“Kalırsam Daha Çok Üretirim”: Emin Alper ile “Kurak Günler” Üzerine Söyleşi

Yönetmen Emin Alper, politik gerilim filmi Kurak Günler’i Türkiye’deki durumun bir mikrokozmosu olarak sahneliyor. Gücün kötüye kullanımı, komplo teorileri ve buna karşı çıkmak için cılız umutlar hakkında bir söyleşi.

***

 

Sayın Alper, dördüncü uzun metrajlı filminiz Kurak Günler’de bir kez daha ülkenizdeki otoriter yapıları ve çürümeyi eleştiriyorsunuz. Bunun fikri nasıl ortaya çıktı?

Türkiye’de son birkaç yıl gerçekten boğucu geçti ve ben de bu durumu bir filmde ele almak istedim. Bunun için, bize birçok yönden Türkiye’nin tamamını hatırlatan kurgusal küçük bir kasaba yaratmak istedim. Yalnız bir adam şehrin yozlaşmış neo-popülist yöneticisiyle savaşmaya çalışırken kendini bir anda devlet düşmanı olarak buluyor.

Türkiye’deki siyasal-toplumsal koşulları gerilim ve western filmlerinin araçlarıyla yansıtıyorsunuz. Dengeyi nasıl buldunuz?

Senaryoyu defalarca yeniden yazarak. Yaklaşık on altı versiyon yazdım. Bazı sahneleri tekrar tekrar yeniden yazdım, bazı sahneleri attım, değiştirdim veya yenilerini buldum. Bu yazma esnasında hem Amerikan Edebiyatının Güney gotiği adı verilen ekolüyle hem de Western sinemasının kimi kalıplarıyla olan benzerlikleri keşfettim. Güney eyaletleri bildiğimiz üzere çok muhafazakârdır ve farklı olan her şeye karşı önyargılarla doludur. Benzer küçük cemaatler “yabancıların sevilmediği” Western filmlerinde de çok işlenmiştir. Muhafazakâr Güney’in ya da tedirgin, korkak ve içe kapalı sınır eyaletlerinin ürettiği otoriter belediye başkanları, şerifleri bu filmlerde çok işlenmiştir. Ben de bu benzerlikleri kullanarak biçimsel anlamda da western öğeleri yerleştirdim. Film çok ciddi bir meydan okumaydı. Çekimler bile zordu, o zamana kadar hep çok küçük bütçelerle arthouse filmleri yapmıştım. Filmin hacmini ve prodüksiyonun büyüklüğünü ancak kurgu sırasında fark ettim.

Türkiye’de yaşıyor ve çalışıyorsunuz. Bir vatandaş ve bir sinemacı olarak durumunuz nedir? Çalışmalarınızda engelleniyor mu, sansürleniyor musunuz?

Maalesef sinema pahalı bir sanat. Çok paraya ihtiyaç var ve bunu bulmak ciddi bir sorun. Kültür Bakanlığı’nın bir fonu var, ama bir komiteyle uğraşmak zorundasınız. Bu fonu alıp almama her zaman ciddi bir mücadeledir; durumun ne olacağı asla tam olarak bilinmez. Para almamak veya vaat edilen parayı tekrar kaybetmemek için sürekli bir baskı vardır. Bizim olayımızda da parayı geri istediler; çünkü onların gözünde bitmiş film, sunulan senaryoya uymuyordu. Ve başka kaynaklardan fon bulmak çok zordu. Yaygın bir korku var. Resmî kurumlar tarafından onaylanmayan veya “kırmızı çizgiler”i aşma potansiyeli olan bir filme kimse yatırım yapmak istemiyor. Oyuncular da benzer bir biçimde dolaylı baskı altında. Ancak bir film yapılıp bittikten sonra ona “lisans” verilmemesi, yani dağıtımının engellenmesi nadir olan bir şey. Olmuyor değil, oluyor ama nadiren. Biz de Kurak Günler’i yaygın dağıtıma soktuk ve sonuç da oldukça başarılıydı. Bu anlamda doğrudan, açık ve resmî bir sansürden ziyade daha dolaylı işleyen sansür mekanizmalarımız var.[1]

Filminiz homofobiyle de ilgili.

Bu, resmî kurumların da son yıllardaki gerçek kırmızı çizgisiydi. Bir filmde otoriter yapılardan bahsettiğimde her zaman bunun başka bir şey için bir metafor olduğunu iddia edebilirim. Ancak homofobi başka bir şey, somut bir sorunu ifade ediyor. Bu, sadece Türk toplumunda mevcut değil, son yıllarda bir devlet politikası haline geldi. Sanatçılar olarak bizim de buna tepki göstermemiz gerekiyor. Homofobi senaryomun ilk taslağında yoktu, onu tam da bu devlet politikalarına tepki olarak ekledim. Zaten paranın geri istenmesine neden olan da büyük ölçüde buydu sanırım.

Savcısından gazetecisine kadar filminizdeki karakterlerin hepsi çelişkili.

İyinin kötüye karşı basit bir hikâyesini anlatmak istemedim. Onların da niyetlerinin her zaman saf ve temiz olup olmadığından emin olamayız. Bataklığa düşüldüğünde tümüyle temiz kalınabileceğine inanmıyorum. Bu yüzden karakterleri basit bir iyi-kötü berraklığında tasvir etmek istemedim. Bu, kötü ile daha az kötü arasındaki bir savaş.

Türkiye’deki yıldırmalar hayli ağır. Örneğin Cannes’daki galada tutuklu ortak yapımcınız Çiğdem Mater’i hatırlattınız.

O, modern Türkiye tarihinin en büyük protestoları olan ve Erdoğan için bir takıntı haline gelen İstanbul’daki Gezi protestolarının bir parçasıydı. Erdoğan bunun, kendisini devirmek için yabancı güçler tarafından yönlendirilen bir eylem olduğuna inanıyordu. Milyonlarca insan sokaklara çıktık. Birisi bizi bunu yapmaya kışkırttığı için değil, öfkeli olduğumuz için. Ancak komplo teorisyeni Erdoğan ve çevresi yönlendirildiğimizden emin. Daha sonra insan hakları savunucusu Osman Kavala gibi birkaç günah keçisi bulundu. Kavala’nın çevresini araştırdılar ve müttefik olduklarını düşündükleri insanları tutukladılar. Aralarında arkadaşımız da vardı. Kendisine yönelik suçlamalar Gezi protestoları hakkında hiç çekmediği bir filmden ibaret. Fakat bu şimdi Erdoğan’ı devirmeye yönelik propagandanın kanıtı sayılıyor. Kendisinin on sekiz yıl, Kavala’nın ise ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığını öğrenince şoke olduk. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kavala’nın serbest bırakılmasını talep etti, ancak hükümet bunu reddetti.

Komplo teorileri neden -sadece Türkiye’de değil- bu kadar güçlü?

Otoriter liderler bunu kamuoyunu manipüle etmek için kullanıyor. Bunun çok iyi bir araç olduğunu biliyorlar. Ama bunun da sınırları var. Ülkede yaşanan ekonomik kriz nedeniyle memnun olmayan ve artık komplo teorileri ve bahanelerle kandırılamayan insanların sayısı giderek artıyor. Erdoğan gerçi krizin sorumlusunun da dış güçler olduğunu iddia ediyor, ancak pek çok kişi, en azından metropollerde, artık ona inanmıyor. Ne yazık ki İstanbul gibi büyük şehirler ile kırsal kesimler arasında bilgiye erişim açısından büyük farklar var. Dolayısıyla filmlerimin gösterildiği yerlerde de.

Auteur filmlerinizin yanı sıra bu arada Alef gibi dijital platformda yayınlanan bir dizi de yönettiniz. Bu, sürdürmek istediğiniz bir şey mi? Yoksa kendinizi öncelikle bir sinema yönetmeni olarak mı görüyorsunuz?

Bu filmin finansmanını sağlamak, çekimlere başlamadan önce üç yılımızı aldı. Bu bekleme süresini bir Streaming Service işi için kullanabilirim. Ancak bu iki ucu keskin bir kılıçtır. Televizyon dizileri için kendi senaryolarımı yazmıyorum. Ama bir yönetmen olarak, orada bir şeyler denemek için belli bir yaratıcı alan buluyorum. Bu, hoşuma gidiyor.

Bu baskıya rağmen sizi Türkiye’de tutan nedir?

Çünkü burada kalırsam daha çok üretirim. Yurtdışında kolay kolay bir film yazıp çekebileceğimi hayal edemiyorum. Ekiplerim burada, ilham kaynaklarım burada. Dışarıda üretken olamam. Öte yandan işler böyle devam ederse ve gelecekte hiçbir şey iyiye doğru değişmezse, kimbilir. Erdoğan’ın yenilenen zaferinden sonra yakında kaybedecek bir şey olmayabilir.

Ülkenizin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Durum kasvetli ama umutsuz değil. Bu filmle mücadele edeceğimize dair bir işaret vermek istedim. Obruklar, güçlerini kötüye kullananların yıkılışı olacak. Ekonomik kriz nedeniyle iktidar geniş halk kitlelerinin desteğini kaybetti; birçok insan hoşnutsuz. Fakat Erdoğan yeniden seçildi. Mücadele devam ediyor. Otoriterizm çok dirençli ama yakın gelecekte kaybetme ihtimali kazanma ihtimalinden daha fazla. Sadece bu yılgınlık halinden sıyrılıp tekrar toparlanmamız gerekiyor.


[1] Bu söyleşi yapıldığında Antalya Film Festivali’nin iptali sürecini başlatan aleni sansür girişimi henüz yapılmamıştı.


Not: Meriç Gök’ün Almancadan çevirdiği ve 3 Ekim 2023'te die tageszeitung'da yayımlanan bu söyleşiye son şeklini Emin Alper verdi.