlar (liberal kapitalizmin sonculuğu ve determinist küreselleşmeciliğin tarihin yönüyle ilgili dogmaları (ulus-devletler çöküyor vs.), Kafadar’ın eleştirisinin yüklendiği temel odaklardır).

Kafadar’ın bir diğer temel itirazıysa bugünün bazı olgularının geçmişte de aynı şekilde var olduklarını iddia eden ve fenomenleri taşlaştıran bir çeşit özcülüğe yöneliktir. Kafadar, kavramların tarih boyunca yaşadığı yerinden çıkmaların bile ne kadar hayret verici olduğunu belirtir. Örneğin “Giriş” bölümünün hemen başında Namık Kemal’ın “Hürriyet Kasidesi”[2] adlı şiirinde ve 1873’te İbret gazetesinde yayımlanan “Vatan”[3] adlı yazısında karşılaştığımız vatan ve özgürlük arasında kurulan olumlu ilişkiden söz eder Kafadar. Oysa bir nevi totaliter bir taşkınlığa dönüşen bazı küreselleşmeci yaklaşımlar artık vatanı neredeyse özgürlüğün mutlak karşıtı olarak konumlandırmaktadır. Dolayısıyla bazı algılar sandığımız kadar durgun değil. Kafadar’ın da belirttiği gibi “… hayret kapısını ardına kadar açık tutmakta yarar var. Vatan, il, yurt, ulus, kavim, millet, soy gibi kavramların geçmişi sürprizlerle doludur” (Kafadar, 2017: 19). Bu ayrıklıklar bizi tümden bir başkalığın olduğu iddiasına da sürüklememeli. Bazı şeyler gerçekten de çağlarca yaşar. Örneğin Kürt folklorunun önemli taşıyıcılarından dengbêjlerin, Osmanlı askerini günümüzde bile leşkerî rômî (Rum askeri) olarak anıp türkülere konu edinmesi, bazı geçmiş zaman algılarının çağları aşabildiğinin bir örneği olarak okunabilir. Dolayısıyla Kafadar ayrımlara, yoldan çıkmalara değinirken her şeyin, her anlamda yersiz yurtsuzlaştığını söylemekten de kaçınır.

Kitabın bu içerimlerle örülü olan “Giriş” adlı bölümü aynı zamanda kitabın ana meselesi olan Rumilik meselesinin sonraki bölümde nasıl ele alındığına dair bazı değiniler de içeriyor ve Kafadar bu bölümde bile, bu kimliğin algılanışıyla ilgili çeşitli verilerden söz ediyor. Kimlik tartışmalarının post-modern dönemin etkisiyle bir bağlamda suyunun çıkmış olduğu gerçeğini de kabul eden Kafadar, meseleye toptancı olmayan bir parçalılıkla değinmenin önemini vurguluyor ve Rumi kimliğinin tarihsel görünümleriyle ilgili anlatıya uğramak adına “Giriş” bölümünü noktalıyor.

Cemal Kafadar, kitabın üçüncü ve ana bölümü olan “Kendine Ait Bir Roma”da geleneksel tarih araştırmalarını, milliyetçilik ve hatta milletçilik, yani millet-merkezcilik gibi kategoriler üzerine inşa edildiği için eleştirmektedir. Bu anlayışın tam karşıtı ise Adorno’nun “Kültür Eleştirisi ve Toplum” (Adorno, 2004) adlı makalesinde ortaya koyduğu iddiayla ortak bir zemine oturmaktadır; Cemal Kafadar, yukarıda sözü edilen kategorilerle tarih araştırmaları anlayışına karşı çıkan ve ulus devletlerin çöküşü yanılsamasını (?) hoşnutlukla karşılayan birçok kimsenin bile, tarih yazarken başlıca analitik kategori olarak ulusal kimlikleri kullanmakta olduğunu söyler. Adorno, bunu destekleyecek şekilde “Kültür eleştirmeni, kültürden memnun değildir ve bu rahatsızlığını da yine sadece kültüre borçludur” demektedir (159).

Diğer taraftan Modern Türk tarih bilinci, Türklerin göçebe ve militarist bir kimliğe sahip olduğu, bozkır geleneğinin Türkleri hoşgörülü kıldığı, gittikleri her yerde “asgari kan dökerek gerçekleştirdikleri fetihlerin karmaşa ve zorbalık boyunduruğunda inleyen halklara düzen ve adalet getirdiği” (Kafadar, 2017: 62) iddiasını benimsemektedir. Bu millet-merkezcilik böylece devletçilikle desteklenmekte ve devlet kurma geleneği, Türk tarih anlatılarının temel kurucu ögesi olarak karşımıza çıkmaktadır…

Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine tam da bu gibi anlatılara karşı farklı bir perspektif, diğerlerinden radikal bir biçimde farklı bir okuma yöntemi önermektedir, çünkü “insan kendi kimliğini tarihten ari bir biçimde tasarlayacak ve yayacak bir konumda bulunmadığı sürece kendine ait bir Roma yoktur” (139).  Tüm ulus, millet, vatan kavramları gibi, kitabın asli konusu olan Rumilik ve Rum kavramları da bir tarihe sahiptir. Bu kavramların inşa süreci tarih içinde değişmiş, kimi zaman bugün vatan ve ulus sözcüklerinden anladığımıza benzer duygu yüklü bir hale bürünmüş, hatta bazı zamanlar Osmanlı demenin yerini almış ve ancak 18. yüzyıl itibarıyla yavaş yavaş dayandığı zemini kaybederek yerini, bugün millet ve vatan gibi 20. yüzyıla ait olduğunu düşündüğümüz kavramlara bırakmıştır.

Cemal Kafadar’ın soykütüğü,[4] böylece Rum, Rumi ve Anadolu kavramlarının kültürel coğrafya özelinde çözümlendiği bir girişim olarak anlam kazanır. “Türk ve Müslüman gibi kategorilerin sabitliğini ve saydamlığını verili saymama” (72) tam da Cemal Kafadar’ın yapmaya çalıştığı şeydir. Kafadar bunu yaparken yer yer dağınık, fakat derin bir kaynak ve bilgi havuzundan gelen verileri, kitapta sözü edilen resmî tarihsel kavramların geçerlilik zeminini dağıtmak için kullanmakta ve bunları yapısöküme uğratmaktadır.

Burada dikkati çeken ilk nokta, artık resmileşmiş (?) bir kavram olan Anadolu Selçukluları’nın, kendi dönemlerinde ve ardından gelen yüzyıllar boyu “Rum Selçukluları” olarak adlandırılmasıdır. Rum ve Romalılıkla ilgili kavramların kullanılması görünüşe bakılırsa günümüz tarihyazımı için çok önemli bir yer teşkil etmemektedir. Oysaki bu gibi daha çok Geç Ortaçağ’a özgü kategorilerin kullanımı ile mesela İstanbul kelimesi, aslında Türklerin Helen Küçük Asya’sı ile karşılaşmalarından çok daha önce ortak kullanım alanının bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. 14. yüzyıla gelindiğinde ise Rumi kelimesi bizzat bugün Anadolu olarak adlandırdığımız, ama aslında ondan çok daha geniş fakat standarttan uzak bir bölgeyi kapsayan, salt coğrafi olmaktan ziyade belli bir kültürel ve toplumsal uzamı da imleyen ve Diyar-ı Rum’da yaşayan Müslümanlar tarafından benimsenen bir kimliği işaret etmektedir. Fakat kelime, Geç Ortaçağ döneminde yeni tabakalaşma biçimlerinin ortaya çıkması üzerine, Türkçe konuşan ve şehirli yaşam tarzını benimsemiş eğitimli bir toplumsal kesimin kolektif kimliğine işaret etmek için de sık sık kullanmıştır. Bazı bağlamlarda bunun zıddı ise “Türkler” kelimesinin kullanımıydı. “Rumi”ye karşılık “Türk”, “burjuvaya karşı köylü”yü andıran yan anlamlar taşıyordu, ancak bu iki kelime tamamen birbirinin zıddı değildi. Rumi kimliği Türk kimliğinden farklılaşmakla birlikte ille de kopmamıştı. Ayrıca “Rumi”, “Osmanlı” gibi bir devlet tarafından ve devlete göre biçim verilmiş bir gösteren de değildi; Rumilik, görünüşe bakılırsa sivil toplum tarafından şekillendirilmiş bir kategoriydi.

Kitapta bu gibi birçok olgu, çeşitli kaynaklar temel alınarak aktarılmaktadır. Dahası “Anadolu ya da Türk karakteri ve mahiyeti nedir?” gibi sorulara verilmiş yanıtlar yer almaktadır. Bu tip kavramların tarih içinde gösterdiği değişimleri anlamak, “Giriş” bölümünde sözü edilen “Tarihyazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur” (15)” düsturuna sunulacak en önemli katkıdır. Cemal Kafadar’a göre zaten “birçok halk, atalarının … ‘vatanımız’la mutlu beraberliklerini kuruncaya kadar epey dolaşmak zorunda kaldıkları gerçeğiyle yüzleşmelidir” (133).

Son olarak Cemal Kafadar, sözü edilen anlatılara değindikten sonra yurdumuzu nasıl tanımlayacağımız, Yunanların, Ermenilerin ve Kürtlerin hikâyelerini nasıl anlatacağımız sorusunu ortaya atmaktadır. İlginçtir ki milli öze olan ilgiden ve diğer her şeyi dışlayan söylemlerden duyduğu kaygıyı dile getirmekle birlikte, ulus temelli kavramlaştırma ve anlatıları yıkmanın da bunları manipülasyona açık söylemlerle eklemlendirmek yoluyla emperyalizmin yeni biçimlerine yol açabileceği olasılığından söz etmektedir. Çünkü ona göre “milliyetçilikler … hor görülecek ya da kökü kazınacak şeyler değillerdir” (136). Burada yapılması gereken şey ulus ya da ethnos-temelli anlatıların sorunsallaştırılmasıdır. Bununla ilgili şu pasaj Cemal Kafadar’ın konuyu ele alma biçimini özetler niteliktedir:

“Bu yazdıklarımı ‘Rumi’ sözcüğünü milliyetçiliklerin aşırılıklarına karşı panzehir olarak sunmak, onu ‘Türk’ veya ‘Osmanlı’ya mekanik bir alternatif olarak geri kazanma ya da ‘Romalı-olarak-Türkleri’ Avrupalı kimliğine katma çabasına girmek apaçık romantizm olacaktır. Ne var ki zaruri sayılan ulus, din ya da devlet-merkezli kategorileri sorgulayarak tarih yazarken, başka şeylerin yanı sıra, ‘Rumi’lik anlayışında cisimleşen modernlik öncesi kimlik kavramsallaştırmalarının daha derinlikli bir arkeolojisinden yararlanabilir ve böylece ele aldığımız çoğul ortamlardaki ‘kendim/iz ve başkaları’ kavrayışlarının serüvenini daha iyi anlayabiliriz. Bu arkeolojiyi tamamlayacak olan şey, mikrocoğrafi alışveriş ve alımlamalara odaklanılması ve kültürel kimliklerin oluşum ve evriminin ayrıntılı biçimde çalışılmasıdır” (138).

Cemal Kafadar, insan kendi kimliğini tarihten ayrı olarak tasarlayamayacağı için “sadece kendine ait bir yer”in imkânsız olduğunu ve tarih boyunca bu coğrafyada yaşayan tüm insanların bu topraklara öyle veya böyle katkıda bulunup belli kimlikler meydana getirdiğini her fırsatta vurguluyor. Çoktan tarihe karışmış tüm diğer kimlikler gibi, bizim şu an kendimiz için kullanmakta olduğumuz kategoriler de yakın bir gelecekte unutulacaktır belki de.


Kaynakça

Adorno, T. (2004). Edebiyat Yazıları. Orhan Koçak ve Sabir Yücesoy (Çev.). İstanbul: Metis.

Alighieri, D. (2012). İlahi Komedya. Rekin Teksoy (Çev.). İstanbul: Oğlak.

Chauser, G. (2015). Canterbury Hikayeleri. Nazmi Ağıl (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi.

Kafadar, C. (2017). Kendine Ait Bir Roma; Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine. Fatih Özgüven (Çev.). İstanbul: Metis.



[1] Bu gibi örnekler aslında Cemal Kafadar’ın da belirttiği şekilde “ortaçağ toplumlarının uysal yığınlardan oluştuğu mevhumunu” boşa çıkarır niteliktedir.

[2] Kafadar, şiirden şu kısmı vurguyla alıntılar: “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/ Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” (Kafadar, 2017: 15).

[3] Kafadar’ın bu metinden vurguyla alıntıladığı kısımsa şöyledir: “İnsan vatanını sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatan sayesinde kaimdir. İnsan vatanını sever, çünkü vatan öyle bir garibin şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhum hatlardan ibaret değil; millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yâd-ı şebabet gibi birçok hissiyat-ı ulviyenin içtima’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir” (15-16).

[4] Kitabın sonlarında iktidar ilişkilerine yapılan Foucaultvari göndermelerden dolayı soykütük kavramını uygun bulduk.