Nusret ve Deleuze

Bir zamanlar, sayısız pırıltılı güneş sistemlerine dağılmış evrenin ücra bir köşesinde, zeki yaratıkların bilmeyi icat ettiği bir yıldız vardı. Bu, "dünya tarihinin" en küstah ve yalancı dakikasıydı, ama yine de sadece bir dakikaydı. Doğa birkaç nefes aldıktan sonra, yıldız soğudu ve dondu ve zeki hayvanlar ölmek zorunda kaldı. İnsan böyle bir masal uydurabilir, ama yine de insan aklının doğada ne kadar sefil, ne kadar karanlık ve geçici, ne kadar amaçsız ve keyfî göründüğünü yeterince tasvir edemezdi.

F. Nietzsche

 

Mevzu şöyle: bir Nusret olmak varken, insan, 2021 yılında, neden hâlâ Deleuze olmayı seçer? Zira, en nihayetinde önemli olan “yaşadığın deneyim” ise, Nusret’in fevkalade cazibesine kapılmamak elde midir?

Bu ve bunun gibi sorular, bir akademisyen adayı olarak, birkaç yıldır kafamı kurcalıyor. Bir cevap bulayım istiyorum ama mevzu çetrefilli –ve yer yer üzücü, bir o kadar da trajik.

İlk olarak, nedir bu “yaşanan deneyim” mevzusu. Ne oldu da, bir anda “yaşanan” böylesine önem kazandı ve deneyimin yaşanmışlığının altını çizme ihtiyacı hissettik.

Yaşanan deneyim

90’lı yıllarda uluslararası akademik camiada yeni bir şeyler oldu.[1] O güne kadar düşünürler ve sosyal bilimciler toplumları ve dünyayı, genel kavramlar, büyük süreçler ve devasa ölçeklerle anlamaya çalışıyordu. Analizler normatif kabullerden yola çıkıyordu ve kişi, o normatif kabuller çerçevesinde, elinde verili olan bilgi ve/veya fenomeni değerlendiriyor ve birtakım sonuçlara varıyordu. Ne var ki, analizi ortaya koyan kişi için bu normatif kabuller görünmezdi, zira doğru olanı görmeye gerek yoktu. Doğru olana uymaya gerek vardı. Doğru, ona sahip olanı, tarihler ve bağlamlar üstü bir yere çıkaran, bir şeffaflıktı.

90’lı yıllar, sosyal bilimlerde bu kabullerin sorgulanmasında bir çığır niteliğindeydi. Günlük hayatın tarihi [Alltagsgeschichte], feminizm, aşağıdan tarih [history from below], mikro tarih gibi birbiri üstüne gelen yeniliklerin yanı sıra yaşanan başta linguistik olmak üzere birçok “dönüş”ler ile birlikte eski tepeden bakışçı anlayış yerini, küçük, karmaşık ve yerleşik olana bıraktı.

Tüm bu değişim esnasında, asıl belirleyici olan, “yaşanan deneyim” kavramı idi.[2] İlk olarak Almanya’da, 1800’lerin sonunda, hayat felsefesinin [Lebensphilosophie] kurucularından Wilhelm Dilthey tarafından ortaya konan Erlebnis kavramı, deneyimin yaşanmasından [erlebt] ötürü sahip olduğu, doğa bilimlerine [Naturwissenschaft] konu olamayacak, zenginliğin ve eşsizliğin altına çiziyordu. 90’lı yıllarda, nesnel olandan öznel olana dönüşte bu kavram fevkalade büyük bir rol oynadı.

Deneyim, mevzuyu bağlamda tutma çabası idi; yüzyıllardır kullanıla kullanıla kemiklemiş soyutlamaların o karşı konulması neredeyse imkânsız cazibesine karşı, soyutlamaların ortaya çıktığı “hayat”ın ta kendisine geri dönme çabası. İnsanlar, böylelikle, yavaş yavaş büyük kavramları, meseleleri ve naratifleri değil, yaşanan deneyimin ta kendisini incelemeye, analiz etmeye, anlamaya ve yorumlamaya başladı. Homojenlik yerini heterojenliğe, uniform olan yerini engebeli olana, nedensellik ise imkânlar havuzuna bıraktı. Benzer şekilde, doğru ve yanlış, haklı ve haksız da artık eski kabullerle sürdürülemiyordu. Somut süreçlerin karmaşıklığı, grinin bin bir tonu ve sonsuza dek sürecek bir müzakere, pazarlık ve uzlaşma süreci, stabilitesi kendinden menkul özsel yapıların yerini aldı.

Kimi zaman kimlik siyaseti, kimi zaman ise post-modernizm ile anılan bu yenilik ile birlikte, kimin haklı, kimin ise haksız olduğuna, kişi, “dışarı”da durduğu yerden karar veremiyordu.[3] Normatif kabuller şeffaflığını kaybettiğinde, hakikat de ideolojiye dönüştü. Mühim olan, neyin doğru neyin yanlış olduğu değil, somut durumu deneyimleyen kişinin hissettikleri idi. Akıl, yerini hisse bıraktı;[4] birçok alanda olduğu gibi David Hume gene haklı çıkmış ve aklın, tutkunun kölesi olmasa bile, duygularla fevkalade içli dışlı bir ilişki halinde olduğu inkâr edilmesi imkânsız bir duruma gelmişti.

Nusret ve Deleuze

Akademi yavaş yavaş bu süreçlere hazırlanırken, Nusret lokanta zincirinin kurucusu Nusret Gökçe, 1983 yılında maden işçisi bir babanın oğlu olarak Erzurum’da dünyaya geliyor. Geçim sıkıntısı yaşayan aile, Nusret iki yaşında iken Kocaeli’ye göçmek zorunda kalıyor. Devam eden parasızlık ve derslerindeki başarısızlığı nedeniyle, Nusret ortaokulu bitirir bitirmez çalışmak zorunda kalıyor ve bir kasabın yanında işe başlıyor. “Çocukluk hayalin neydi?” sorusuna, “Sen benimle dalga geçiyorsun galiba,” diye cevap veren Nusret, ilk zamanlar eti ellemeye kalktığında tekme yese de “azimle” devam ederek, kuşbaşı yapıp kıyma çekmeye başlıyor. Çalıştığı kasapta zamanla popülaritesi aran Nusret’in terfi beklentisi, işten çıkarılmasıyla son buluyor. Hiç dil bilmeden, et sektörünü daha iyi tanımak için gittiği Arjantin, birçok kez reddedilmesine rağmen en nihayetinde alabildiği Amerika vizesi, Instagram’da bir fenomene dönüşme hikâyesi derken, birçok badirenin ardından Nusret, 2021 yılı itibarıyla bugün, iki binden fazla insanın çalıştığı, New York ve Londra gibi metropollerde şubeleri olan, dünyanın en büyük lüks et lokantalarında birinin sahibi oluyor.

Tüm bu olacaklardan habersiz, Fransız filozof Gilles Deleuze, 1925 yılında Paris’te orta sınıf, muhafazakâr bir aileye doğuyor. İlköğretim yılları İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık atmosferi altında geçen Deleuze’ün erkek kardeşi, Nazilerin Fransa’yı işgaline karşı direniş hareketine katıldığı için toplama kampına gönderilirken yolda vefat ediyor. Gide ve Baudelaire vasıtasıyla edebiyat ve felsefeye merak saran Deleuze, gece gündüz demeden çalışarak Sorbonne’a girmeye hak kazanıyor. Burada felsefe tarihindeki birçok önemli isimden ders alarak, zamanla, anaakım düşüncenin dışında kendi felsefesini inşa etmeye başlıyor. Tüm bu süreç esnasında sıradan ve son derece yerleşik bir hayat süren Deleuze, genç yaşında yakalandığı sağlık sorunları nedeniyle, devamlı nükseden solunum problemleri yaşıyor. Evli ve çocuklu olsa da genel olarak yalnız bir hayat süren Deleuze, felsefenin de yalnız yapılan bir uğraş olduğunu öne sürüyor. Objelere, özellikle tekstil tipi, dokunamadığı için uzattığı tırnakları ve dindiremediği acıları ile, 70 yaşında, kendini balkondan bırakarak intihar ediyor.

Şimdi, beni alakadar eden bu iki kişinin “yaşanan deneyim”leri. Zira bana öyle geliyor ki, eğer yalnızca bu deneyimlere odaklanacak olursak, her geçen gün, bir Deleuze olmayı seçmek için daha az neden kalıyor. Hatta öyle ki, her yeni gelen nesille birlikte, Deleuze’e özenen birini, bir ucube olarak görmek yaygın bir tutum olarak toplumda yerini alıyor. Tabii unutmamak gerek, “Nusret” de “Deleuze” de burada iki farklı, belki de taban tabana zıt hayat formlarını simgelemek için varlar. Yani mesele aslında, insan, neden ölene kadar azalmayacak bir çalışma temposunu, kitap başında hiçbir zaman tatminle tamamlanamayacak bir hayatı (zira okuyacak ve öğrenecekler hiçbir zaman bitmeyecek) ve bu işin doğası gereği gerektirdiği yalnızlık ve dolayısıyla, izolasyon ve tecridi, karşılığında da insan gibi yaşayabilmek için hemen hemen yeterli bir ücrete mukabil olduğunu bilmesine rağmen tercih eder? Ve bu tercihi de, aynı emek ve hatta kümülatif toplamda belki de çok daha azı ile çok daha rahat, stressiz tamamlanmış ve tatmin olmuş bir şekilde hayata devam etmenin imkânının farkında olarak yapar?

Gelecek aslında gelmeyecek

Entelektüel işlerle ilgilenenlerin vereceği ilk cevap, sanıyorum, isimlerinin geleceğe kalması olacak. Sonuçta, bugün binlerce insan Deleuze’ün kitaplarını okur ve bunların üzerine makaleler, kitaplar yazarken, büyük ihtimalle, Nusret’i ileride kimse hatırlamayacak. Gelgelelim, mevzunun da kitlendiği yer, özünde tam olarak burası. Zira görünen o ki artık insanın “isminin geleceğe kalması” o eski sahip olageldiği ağırlığa ve öneme sahip değil. Peki neden?

Bir kere, nereden bakarsak bakalım, gelecek karanlık. Bir yandan, küresel ısınma, azalan kaynaklar, devasa boyutlara varan çevre kirliliği, yok olan bitki ve hayvan çeşitliliği, tahrip edilmiş ekosistem, küresel ısınmayı yavaşlatmayı bırakıp hızlandırmaya başlayan ormanlar, durdurulamaz, dudak uçuklatan eşitsizlik, virüsler, salgınlar ve dört bir yandan üzerimize üzerimize gelen bilimsel destekli kıyamet raporları. Öte yandan, çevrimdışı kalmanın mümkün olmadığı enformasyon teknolojileri ve bu teknolojilerle birlikte hem yaratılan hem de ayyuka çıkan “parası olanın keyfine bakarak hayattan fevkalade keyif aldığı” ve tanrının dahi gökten inse bu gerçeği değiştiremeyeceği hissiyatı.

Geleceksizlik ve teknoloji ile durmaksızın ön plana çıkarılan güncellik, yeni bir “tarihsellik rejimi” yaratarak, insana her şeyin bugünden ibaret olduğu hissiyatını aşılıyor.[5] Böyle bir zamansallık ve duygu kokteyli içerisinden bakınca da, insanın isminin geleceğe kalacağı fikri eski tatmin ve telafi gücüne ulaşamıyor. Yaşamak artık, birtakım yüce emeller uğruna, ertelenemiyor. Büyük idealler yerini küçük oyunlara bıraktıkça, oyun değil, hakikat için çabaladığına inanan düşünürün, yaşamdan ettiği feragat muazzam bir anksiyete ile geri dönüyor.[6]  Basitçe söylemek gerekirse, insan, artık “yaşamak” istiyor (ya da, daha doğrusu “yaşam” artık yaşanmak istiyor) ve yaşam, doğası itibarıyla, ancak, şu an ve burada yaşanabildiğinden, “yaşanan deneyim” kavramı mükemmel bir teorik ifade ile ortaya çıkan kavramsal ihtiyacı karşılıyor.

İşte bu tarihsellik rejiminden, Nusret ve Deleuze’ün yaşanan tecrübelerine bakarsak ortaya imkânsızlaşan ama bir o kadar da anlamsızlaşan bir Deleuze olma durumu çıkıyor.

Keyifsiz yaşamak mümkün mü?

Kimse bir başkasının içinde neler yaşadığını bilemese de, ilmik ilmik örülmekte olan müşterek bir dünyada yaşamamız, birbirimizi anlamayı da mümkün hale getiriyor. Bu, Nusret’in yaşanan tecrübesine bakmak ve bunu elimizden geldiğince yorumlamamız –yani hermenötik bir çaba– ile mümkün. Çocukluğu büyük bir yoksulluk içerisinde geçen bir insanın çalışarak çabalayarak, şansın da yardımıyla, dünyanın en büyük et lokantalarından birinin sahibi olması durumunda neler hissedebileceğini hayal edebilmemiz gerek. Ama daha önemlisi, bunu “yaşanan tecrübe” esasıyla, yani tüm normatif kabullerimizi bir paranteze alarak yapmamız lazım.

Bu, şu demek: Bizim Nusret’i beğenip beğenmememiz, Nusret’in yaptıklarını, yükselişini vesaire “doğru” veya “yanlış” bulmamız, Nusret’in bu süreç sonucunda hissettiklerini zerre değiştirmiyor. İstediğiniz kadar çıkıp Deleuzecü bir Nusret okuması yapın, istediğiniz kadar bu yükselişin nedeni ve sonucu olan kapitalist sistemi eleştirin, bu Nusret’in hissiyatı üzerinde zerre etkiye sahip değil. Dahası, yoksulluktan gelen ve Fidel Castro’nun portresi önünde poz verdiği için eleştirilen Nusret’in kapitalist sistemin ne kadar da acımasız bir sistem olduğundan bihaber olması da pek olası gözükmüyor. Deleuze ile Nusret arasında, bu bağlamda, bir fark var. Biri kapitalizm üzerine yazarken, öteki onu iliklerine kadar yaşamış biri. Ve 90’lardan beridir, artık “yaşayan” daha çok biliyor. Neden? Çünkü “hayat”ın kendi yörüngesi var ve bu yörünge hiçbir zaman değişmeyecek algısı mevcut. Ne yazarsan yaz, ne söylersen söyle, “hayat” kendi bildiğini okuyor. Felsefeci oturduğu yerden ahkam kesedursun, hayatın kendi “sözü” var.[7]

Kısacası, Nusret ile birlikte karşımızda, sıfırdan başlayarak hayatı “olduğu” gibi kabullenmiş ve bu kabuller çerçevesinde savaşarak “başarmış” biri var. Böyle bir insanın şu an durduğu yerde hissettiği “keyfi” hayal etmek çok da zor olmasa gerek.

Deleuze ve keyif?

Gelelim, Deleuze’e. Deleuze’ün yaşarken, kendisinin yazdıklarının sahiden de bir şeyleri değiştireceğine inandığını öne sürmek, herhalde, abartılı bir iddia olmayacaktır. Öte yandan, Deleuze’ün Nusret’inki gibi bir hayat sürmek istemeyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Gelgelelim mevzu da, kimin ne gibi bir hayat sürmek istediği değil. Mevzu, herkesin kendi yaşanan deneyiminde hissettikleri –yani mevzu, içerikten çok, o içerik ne ise, ondan alınan “keyif” ile ilgili.

Şimdi, Deleuze, yaptığı işten keyif almıyorsa, burada sunduğum argüman çöküyor. Ama eğer Deleuze, mazoşist bile olsa, yani, yaşadığı şekilde yaşamaktan asgari de olsa bir keyif alıyorsa, o halde, aldığı keyfi, bu keyfin nereden alındığından bağımsız olarak düşünmek mümkün olmalı. Bu, soyut, içerikten bağımsız bir keyif kavramını savunmak anlamına gelmese de, tamamen kendi yaşanan deneyimlerinden bakınca, Deleuze ile Nusret’in hayatta(n) aldığı keyfi ölçekdeş [commensurable] kılıyor. Zira, en nihayetinde Deleuze’ün de, Nusret’in de arzuladığı “keyifli bir yaşam” olsa gerek –biri bunu kitaplarıyla, öteki ise lokanta ile yapıyor.

Bu hususun altını çizmekte fayda var. Nusret ve Deleuze’ün, bin bir çeşit farklılığının ardında aslında temel bir ortaklık yatıyor. Nusret de, Deleuze de, onlara verilenden, “reva görülenden” fazlasını istiyor. Nusret, “bana sen kasapsın kasap kal” dediler diye not düşüyor. Ama Nusret bununla yetinmiyor, daha fazlasını istiyor. Deleuze, o sıralarda akademiyi kasıp kavuran 3H’ye (Hegel, Husserl ve Heidegger) sıkışıp kalmayı, olan ve olageleni tekrar etmeyi, basit bir “scholar” olmayı reddediyor. Oturup verilenin ötesinde bir şey başarmak için çabalıyor. Nusret de, Deleuze de, farklı şekillerde de olsa, “memnuniyetsiz”, “kaşınan” insanlar; başka bir deyişle, ikisi de kalabalıklardan sıyrılmak istiyor. Eğer mevzuya bu şekilde yaklaşırsak, Deleuze’ün mutlu olmak istememesinin dahi bir keyfe hizmet ettiği söylenebilir. Peki nedir bu keyif? Özel olma, kendi bağlamında başarma, o bağlamdan sıyrılma ve onun ötesine geçme keyfi –yani, özetle “tarihsel olma” arzusu.[8]

Homojen keyifler

İçinde bulunduğumuz geleceksizlik ve bugünün yaşanma arzusu, Dastur’un “presentism” dediği, her şeyin güncel olana indirgenmesi, tam olarak bu “keyif”in algılanışında bir homejenleşmeye yol açıyor. Belki de Nietzsche’nin yıllar önce söylediği, yukarıda alıntıladığım söz gerçekleşiyor. Bilmenin aslında abartılacak bir şey olmadığı, mevzu bir şekilde “yaşamaktan keyif almak ise” –ya da antropologların diliyle, “hayatta kalmak [Selbsterhaltung]” ise– ve bu da kalabalıklardan sıyrılma ve “tarihsel” olma arzusu ise, sıfırdan dünya çapında lüks bir lokanta kurucusunun hissettikleri ile sayfalarca Kant, Hume, Bergson ve Nietzsche üzerine kafa yormuş ve yeni bir felsefe yaratmış bir insanın hissettikleri arasında, normatif kabullerden arınıp yaşanan tecrübenin kendisine bakınca, niteliksel bir fark olmadığı ortaya çıkmış oluyor. Bu tabii, büyük bir skandal. Gelgelelim, hâlâ daha Deleuze’de ısrar edecek ve “hayır, Deleuze bunu hayattan keyif almak için yapmadı” argümanı ile bir tepki, ısrar ve –belki de– inkâr yoluna gidecek olursak, bu sefer de geleceği karanlık bir dünyada, insanın tek sahip olduğu hayattan ve sahip olduğu tek hayattan niye keyif almayacakmış sorunsalı doğmuş oluyor.

Çağrısızlık

Rivayet odur ki, fenomenoloji bilimin kurucusu olarak kabul edilen Edmund Husserl, ölüm döşeğindeyken, ünlü sosyolog Alfred Schütz onu ziyarete gelir. Husserl, uzandığı yatağında, en az altmış sene insanüstü bir disiplinle okumaktan körelmiş gözleriyle seçebildiği kadarıyla Schütz’e bakar ve şunları söyler: “Benim dünyevi egom ölebilir ama aşkın ego sonsuza dek baki kalacaktır.”

Bugün hâlâ, düşünmesinin nedeninin altında “keyif” değil, Almanların “çağrı” [Ruf] olarak nitelendirdiği bir güç olduğuna inanan ve bu çağrıya da neşe, mutluluk veya coşku bulmak için değil, “görev” olduğu için cevap verdiğini öne süren insanlar aramızda yok mudur? Elbette, vardır. Bu değerli kişilerin karşısına çıkıp da “hayır, bakın siz bunu keyif için yapıyorsunuz” demek haddime değil. Benim muhatabım, daha çok, günün gerçekleri neticesinde, bu çağrıya inanamayacak kadar “efsununu kaybetmiş” bir kesim. Çağrıya inanan inanmaya devam etsin, onlar için mutluyum; ama biz “inanamayanlar” ve son tahlilde, bir Nusret ile bir Deleuze arasında niteliksel bir fark bulmakta zorlananlar, bizler ne yapacağız, bunu bir problem olarak ortaya koymak ve bunun üzerine düşünmek istiyorum.

Her geçen gün yok olmakta olan ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir dünyada, muazzam bir keyifle dün mahrum bırakıldığı her şeye bugün fazlasıyla sahip olan bir Nusret olmak varken, koca bir ömrünü kitap başında, bir apartman dairesinde, bolca acı çekerek geçirip, bir sonbahar günü intihar eden Deleuze olmayı seçmek, eğer “mantığın” altında hisler var ise, sahiden de “mantıklı” mıdır? Mevzu tarihsel olmak ise ama tarih de artık bugünden ibaret ise, o halde, kişi neden bu sıfata erişmek için sahip olduğu tek şeyden, yani hayatından feragat etmeyi seçsin? Bu şartlar altında, birinden böyle bir istekte bulunmak etik midir? Vardığımız noktada, dünyayı ve insanlığı düşünen biri için büyük bir motivasyon krizi yok mudur?


[1] Bkz. Georg Eley’in A Crooked Line adlı kitabı.

[2] Bkz. Michael Pickering’in History, Experience and Cultural Studies adlı kitabı.

[3] Bkz. Paula M. L. Moya ve Michael R. Hames-García’ün editörlüğünü yaptığı Reclaiming Identity adlı kitap.

[4] Bkz. Michel Maffesoli’nin The Time of the Tribes adlı kitabı.

[5] Bkz. François Hartog’un Regimes of Historicity adlı kitabı.

[6] Bu mevzuda bkz. Hans Blumenberg’in muazzam kitabı Lebenszeit und Weltzeit.

[7] Bu nedenle Bruno Latour, “Eleştirinin devri geçti mi?” diye sormuştu.

[8] Bkz. Henning Trüper’in makalesi: “Flatness of Historicity”.