Sol Siyaset Vicdan Siyasetidir (6)
Erdoğan Özmen

Bana bu adada küçük çaplı da olsa her türlü zorbalık ve gaddarlık yapılabilirmiş gibi görünüyordu ve olabileceklere rağmen birbirimizle barış içinde yaşıyorsak, bu şüphesiz bilmediğimiz bazı kanunların üzerimizde tesirli olduğunun bir kanıtıydı ve bunca zamandır yüreklerimizin sesini dinliyorduk ve yüreklerimiz bize ihanet etmemişti.

J.M. Coatzee, Foe

 

Kimsesiziz artık, uzun zamandır. Kimsesiz ve yapayalnız. Çok çeşitli, birbirinden farklı bir dizi kayıp, yoksunluk ve belirsizlikle, çok yönlü kayıp ve yoksunluk tehditleriyle burun burunayız. Güvende hissederek, ümidimizi koruyarak, bekleyerek ve ümit ederek, yarınımızın daha iyi olacağına inanarak yaşamıyoruz çoktandır.  Gözü kapalı bir hırs, açgözlülük ve doymak bilmezlikle dünyamızı kendi zenginlik, iktidar ve güç savaşlarının sahnesine çeviren birtakım herifler korkunç fantazilerini hepimize dayatarak, hayatlarımızın üstünde tepiniyor. Zavallıca fantazilerinin tökezlediği, çöktüğü, iflas ettiği her durumda, aynı hınç, intikam ve nefret saikleriyle yok etmek, yıkmak için bir an duraksamıyorlar: Ortaklaşa sahip olduğumuz varlıkları, yerküremizi (“Hepimiz yerkürenin çocuklarıyız” çünkü), doğamızı, ortak insanlık değerlerimizi, ahlak ilkelerini, ilişkileri, bağları… Bir anlamda “Zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şey yok” tarifi hepimiz için değil mi artık?

***

İnsan olmayı öğrenirken her birimiz, kendimizi yaratıcı kapasitelerimiz sayesinde mütemadiyen var ederken, sürekli bir altüst oluşa maruz kalıyoruz. İnsan bedeni ve ruhu bir yandan, vaktiyle oluşmuş yapı, denge ve uyumda gerçekleşen ayrılma, kırılma ve kopmaları, diğer yandan yeni yapı, birlik, denge ve uyum biçimlerinin yaratılmasına yönelik itki ve gerilimleri katederek, onlara tahammül ederek, onları sahneleyerek gerçekleşiyor, var oluyor. Her seferinde bir üst seviyede yeni bir başlangıcın ortaya çıkmasıyla. İnsanın zamanına helezoni niteliğini veren ve ruhsallıktaki geri-dönüşlülüğü kaçınılmaz kılan şeyden bahsediyoruz demek ki. “Genç Marx insandan ‘jenerik’ bir varlık olarak söz eder. Bundan anladığı, insan türünde, uzmanlaşmalardan, içine kapanmalardan, bölünmelerden bağımsız bir yaratıcı ve yeniden yaratıcı tutumun bulunduğudur.”[1] İnsan, demek ki, o yaratıcı ve yeniden yaratıcı tutumun hem öznesi/faili hem de sonucu/ürünüdür. Yıkımın ve yeniden yapımın. Bunun anlamı bir de şudur: İnsan kendini yaratırken, bazı yapı ve özellikler var olmak, ortaya çıkmak için vaktini bekler. İnsan söz konusu olduğunda, bazı genetik ve nöro-bilişsel yatkınlık ve potansiyeller dışında hiçbir şey verili değildir. İnsanın (insanlığın da) tamamlanmamışlığı ve temel bir eksikle damgalanmış oluşunu bir de bu bağlamda düşünmeliyiz demek ki.        

***

Daha önce yazmıştım: Öteki/başkası karşısında ilk sorumluluktur vicdan. Ötekini kendinin beslendiği/doyurulduğu gibi besleme/doyurma, sevildiği gibi sevme, yatıştırıldığı gibi yatıştırma arzusundan kaynaklanan ve mütemadiyen açılarak genişleyen ruhsal yapı ve yatkınlıktır. Ötekinin muhtaçlığını, mahrumiyetini ve eksikliğini fark etmekle gelişmeye başlayan ve demek ki arzulayan bir varlık olarak zuhur etmenin, arzunun da itici kuvveti olan ruhsal faildir. Kökensel acizliğimizi ve yetersizliğimizi, çeşitli duygu durumlarımızı aynalayarak temsil alanına taşıyan ve tahammül edilebilir kılan ötekini/anneyi aynalamaya çalışmaktan, demek bir karşılıklılık ve ortaklık ilişkisi arayışından, pasif konumdan çıkarak aktif hale gelmenin imkânlarını yaratma çabasından köken alır vicdan. Ötekini ilk kez kendi ötekiliği içinde tanımanın, ötekine uzanmanın ve temas etmenin, kendi dikkatini, bakışını ve sevgisini ötekine hediye etmenin ilk momentidir bu. Demek vicdanı benlik ile öteki arasındaki ilk bağ olarak, ilk bağlanma biçimi/ilişkisi olarak kavramalıyız. Vicdan söz konusu olduğu için yalıtık ve soyutlanmış bir benlik/self mümkün değildir artık. Vicdanın güçleri sayesinde mütemadiyen kendi dışına çıkmak, kendinden taşarak ötekine varmak/uzanmak, giderek genişleyen birlikler kurmak ve ortaklık zeminleri yaratmak, o bağ ve ilişkilere ait olmak isteyen bir benlikten söz ediyoruz şu halde. Bu biçimde kendi tamamlanmamışlığını ve eksikliğini telafi etmenin yollarını arayan bir benlikten. Bir ucu açıklıktan, kendi yetersizliğinin ve acziyetinin daima farkında oluştan, kendi vaktini özlemekten, bu arzulu varoluştan.   

***

Solun kendini bir bağlam, bir çerçeve olarak takdim etmesini buraya yerleştirmeliyiz. Solu, vicdanın potansiyel ve güçleriyle, daima ertelenen bir zamanda kendini gerçekleştirme usulleriyle bir karşılaşma olarak kavramalıyız. Her türlü ahlak ve yasa buyruğunun çok öncesinde, bir belirsizlik ve öngörülemezlik zemininde en iyi halimin ortaya çıkması için vicdanı bekleyen sol ya da solu bekleyen vicdan. İnsanlık solu bu nedenle, bu özlemle icat etmiş olmalı. Bu hasreti dindirmek, bu kavuşmayı gerçekleştirmek için. Solun bir ruhsal tutum, yatkınlık ve yapı olarak çoktan hem içimizde, kalplerimizde, hem de icat ettiğim bir siyasal tutum, oluşum ve hareket olarak aynı zamanda dışımda oluşu bu anlamdadır. Ütopik tutkusunu ve ütopya arzusunu düşündüğümüzde sol, demek ki bir tahammül ve sabrın teori ve pratiğidir. Bir uzun yolun, yolculuğun, güzergâhın teori ve pratiği. Yoldaşlığın, yol arkadaşlığının… Ortaklığın… Ortaklaşa bir gelecek ve hayat ufkunun…


[1] E. Morin, M. Ceruti, Bizim Avrupamız (çev: Şirin Tekeli), İletişim, 2014, s. 138.