Ulusaşırı Adaletin Sınırlarına Çarptıkça
Işıl Kurnaz

28 Aralık 2011 gecesi, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Robozkê (Roboski) köyünde hava kuvvetlerine ait F16 savaş uçaklarının bombardımanı sonucu 34 sivil hayatını kaybetmişti. 34 kişinin 28’i aynı aile mensuptu, Encü ailesi. Genelkurmay Başkanlığı, operasyonun, grubun PKK’nın güzergahını kullandığı için yapıldığını söyledi. Ölenlerin siviller olduğu anlaşıldıktan sonra dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaşanan olayla ilgili resmi özür beklenmesinin "yanlış olduğu"nu, öldürülen sivillerin ailelerine tazminat ödeneceğini belirtti. İnsan hayatının parasal ikamesi olarak… Anayasa Mahkemesi, bu katliamla ilgili yapılan başvuruyu avukatların belgeleri iki gün geç yollaması sebebiyle reddetti. Dosya AİHM’e geldi. AİHM, AYM’nin ret gerekçesini tekrarlayarak dosyayı görüşmedi ve iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemezlik kararı verdi.

Uluslararası adalet mekanizmaları, insan hakları hukukunun evrensel ilkelerinin cisimleştiği yerler olarak düşünülür, çoğu zaman. Sorunlar, oraya havale edilir. Devletin insan haklarına tenezzül etmediği, insan hakları savunucularını muhatap almayı bırakın onlara gadrettiği bir coğrafyada, dinleyen ve gören daha yüksekteki bir merci olduğu fikri, belki biraz da mücadeleyi tetikleyen bir şeydir. Halbuki uluslararası adalet mekanizmaları, bazen tam da içine kurulmuş oldukları o insan hakları mücadelelerinin yarası oluverir. Devletten çıkıp ite kaka ulaşabildiğin yerin dahi sesini duymuyor olduğunu görürsün, taraf devletle uluslararası mahkeme arasındaki ilişki bir tür danışıklı dövüş, biraz zehir-panzehir ilişkisi gibidir. Biri olmadan diğeri yaşamaz, haliyle aralarında simbiyotik bir benzeşim kuruluverir. Resmî ziyaretler, ilişkiler, projeler bunların hepsini doğrular. Devletin kurumsal yapısından çok da eksik kalmayan başka türlü bürokrasilere, diplomasilere, engellere çarparsın. Çünkü nihayetinde, biri diğerinin varlık sebebidir.

Dilek Kurban’ın İletişim Yayınları’ndan henüz çıkan Ulusaşırı Adaletin Sınırları kitabı, bu çarpışmayı anlatıyor aslında bakarsınız. Mahkeme kapısının her zaman adaletin son durağı olamayacağını, hukukun oradan taştığını ve tam da taştığı o yerden seferber edilmesi gerektiğini söylüyor. Ulusaşırı adaleti, yani uluslararası insan hakları merciilerini bir tür son durak değil, yalnızca bir ara durak olarak gördüğümüz zaman mücadeleyi bir yere taşıyabiliyoruz aslında, bunu anlatıyor. Çünkü bu mahkemelerde dahi, insan hakları adına alınan ve emsal teşkil ettiğini düşündüğümüz devrim niteliğindeki kararlar, mahkemelerin insan haklarına açlığından kaynaklanmıyor. Tam tersi örgütlü mücadele eden ve hukuki mobilize etmekten imtina etmeyen o inattan kaynaklanıyor. O kararların hiçbirinin sahibi insan haklarını ihlal ettiğini kabul eden, gerekirse o kararı uygulayan, o tazminatı ödeyen devlet değil. Aynı şekilde o devleti mahkûm eden, insan hakları ihlallerinin bazen adını koyan uluslararası mahkemeler de değil. O kararın sahibi, bizzat o inat.

Hatırlar mısınız, 15 Temmuz nedeniyle ilan edilen ve tam yedi kez uzatılan olağanüstü hâl sırasında, Temmuz 2015–Aralık 2016 arasında otuzdan fazla ilçe ve kasabada sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. “Düşünce Suçu?!na Karşı Girişim” OHAL sonrası dönemin adını değiştirmiş ve o döneme şu ismi vermişti: OHAL değil SOHAL, yani Sürekli Olağanüstü Hal! Sokağa çıkma yasağının olduğu bölgelerde yaşayan başvurucular ve o illerin milletvekilleri, Anayasa Mahkemesi’ne geçici tedbir kararı vermesi ve operasyonların uluslararası hukuk standartlarına göre yürütülmesi için başvurmuş ancak AYM, başvurucuların tehlikede olduklarını kanıtlayamadıkları gerekçesiyle talepleri reddetmişti. Daha sonra başvurular AİHM’e götürüldü. AİHM, otuz dört başvurudan sadece beşi için tedbir talebini kabul etti ama Türkiye, AİHM talimatlarını gecikerek uyguladığı için başvurucular hastaneye gidemeden öldüler.[1]

Ulusal adaletle ulusaşırı adalet arasındaki sınır, öyle katedilemez derecede uzak mesafeler değildir aslına bakarsınız. Kapılardan biri yüzünüze kapandığında, diğerinin de kapanması muhtemeldir. Çünkü o kapıyı açan şey, o kurumlar yüksek hasletleri, insan haklarına açıklığı değil de sizin mücadeledeki inadınız, yani siyasettir.

Dilek Kurban, ulusaşırı adalet mekanizmalarının içindeki politikayı, o mekanizmaların aktörlerinin siyasetini anlatıyor biraz da. Teknik bir hukuki değerlendirmenin eksikliğine izin vermeden, etkili yargısal denetimin boyutlarını açıklıyor: “Uluslarüstü mahkemelerin devlet şiddetini denetlemede, ellerindeki yargısal araçların ve doktrinlerin tamamını kullanmaları (yukarıdan aşağıya) ve bahsi geçen devlet şiddetine karşı yerel insan hakları aktörlerinin mobilizasyonuna açık olmaları (tabandan yukarıya).”[2]

Salt yargısal araç konumunda olmanın, insan hakları ihlallerini gidermedeki etkisizliği söylüyor aslında Kurban. Çünkü bir daha asla! demenin yolu, bütün mekanizmaları aynı anda harekete geçirmekte yatıyor. Aksi halde kurulacak salt bürokratik mekanizmalar ya da hukuki bağışıklıklar, sadece yeni ihlaller yaratır. Örneğin, koruculuk sisteminin hem bölgede etkili olan kişilerin koruculuğu, kendi hakimiyetlerini derinleştirmek için, kural tanımazlıklarını devlet görevlileri eliyle sağlamlaştırmak için nasıl kullandığını da anlarsınız, hem de sadece gizli tanıklar ve itirafçılar eliyle yürütülen bir yargısal pratiğin, günün sonunda o kişilerin kişisel olarak kin besledikleri insanları suçlamalarına güvence sağlarsınız.[3] Hikâyenin çok-boyutluluğunu anlamak için hikâyeye çok-boyutlu yaklaşmak gerekir. Uluslararası ya da ulusaşırı adalet mekanizmalarına da bu yüzden sadece yargısal pratiklerin değil ama tüm aktörlerin dahil olduğu, tüm duyguların seferber olduğu bir yerden dokunmak gerekir. Kurban’ın Türkiye’nin insan hakları pratiklerine yaklaşımı, bu yüzden istatistiklere ya da salt ampirik çalışmaların sınırlı verilerine yaslanmadan geniş bir düzleme dayanıyor. Bu düzlem, Türkiye’nin O’Donnell’in yaklaşımıyla bir tür kahverengi demokrasi olmasıyla da ilgili tabii. Eser miktarda siyasi partiye, eser miktarda eleştiriye, eser miktarda medya organına, sürekli yargı tacizi altında da olsa müsamaha gösteren bu rejimlerde, yargı insan hakları ihlallerinin aynı zamanda sebebi haline gelebiliyor.[4]

İngiltere’de İşçi Partisi'nden Lordlar Kamarası üyesi olan hukukçu Charles Falconer, Gurdian’da yayımlanan yazısında, solcu avukatların, soldaki avukatların, göçmenlere yardım ederken nasıl da halkın düşmanı olarak lanse edildiklerini anlatıyordu. Burada, eğer hükümet mahkemelerin güvenilirliğine saldırırsa, yargıçların da hareket etme konusundaki özgüvenlerinin düşeceğini söylüyordu. Bundan birkaç gün sonra, gazeteci Barış Pehlivan, cezaevinde tanıştığı bir mafya üyesinin mafya mekanizmasındaki en önemli unsurun yargıçlar olduğunu söylediğini yazmıştı, çünkü yargılanma(ma)k için onlara ihtiyaç vardı!

Dilek Kurban, yargının bu fasit dairelerine, içine girildiğinde çıkılamayan labirentlerindeki tehlikelere de değiniyordu. Kürt avukatların mobilizasyonundan, stratejik dava seçebilme imkânlarının bile olmadığı çünkü her davanın hayati ve stratejik olduğu 90’ların eziyet günlerinden geçiyordu. Ama öte yandan, daha büyük bir pencereden AİHM’in iş yükü ve ilkeler adı altında, nasıl da otomatik bir onay merciine dönüştüğünü anlatıyordu.[5] Yani uluslararası insan hakları hukukunun dokunulmaz addettiğimiz kurumlarına dokunuyordu.

İnsan haklarının sınırları, biraz da devletler eliyle çiziliyor, Rancière bu yüzden hukuk metodunda tasarlanmış bir dramaturjinin, aktörler eliyle de sahneye konulmasını öneriyordu.[6] Çünkü hukuku yaratan her bir norm (jurisgenerative), aynı zamanda jurispathic’ti, yani bir başka ihtimali sınır dışına itiyordu, başka bir normu geçersiz kılıyordu. Hukuki mobilize etme stratejisi, bu yüzden insan haklarının sınır tanımaz metodudur aslına bakarsınız. Çünkü Türkiye’nin AİHM dahil bütün uluslararası insan hakları mekanizmalarına taraf olmasının asıl sebebi insan haklarına olan derin hassasiyeti değil, bizzat politikadır. Çoğunlukla AB üyeliği ile şekillenen, bir tür Avrupa milletler topluluğunda yine de her şeye rağmen yerini alabilme arzusuna dayanır. Bu arzu, yine bu değerleri benimsemekle ilgili ilkesel bir yerden göstermez kendini, daha çok bir tür veresiye defteridir. Alacak ve verecek hesabının yapıldığı, yükümlülüklerin başka devletlerin borçlarından düşüldüğü bir mecradır orası. Türkiye’nin 2016 sonrası OHAL altında, özellikle Kürt bölgesinde farklı biçimlerde ama tüm ülkede sınır tanımayan hukuksuzluklarına Avrupa’nın verdiği cevaplarda, Türkiye’deki mültecilerin etkisi olmadığını söylemek mümkün mü? Tıpkı 1980 cuntasının yoğun işkence ve kıyımlarına karşı Türkiye’ye beş Avrupa devletinin açtığı devletlerarası davanın AİHM nezdinde hükümetin argümanları temel alınarak dostane çözümle sonuçlanmasının, o dönem Özal hükümetinin bu devletlere söz verdiği demiryolu ihalesiyle bir alakası olması gibi.

Ulusaşırı Adaletin Sınırları, bana sorarsanız o sınırları anlatırken, mücadele eden hukukçular ve insan hakları aktörleri eliyle o sınırların nasıl aşıldığının da kitabı. Bu yüzden aslında önemli olanın o sınırlar olmadığını anlatıyor, o sınırlara çarptığımızda ne olduğunu görmeye çağırıyor. Çünkü sınıra çarpıp durmuyorsunuz da, onu başka bir şeye dönüştürüyorsunuz. Aşılabilecek bir noktaya, ifşa edilebilecek bir bürokrasiye, geri dönüp kendi mecranıza bakabileceğiniz bir hikâyeye… Aslında çok temel bir şeyi hatırlıyorsunuz, hukuk dediğiniz aslında insan hikâyeleridir. Onu oradan okuduğunuzda, mücadeleye yüklediğiniz anlamın sınırları kanun maddelerini epey aşıyor bana sorarsanız. Ulusaşırı adaletin sınırlarından çok, oradan oraya çarptıkça sınır tanımaz hale gelen direnme duygusunu tercih ediyorum bu kitap için. Çünkü hukukun seferberlik potansiyelini, o duygudan sızdırıyorum.


[1] Dilek Kurban, Ulusaşırı Adaletin Sınırları, İletişim Yayınları, 2023, s. 25-27.

[2] A.g.e., s.29.

[3] A.g.e., s. 73-85.

[4] A.g.e., s. 31.

[5] A.g.e., s. 272.

[6] J. Rancière, “A Few Remarks on the Method of Jacques Rancière”, Parallax, vol. 15, no. 3, s. 114–123.