Üniversite İdealinin Çöküşü ve Derin Bir Keder Hissi
Diyarbakır DEM Parti Milletvekili Sevilay Çelenk ile Söyleşi

Kendisi KHK ile ihraç edilen Barış Akademisyenleri'nden olan (6 Ocak 2017'de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden ihraç edilmişti) Doç. Dr. Sevilay Çelenk, mahkeme kararıyla üniversiteye geri dönen birçok akademisyenin yeniden üniversiteden uzaklaştırılmasıyla girilen yeni evreyle ilgili sorularımızı cevapladı.

 ***

 

Geçtiğimiz yıl, KHK ile ihraç edilen Barış Akademisyenleri’nin bir bölümünü görevlerine iade eden mahkeme kararları, buruk da olsa bir iyimserlik yaratmıştı. Art arda gelen, özellikle son aylarda sıklaşan kararlarla, üniversitelerin itirazları üzerine bu dosyaları ele alan idare mahkemeleri, -özellikle bazıları!- art arda yeniden ihraç kararları veriyorlar. Bu kararlarda hangi gerekçeler kullanılıyor, nasıl bir "hukuk" işliyor?

Aslına bakarsanız yedi yıldır işleyen sürecin “hukuk”la ilişkilendirilebilmesi pek mümkün görünmüyor. İhraç kararlarımıza karşı hukuki yollara başvurabilmemiz, dava açabilmemiz bile OHAL Komisyonu eliyle beş yıl geciktirildi. Komisyonun topluca verdiği ret kararının ardından her birimizin itirazları birer idare mahkemesine yönlendirildi. Bu mahkemelerin bir kısmı tüm başvurularımızı reddetti. 2023 yılı başında ise birkaç mahkemeden işe iade kararları gelmeye başladı. Birbiri ardına çok sayıda işe iade kararı çıkmaya başlaması birçoğumuzda bu hukuksuzluğun nihayet sona eriyor olduğuna dair bir umut yarattı. Bu iadelerin bir kısmı istinafta da onaylandı. Ne var ki bu iyimser hava da pek uzun sürmedi. Tıpkı ilk derece mahkemeleri gibi, istinafta da her mahkeme bu konudaki bağlayıcı olması gereken Anayasa Mahkemesi kararını görmezden gelerek, kendince ret kararları verdi. Özellikle son günlerde 13. Bölge İdare Mahkemesi birbiri ardına ret kararları vererek görevine dönen pek çok akademisyenin yeniden ihraç edilmesine neden oldu. Başından itibaren eşitsizlikle ve hukuksuzlukla ilerleyen bu süreç sonucunda, kamuoyunda oluşan iyimser havaya rağmen aslında şu anda görevine dönebilenlerin sayısı, göreve başlatılmayanların, başlatıldıktan sonra yeniden ihraç edilenlerin yarısından bile az.

Hukuksuzluklar mahkeme kararlarıyla da sınırlı değil. Nasıl ki ihraçlar esnasında üniversiteden üniversiteye değişen tutarsız ve keyfî uygulamalarla hukuk tanımazlık bas bas ilan edilmişse, mahkeme kararların uygulanması konusunda da benzer bir süreç işletiliyor. Öyle ki mahkemelerin göreve iade kararlarını tanımayan üniversiteler var. Üniversiteler mahkeme kararları gereğince yapmaları gereken şeyi yapmıyor, iadesi onaylanmış akademisyenleri göreve başlatmıyor ve yeniden arşiv incelemesi, güvenlik araştırmaları yapıyor. Bu süreçte mahkeme kararını, üniversitelerin uygun bulmadığı vakalar oldu... Sürecin tutarsızlıkları çok anlatıldı. Yine de daha derinlemesine bilgi edinmek isteyenler Siren İdemen’in barış akademisyenleriyle yaptığı, 1+1’de 24 Şubat 2024 tarihinde yayımlanan söyleşiye bakabilir; “Bitsin artık bu Araf’ta kalma hali” başlıklı bir söyleşi, adı üstünde...

13. Bölge İdare Mahkemesi’nden birkaç gün evvel göreve dönüşe ret alanlardan biri de benim. Sendikamızın yönetimindeki arkadaşlar arayarak haberdar etti. Gerekçe dediniz ya, şimdi fark ettim ki, haberi aldıktan sonra E-Devlet’e ya da UYAP vatandaş portalına filan girip “Davalarım” kısmına bakmamışım bile. Uzun zamandır bakmayı bırakmıştım, bir değişiklik olursa nasılsa duyarım diye ki öyle oldu. Gerekçeler “kes yapıştır” şeklinde. Şimdi söyleşmeye ara verip mesela bizzat benim karara bir bakalım. Neymiş hukuki gerekçe? Evet, görevden ihracımın ve takip eden yargı sürecinin hukuka uygun olmadığını söyleyen ayrıntılı bir karşı oya rağmen, kararda oy çokluğuyla “... terör örgütü ile irtibatlı ve iltisaklı olduğu kanaatine varıldığından kamu görevinden çıkarılmasına ilişkin Kanun Hükmünde Kararnameye karşı yapmış olduğu başvurusunun reddine dair OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu işleminde ve istinaf konusu idare mahkemesi kararında yukarıda yer verilen gerekçe ile hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmıştır” denmiş. Sanırım bu karar son retlerin tümünde bu şekilde yer alıyor. Birçok kuruma yazarak yeniden istihbarat istenmesine rağmen, karar son derece keyfi ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin kamuoyuyla paylaşıldığı konjonktüre ilişkin sübjektif değerlendirmelerle dolu. Başka bir gerekçe yok. Bildiriyi imzalamış olmamızın kendisi “irtibat, iltisak” nedeni sayılıyor.

Yarım ve buruk bir telafi sevincinin dahi kırılması karşısında, fikrinden öte hissini soracağım? Ne hissediyorsun?

Açıkçası kendi adıma bu konuda her defasında artık bir şey hissetmeyeceğimi zannetmeme rağmen kendimin de anlayamadığım çok tuhaf bir keder hissediyorum. Derin bir şey... Bu bizzat benim davamın sonucuyla yaşadığım bir şey değil, benim hayatım ihraçtan sonra bambaşka bir yöne aktı. Şimdi bana gel göreve başla deseler de zaten dönemem. Fakat genel olarak umutların bu şekilde boşa çıkması, bundan da öte hukuk alanını kaplayan bu karanlık... İşte o cesur karşı oyu yazan üye gibi hâkimlerin çok ama çok az olması... Öyle ki bu karşı oyun altında bile başka bir hesap arıyor hale gelişimiz. Hukuk alanı karanlığa büründükçe geleceğin belirsizleşmesi, bütün bunlar kaygı ve keder veriyor.

Tabii ki bu bir politik mücadele, hiçbir noktasında vazgeçmiyoruz. Ben bu kaygı halinden çıkmak için de bu “vazgeçmeyişe” bağlanıyorum yeniden. Tek umut burada gerçekten... Şunu çok sık hatırlatıyorum kendime. Bu ülkede 2.212 akademisyen “hakikat cesareti” gösterdi. Hakikatin yanında durmakta inat etti. Çok şey “ellerinden alındı”. Ama hakikatten dönmediler. Şimdi de kendilerinde başlayıp biten bir kayıp değil onların derdi. Ama serzenişle ama zaman zaman yabancılaşarak ve hayıflanarak da olsa ömürlerini verdikleri “üniversite idealinin” çöküşü, bu çöküş için işbirlikçi birkaç İbiş’in yeterli olması... Bu “kaybın” mahiyetini bu nedenle siyaset alanında -değil iktidarın- muhalefetin bile yeterince kavramadığını düşünüyorum.

Bundan sonra ne yapılacak, bu mücadeleyi nasıl bir seyir izleyecek; senin, sizin nasıl bir katkınız olabiliyor?

Mücadele işte az evvel söylediğim noktada kurulmalı. İki binden fazla akademisyenin imza verdiği ve 400 kadarının ihracıyla sonuçlanan bu süreci basit bir “kitlesel iş kaybı” olarak görmemek. Böyle görülmekten çıkarmak. Örneğin şunu hatırlatmama izin verin, oransal olarak en yüksek sayıda akademisyenin ihraç edildiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye’de yükseköğrenim bünyesinde gazetecilik eğitiminin verilmeye başlandığı ikinci kurumdur. 1965 yılında UNESCO’nun ve Gazeteciler Cemiyeti’nin katkılarıyla Basın Yayın Yüksek Okulu olarak kurulmuştur. 1992 yılında İletişim Fakültesi’ne dönüştürülmüştür. Türkiye’de alanında üniversite düzeyinde dört yıllık eğitim veren ilk kurum olarak bilinir. Bu kurum Türkiye’de 1990’lı yıllardan sonra açılan çok sayıda İletişim Fakültesi’ne kendi kadrosundan “kurucu dekanlar” vermiş, bu anlamda da belirli ve itibarlı bir gazetecilik eğitimi ekolünü yaygınlaştırmış bir kurumdur. Bu kurumun bir gecede tamı tamına yarı kadrosu ihraç edilmiş, anabilim dalları fiilen kapanmış, yüksek lisans-doktora dersleri buhar olup gitmiş, sayısız teze yazıldığı alanda uzman danışman bulmak imkânsız hale gelmiş...

Diğer medya, iletişim veya sinema alanında eğitim veren Anadolu Üniversitesi, Ege Üniversitesi gibi üniversitelerdeki ihraçlar da düşünüldüğünde medya ve iletişim eğitimi çok ağır bir darbe almış diyebiliriz. Aynı şeyi siyaset bilimi, kadın çalışmaları, insan hakları çalışmalarıyla ilişkili olarak da görüyoruz. Şimdi bu hukuksuzluk deyip geçemeyeceğimiz “muazzam toplum mühendisliğinin” ve bu “kültürel iktidar savaşının” bugün yaşamakta olduğumuz büyük “yer kaymasıyla”, erozyonla ilişkisini kurmadan, ilişkisini her gün anlatmaya çalışmadan mücadele etmek de güç. Medya alanında “gazeteci” olarak adlandırdığımız ve tamamı ana akımdan uzaklaştırılmış ya da zaten son yıllarda tümüyle onun dışındaki kurumlarda yetişmiş bir avuç gazeteciyi, televizyoncuyu saymazsak, ekranlarda, gazetelerde gördüğümüz ve okuduğumuz isimlerin gazetecilikle filan bir ilgisi yok. Onlar “iktidar elçileridir”, “aparattır”, “sahibinin sesidir”, ne derseniz deyin. Hakikat arayışıyla uzak yakın bir ilişkileri de yoktur. Barış akademisyenlerinin mücadelesi, kendi alanlarını hedef alan bir hakimiyet mücadelesi sonucunda işlerinden olduklarını, yargıdan, eğitime her alanı iktidara yakın kadrolar lehine boşaltmak ve terk ettirmek amacındaki bir toplum mühendisliğinin mağduru olduklarını anlatmakla da ilişkili bir mücadele. Ben hâlâ anlamaya çalışmanın ve anlatmanın bir mücadele alanı olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü “Her şeyi anlamak/anlatmak zorunda değiliz,” diyeceğimiz yer burası değil.

Bu anlatma ve anlama sadece yazıp çizerek, ekranlarda ya da TBMM çatısı altında konuşarak yukarıdan aşağıya değil, her yerde ve her fırsatta ev ev, sokak sokak yapılabilse, bizlerden “barış imkânının” çalınmasının anlamı, “beka siyasetinin” anlamı, her şeyi birbiriyle ilişkilendirerek açığa çıkarılabilse bir şeyler değişir. Yurttaşın ekonomik sıkıntıları gibi büyük sıkıntılarıyla akademisyenlerin gazetecilerin susturulmaya çalışılmasının ve işlerinden edilmelerinin ilişkisi kurulsa ve bu mücadeleler de birlikte örülebilse bir şeyler değişir. Elbette kendi özgül sorunumuzun mücadele hatlarını, başta hukuki mücadele olmak üzere sürdüreceğiz. Kendi adıma bu mücadeleyi, TBMM çatısı altında ya da sokaklarda, meydanlarda söz hakkımı kullanabildiğim her yerde sürdürmeye çalışıyorum. Yine Meclis çatısı altındaki mücadele araçlarını (basın açıklamaları, araştırma ve soru önergeleri gibi) barış akademisyeni arkadaşlarımla müzakere içinde kullanmaya devam ediyorum.

28 Şubat’tan, toplum mühendisliğinden, travmalarından aynı istismar cümleleriyle ve riyakârca söz etmekten bıkmayan iktidar partisi üyelerine karşı konuşmak da bir mücadeledir. Bir yandan 28 Şubat sürecinin vahametini en net biçimde teslim etmek ama bir yandan aynı konuşmada yüzlerine, “Barış Akademisyenleri’ne, siyasetçilere, medya çalışanlarına ve gazetecilere karşı ‘bitmeyen 28 Şubat’ iklimi yarattınız,” demek de bu mücadelenin bir parçası. Toplum mühendisliğinin âlâsını yaptıklarını söylemek de. Bu itirazın toplumsallaşmasına imkân tanıyan her araçla, sözle veya yazıyla, protesto hakkını kullanmayı, sokağı ve dayanışmayı güçlendirmeyi önemli buluyorum. Başka türlü, “hukuksuzluk” diyerek ortalığı yıksak ne fayda. Umurlarında değil. Genel, güçlü bir toplumsal itiraz içine hak mücadelemizi yerleştirmeden sonuç alamıyoruz. Her şeyden evvel “Bu Suça Ortak Olamayacağız” bildirisinin ardındaki hakikat cesareti Kürt Sorunu ile ilişkiliydi. Bu sorunun çözümünde yol almadan beka ve istismar siyasetinden kurtulamayacağımızı, şiddetten, yoksullaşmadan, çölleşmeden, hak ve irade gaspından kurtulamayacağımızı her an hatırda tutmak elbette en kritik mesele.

Ege Üniversitesi'nden bir grup felsefe öğrencisi, “Nitelikli eğitim alma haklarının" engellendiğini söyleyerek bu kararları protesto ettiler. Bunu nasıl yorumladın? Akademisyenlerden böyle bir ses işitilmemesi hakkında bir şey söylemek ister misin?

Bu gerçekten yine insanın içini bahar sevinciyle dolduran bir çıkış. Umut veren bir çıkış. Kesinlikle olan şey bu. Nitelikli eğitim, üniversite nosyonu, düşünce hayatı zarar görüyor. Biz o alanda en şahane işleri yaptığımızdan değil. Birikim ve deneyim tasfiye edildiğinden, gelenek ve kurumsallık tahrip edildiğinden ötürü. Yine elbette geleneğe de, kurumsallığa da hep eleştirel yaklaşmış olduğumuzu hatırlatarak söylüyorum bunu. Geçtiğimiz şubat ayında Meclis çatısı altında TRT ile ilişkili bir önerge hakkında partim adıma söz hakkımı kullanırken, senin “kurum-kırım” kavramına referans verdim ve TRT’nin içler acısı durumunu buradan açıklamaya çalıştım.

Üniversitenin, ikinci ihraçlarla yaşanan “ikinci kırımı”na ses çıkmaması da kanımca büyük ölçüde siyasi iktidarın bu alanı zihinsel haritalara “beka siyasetiyle” birlikte işlemedeki başarısıyla ilişkili. Akademisyenlerin buna ikna olduğunu söylemek istemiyorum. Fakat kriminalleştirilmiş bir konuda söz almak bakımından çekingenlikler oluşuyor... Siyasi iktidar riyakârca “yalın” bir hat üzerinden, barış bildirisini terör ve güvenlik meselesine eklemliyor. Biz ise hakikatin karmaşıklığı gibi güç bir alanda söz üretmeye çalışıyoruz, çoğumuz popülist değiliz... İşimiz zor. Fakat vazgeçmiyoruz. “Geri döneceğiz” demenin kendisinde bile bir mücadele ses buluyor. Kurum-kırımın elinden kurtardığımız şey çok, dışarıda inşa ettiğimiz şey çok. Daha da çoğalacak.