Acil Servis, Yaşam ve Saha: Fragmanlar

I.


Acil servisle ilgili yazılabilecek şeyler, mesai sonrasının yorgunluğuna, o mayhoş tütsüler gibi uzayıp dağılan yorgunluğuna emanet edilebilir mi? Okurken spot notlar almayı salık veren Benjamin veya Susan Sontag gibi figürlerin okuryazarlık edimime attıkları o alışkanlık imzası, bunu daha da imkânsız kılıyor belki de: Sonradan yazamıyorum. O an aklıma geliveren şeylere refakat eden sözcüklerin konsantre aurası bayatlayıveriyor. Ne olursa olsun, acil servis, başlı başına bir mikropolitika meselesi; gündelik hayatın birbirleriyle ilk bakışta ilişkilendirilemeyen fragmanlarını ayıklama mesaisi. Belki de 'socius'tan 'polity' türeten dinamikleri barındıran bir insanat bahçesi, muazzam ve (Sloterdijk'a yaraşırcasına) hâzâ akrobatik bir insan(lık) kumpanyası. Bir insan etolojisi, adlı adınca Spinoza'nın Ethica'sı. 24 saat uyumadan nöbet tutmanın ertesi, mevsimler dönmüş gibi hissettiriyor. Hangi biri yazılabilir(di)? Bir ara kararlıydım, vazgeçtim. Yorgunlukla cebelleşmek mi, yoksa yaşamın kıyısında dolananlara dokunabilmek mi, ölüm ve "kara haber" meselesi mi... Taburculuk, müşahede, sevk ve morg dolambaçları mı, doppler etkisiyle yaylanan sirenleriyle ambulanslar mı... Hekimliği medar-ı maişet ile özdeşleştirme dürtüsüne yenilmeme çabası mı, yoksa çalışmanın ya da ücretli emeğin içkin bir toplumsal-politik fazilet olduğu önkabulüne, çalışmayı doğal ve kaçınılmaz bir faaliyet olarak kabul etme temayülüne ayak diremek mi... Hasta ve hasta yakını mı, kadın-erkek cinsinin o hiç sınanmamış stereotipik toplumsal tavır örüntüleri mi, sağlık personeli arasındaki yer yer voltajı dalganan işteşlik mi, yoksa, sağlıkçı olmayan personelle sağlık personeli arasındaki gelgitler mi... Gelen ve geldikçe selâm alıp vermek zorunda kaldığın kolluk güçleri mi, adî suçlar veya kabahatler mi, darp-cebirler, istismarlar mı, "sarı zarf"lar ve asliye cezalar mı, sonu gelmek bilmeyen iş kazaları ve yüksekten düşmeler mi, inşaat işkolu ve inleyen bel omurları mı... Gebeler, ihtiyarlar, çoklu travma kurbanları, kanserle yaşayanlar, alkol şişesine düşenler, çocuklar yahut bebekler mi... Bilimsel kanıt arayışı versus "biz böyle gördük(çülük)" müsabakası mı... Kendini içinde buluverdiğin o sımsıkı bürokratik çekirdeğin bir alelâde uyruğu hâlini almaya direnmek mi... Radikal unsurların sansürlenmesi, paranteze alınması ve yer yer otomatikman açığa çıkıvermesi mi... Yeryüzünde nüfusa oranla en yüksek başvurunun olduğu acil servislere (ki, tüm Türkiye poliklinik hizmetlerinin dörtte biri gene buraya ait) bazen sırf "hizmet alma" hazzına, hizmet tüketimine gelen ve her nasılsa "her şeyin en iyisine layık olduğuna" ikna edilmiş bir insan kitlesi mi... Demişken, Hilvanlı, Patnoslu, Erçişli, Yüksekovalı, Liceli, Midyatlı insanların, çoğu enformel sektörlerde cebelleşen, yahut inşaat veya tarım emekçisi olan bu insanların yüzündeki o "doktora veya sağlık hizmetine ulaşabilme" hayreti mi... Her seferinde, ama her seferinde bunu tekrar deneyimlemenin, başvuru sebeplerinden bağımsız bir değişken olarak orada öylece duruvermesi mi... Her şeyin bittiği yerde başlayan yerlerden çıkagelindiğinin ne kadar farkında olunsa da, yorgunluğa koşut olarak, bunun zaman zaman ne kadar asap bozucu bir hâl alabildiği gerçeği ve hemen akabinde derhâl uç veren titrek mahcubiyeti mi... O mahcubiyet ki, herhangi bir bürokratik hizmet alım sürecinde "her şeyin en iyisine layık yurttaş-insan" pozları kesen bu toplumun kâhir (ama kifayetsiz) ekseriyetiyle kıyaslanınca katmerlere katlanarak kalınlaşan.

II.

Gece nöbetlerini, hastanede gecelemeyi hep daha çok sevdim. Hekimliğin en büyük keyfi, daima olumsal ve kozmopolitan bir insan kümesi içinde, dışarısının o tekinsiz izbeliğinden sanki soyutlanmış bir yaşam uzamı türetebilme heyecanından ileri gelir bence. Diz dize temas ile belirsizliklerin aşılabilme umudundan ileri gelir. Bu uğurda, olumsallıktan ve öngörülemezlikten bir metafizik türetilir. Vaktin darlığı ise, sanılanın aksine bunu kolaylar. Gece de yardım edecektir sana; totaliter unsurlar uykuya devrildiğinde yaşam, "gecenin konusu" olur çünkü. Tek başına bir hiçsindir ama teknik hamlelerle pek çaktırmazsın. İşbirliğini, adı konulmamış bir akitle yaşamsallaştırman gerekir. Hippokrates'in hastaya olan çağrısı bir uğultu hâlinde yankılanır ve bunu yalnızca sen duyarsın. Dile-gelmez olan tam da oralarda yuvalanır. Ahlâkın aporetik sonsuzluğuna giden yoldur bu. Vektöreldir; nihayete ermez. Müphemdir, akışkandır, yılankavîdir ve ele-avuca gelmez... Bunun farkındalığını duyumsamak ise yataylığın garantörüdür. Teke-tek ve karşılıklı bir konumlanışı, henüz gelmekte olan üçüncüleri de denkleme sokarak esnetirsin. Giderek üçüncüler dördüncülerle, onlar da gelmekte olan diğerleriyle farkında olmadan bir işbirliğine tutuşarak çoğullaşırlar. Aralarında mekikler dokuyarak fraktal bir desen çizersin. Bir varlık karşısında şaşakalma şeklindeki Aristotelesçi tutumu kendisine men etmiş ana-akım tababetin, tam da bu kemikleşmiş geleneği karşısında şaşakalırsın. Gerçeğin o muazzam karmaşasının hafifsenmesine tebessüm ederken, ignoramus etiğine, "yaşam bilgeliği"ne göz kırparsın. Zira bir medikopoetikanın, ancak ve ancak, canlılık ile ölüm başlıklarını hinterlandına katarak estetize edilebileceğini bir yerlerden okumuşsundur.

Sözcüklere pek de lüzum kalmamıştır ve kısa sürede bir canlılık deverânı hastane koridorlarında gezinmeye, yatak örtülerini çekiştirmeye, sedyeleri gıcırdatmaya başlar. İçten bakışlar, anlam veremeyişler, dağınık saçlar, kanayan uzuvlar, devâ arayışları, yarım kalmış cümleler, ötüp duran cihazlar, bedenine yabancılaşmalar, uykusuzluklar, teslimiyetler, sancılanarak saçılan çığlıklar, minnet ile hayret arasında bocalayışlar birbiri ardına sürüp gider. Hakikat kimsenin tekelinde değildir ancak tam da ilişkilenme momentlerinde uç verir. Yedeğinde insancıl bir dünya düşü, bir yeryüzü ütopyası taşıyanlar için geceleyin hastane, bir Güney gotiği sekansından fırlamış gibidir. Belleğin hileleri seni yanıltmaya koyulmuştur. Yaşamın yasası, hükmünü icra ederken kendisini elevermiştir. 

Dakikalar saatleri kovalarken, bir 19. yüzyıl sakallısının en sevdiği savsöz, yorgunlukla bakakaldığın duvarları süslüyordur: Nihil humani a me alienum puto.

III.

Dünyaya ilişkin, özgül olarak ise belli meselelere ilişkin kavramsal-kuramsal müktesebatı inceltmenin faydalarına inanırız. Bu uğurda verdiğimiz emeklere hayıflanmayız; aksine övünür dururuz. Afakî ve malayanî işlerle uğraşmamış, masa başında kitap okumuş, işret meclisinde münazara yürütmüşüzdür. Bu anlamda, "layman"lerle, sade vatandaşla aramızda kayda değer bir fark görürüz. Fakat, bütün bu toplumsal çürüme furyâsındaki bunca (hay aksi) uzlaşmazlığımızı nereye koymalı? Türkiye'nin, özelde de Türkiye akademya ve 'intelligentsia'sının bir "kuram kumkuması" oluşundan, teorisist sapmanın (Althusser) kol gezdiğinden bugüne dek çok söz edildi. Kısmen doğru. Bir sayısalcı serzenişi iliştirerek sürdüreyim: Analitik uslamlama, bu topraklarda sahiden de pek kıttır. "Malzemeyi" konuşturamıyoruz. Yirminci yüzyıl Kıta'sıdan gidelim ve basit düşünelim: Rancière'si, Derrida'sı, Deleuze'ü, Foucault'su kıyıda-köşede kalmış metinleri didik didik ederek bizlere bir "şey" sunmuş; bir armağan. İmdi, buradan, "kıyıda-köşede kalmış metinler didik didik edilmeli" metodolojisi mi çıkartmalıyız? Mesele bu mu? Böylesi bir hırslı gayretkeşliği gözümle görmeseydim, inanın sözünü ediyor olmazdım. Diğer bir açı da şudur: Açıkçası, eğer her birimiz bu kez bu filozofların metinlerini didik didik etmeye memur olmuş amatör felsefeciler olmaya yeminli değilsek (ki değiliz umarım), biraz yeryüzüne inelim, temâşâ edelim diyorum. Mesele Dergisi'ne bir ara (2016) şu başlıkta kısa bir metin yazmıştım: "Davetkâr Bir Kokteyl-Yazı yahut Sosyal Bilimciye Ev Ödevi: Toplumsal Sağlık Ne Âlemde?" Mezkûr metin, "Filozofun biri Acil Servis'e başvurur ve olaylar gelişir," tümcesiyle noktalanıyordu. Kendimce, Crispin Sartwell'ın Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik eserinde icra ettiğini andıran bir jestle, yeryüzü hakikatini duyumsatmaya çalışmıştım. Gerçekten, tembel biri olarak değil, kuramsal öteberi çabasından kaçınan/sakınan biri olarak değil, gerçekten alana dair ortalamanın üzerinde emeği olan bir amatör olarak söylüyorum: Foucault'yu ana hatlarıyla bilen biri, öyle uzaklarda aramaya gerek yok, Sağlık Bakanlığı kuruluş yasasına (1920) ve orada öngörülen yetki ve ödevlere baktığında, biyopolitik tahakkümün ne demeye geldiğini ve evrensel uzantılarını saniyesinde in situ somutlaştırır. Bu kavrayışı temin etmiş olmak, bana kalırsa yeterlidir. Özgürleştiricidir. Şu içtiğimiz çorbanın tasından, müskiratın bir kadehinden (nasıl oluyorsa) biyopolitika analizi devşirmeyi, haydi ironik olsun, medikal tabiriyle "yaşamla bağdaştıramıyorum" doğrusu. İsmi lazım değil, Spinoza ile Deleuze külliyatını yalayıp yuttuğu iddiasındaki bir arkadaşım, ben hasta bakarken birkaç saat bana tanıklık etmişti bir ara. Sonrasında deneyimini, meâlen, "Sen bir büyücüsün; bizler beden aşağı, beden yukarı, Deleuze, Spinoza filan diyoruz ama, beden hakkında pek de bir şey bilmiyoruz," cümlesiyle özetlemişti. Meramım o ki, bilginin özgürleştirici potansiyeli, ancak somut olanla kesişiminde aranabilir. Bununla birlikte, bir düşünürün veya düşünsel aktörün evrensel katkısını düşünürken, onu yeryüzüne indirmek, yani üzerine iliştirilmiş ruhanî-mitolojik büyüyü dağıtmak da özgürleştirici bir hamle olarak karşımıza çıkar. Bu, onların tarih-dışı, kozmogoni anlatıları gibi bir anda belirivermiş figürler olarak alımlanma tehlikesini dağıtır. Günümüzün köşe-kapmacı (felsefî değil ama) filozofik okuma konfigürasyonlarında, bu filozofu bir diğeri rağmına savunmak, bir üçüncüsünü tartaklamak, bir başkasını da yedekte tutmak gibi aktüel tutumların, başın göğe ermesi için yeter sebep addedildiği söylenemez mi? Bu anlamda, üzgünüm ama pek çok "yazar"ımızı enikonu cahil bulmak işten değildir. Ancak önemli olan o değil. Önemli olan bana kalırsa şu: Asgari eleştirel müktesebatı olan aktörleriyle "saha", daima sözünü dinletir ve dinletecektir de. Hâsılı, gündelik yaşamın ve doğanın o hakiki fiziği, hükmünü icra edecektir. Bunun kendisi, hakikat-sonrası (post-truth) çağcıl ahvâlde bir şarlatanlık supabı olarak da pekâlâ işlevselleşebilir. Fi tarihinde patlak veren o ünlü Foucault-Derrida tartışması, bu noktada bize belli ölçülerde imâlar sunabilir. Yine, belli bakımlardan benzeşen bir polemik de, 2013'ün yaz aylarında, bu kez Chomsky ile Žižek arasında cereyan etmişti. Hâkezâ, sözgelimi Bruno Latour'un entelektüel seyrüseferindeki nevzuhur dönüşümün, yahut basitçe Alan Sokal'ın meşhur şakasının (hoax) sismik yankılarının tedarik edeceği ipuçları da eşelenebilir. Nitekim Sokal'ın mesai arkadaşı, meslektaşı teorik fizikçi Jean Bricmont, şöyle yazacaktı: 

"Sokal ve ben, hiçbir şekilde, bazı eleştirmenlerin 'bilim savaşı' olarak adlandırdığı ve biliminsanlarının her türden anti-bilimsel hümaniste karşı yarıştığı bir savaşta bulunmayı arzulamıyoruz. Ancak hepsi için ortak olan ya da olması gereken rasyonalitenin genel kurallarını savunmak istiyoruz. Ve dünya hakkındaki nesnel, kültürden bağımsız gerçeklerin keşfinin, aydınlanmanın kaynaklarından biri olarak, güçlü sonuçlara sahip olduğunun ve kültürel önyargılarımızın kalıcı miyopluğuna karşı en iyi tedavilerden biri olduğunun unutulmasını istemiyoruz."