Behzat Ç.: Biz Ne İzledik?
Aybars Yanık

Birine, bir şeylere haksızlık etmekten çekinmelidir insan, fakat bazen de yekten söyleyeceğini söylemeli, çok da sündürmemelidir: Behzat Ç.: Çekiç ve Gül, kendi izleyicisine ihanet ediyor, etmiyorsa da kesinlikle acı çektiriyor. Bölümleri Youtube’da döndürüle döndürüle canlı yayınlanan (galiba sadece otuzuncu bölüme kadar), birtakım mecralarda 7/24 bölümleri verilen bir kanalı olan diziden söz ediyoruz; hâlâ, şimdi, bugün…

Fakat şimdi izlediğimiz işin, bildiğimiz Behzat Ç.’nin sonu olduğunu kabul etmek gerekiyor sanırım. 2013’ten beri çok şey değişti; mesela artık anayasanın hükmünün fiilen ortadan kalktığı bir ülkede yaşıyoruz veya dua ediyoruz ki araba filan çarpmasın, faili oligarşi mensubuysa sakat kaldığımız veya öldüğümüzle kalırız. Suç ve suçlu profilleri de güncellendi. Mesela dizide emniyet bürokrasisindeki büyük yozluğun sembolü badem bıyıklı Fethullahçılara dokunan yanıyordu, şimdi bu pek cesaret gerektiren bir iş değil. Bugünden o günlere bakınca insan hakikaten hayret ediyor; o vakitler ulusal bir kanalda Dink cinayeti, Cumartesi Anneleri, trans cinayetleri-A takımı, yoksulun her zaman suça mahkumiyeti, türlü türlü ayrımcılık fiilleri gibi popüler-politik bir biçimde senaryoya yedirilebilen, gündemleştirilebilen (bu söylediğim sadece bu diziyle sınırlı değil) meselelerin bugün yanından dahi geçilemiyor. Bunun yalnızca çeşitli sansür mekanizmalarından kaynaklandığını da düşünmüyorum. Dijital platformların güya verdiği özgürlük alanı büyük ölçüde kültürel temelli bir depolitizasyon üretiyor -ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Dizide de çok şey değişti elbette; karakterler yaşlandı, Harun yok, Cevdet yok, Eda yok, kabul ama bildiğimiz Behzat Ç.’nin sonu, tamamen bunlarla ilgili değil. Bu son söylediğimin hiç şüphesiz eski Behzat Ç. bölümlerine (ilk üç sezon, 2010-2013) dair romantizmi daha da beslediğini, besleyeceğini not edeyim.

Çekiç ve Gül kitabında yine gayet iyi Behzat Ç. maceraları okuyabiliyoruz. Peki dizide ne izliyoruz?

Bu dizi, her zaman, hiç şaşmadan “suç”a odaklıydı. Suça itilen, itilip kakılan insanların içinde yoğrulan cinayet büro ekibinin durumu hep ön plandaydı. Karakterler başka bir yerden boy vermiyordu; bu yoğrulmayla şekilleniyor, bize geliyordu.

Senariste kim fısıldadıysa büyük kötülük etmiş; karakterlerin sürekli “la” demesi, üstelik bak şimdi la diyeceğim, herkes gülmekten yıkılacak gibi “la” demesi, boyuna yerli yersiz sövmesi, bütün bunların “sahne”nin kendisi haline gelmesi epey sevimsiz görünüyor. Buraya bağlamsız mesnetsiz hayata dair, büyük büyük laflarla, veciz sözlerle ilerleyen diyalogların tıkıştırılması, hayat bombok demeye getirilmesi, fragmanlarda boyuna bu sahnelere yer verilmesi de en hafif tabirle hazin.

Hikâye nereye gitti, nerede hikâye? Seyirciye neden kötü edebiyat dergisi okuru muamelesi yapılıyor? Tek bir sahneyi aklımıza getirelim: Sadece tek bir mekânda, bütün bölüm Akbaba’nın evinde geçen bölümü izleyin (78. bölüm), bir dakikasında bile sıkılmaz, ne izliyoruz biz demezsiniz; kavga da, hayat da, iç dökme de, hepsini orada bulursunuz, çünkü burada laf Harun’un, Cevdet’in, Behzat’ın, Hayalet’in, Akbaba’nın ağzından çıkar, karakterlerin ağzına tıkılmaz. Bardak altlıklarına yazılanlar gibi aforizmalar parçalanmaz.

Hayalet’in, Akbaba’nın, Behzat’ın kendilerinin karikatürüne dönüşmeleri yaşlanmalarıyla ilgili demek isterdim ama öyle değil. Tamam Behzat yaşlandı ama bu kadar cıvıması, gevezeleşmesi, abuk subuk tepkiler vermesi şart mıydı? Hayalet neden sürekli madde kullanmış gibi bir şey olsa da gülüp eğlensek havasında? Akbaba’ya ne oldu da onca perişanlığı, sefilliği, sakilliği, cesedi gördükten sonra artık bir şeyler ağırına gidiyor? Yahu Akbaba, amiri Behzat’ı müfettişe ispiyonlamak zorunda kalmış bir adam, sırf varlık koşulu haline gelmiş “cinayet”ten kopmamak, onsuz kalmamak için bunu yapmış biri. Cinayet olmuş adam cinayete mi küsecek, darılacak, alınacak. Mahalle kasabının annelerini öldürmelerine şahit olunca anneleri gibi katledilen iki küçük kız çocuğunun mutfaktaki cesetlerinden ipucu toplayan adam Akbaba. Biz bir şey görmüyoruz, görsek zaten sorun olmazdı, Akbaba öncekilerden farklı bir cesetle karşılaştığında bu hale gelmez. Bize anlatılması lazım, ne gördü de bu adam, toprağın altındaki cesedin kokusunu alan adam dağılıyor gidiyor artık? Hiçbir fikrimiz yok. Acaba bir Ercüment Çözer ikamesini andıran (ama sadece andıran), senaryoya dışarıdan torpille yerleştirilmiş izlenimi veren Ateş karakteri mi bütün bunlara sebep oldu? Dizinin en iyi karakterlerinden Ercüment’in yalnızca basit bir “saygı” takıntısından ötürü derinleşebilen bir karakter olduğu mu düşünüldü de onun yerine konan Ateş saf kötülük alegorisinden ibaret kaldı?

İlk üç sezonda neredeyse kusursuz iç içe geçirilmiş devletin derinlikleri (ve onların milletvekili, savcı, müsteşar, ihaleci ve benzerlerinden müteşekkil tezahürleri) ve ana hikâye dengesi, tümden dağılmış gitmiş durumda. Hatırlayalım: Her zaman ama her zaman, o adaletsizlik üreten devlet mekanizması Behzat'ın dizinin başında öldürülen kızıyla, yani Berna’yla ve Berna’yı terastan aşağı iten öbür kızı Şule ile bağı kurularak verildi. Gerilim dengesi böyle kuruldu. Çekiç ve Gül’ün iki sezonunda patlamalar, çatlamalar, bam güm ateşlenen silahlar, alevlerle havaya uçan arabalar, natolar çatolar, avrasyacılar şunlar bunlar, niye varlar? Diziye harcanacak daha çok para var diye mi Hollywood aksiyonuna bağladık bütün hikâyeyi? Platformlar bir ölçüde özgürce hikâye anlatabilme ihtimalinden doğmuştu; şimdi en azından bu dizi için gördüğümüz kadarıyla meğer kasıt, hikâye anlatmama, seyircisini hafife alabilme özgürlüğüymüş. Örneğin dizide Demirdelen diye bir aile var ve her açıdan, iç ilişkileriyle, iş ilişkileriyle, mensuplarıyla “yoz” bir yapı, pis işlere bulaşmışlar, evet, güzel; hiç de yabancı gelmiyordur herhalde Türkiye’de yaşayanlara. Peki bize ne bunlardan? Cevap: Psikopat oğulları Şule’yle sevgili çünkü -bu kadar. Tespih, telsiz, la, dingil, Hüseyin abinin meyhanesi, Ankara yaa, bir de tabii, olmazsa olmaz, pavyon hehe; sömürge valisinin gözüyle dizi yapmanın otantik nesneleri… Ama hatırlasak mı, Behzat Ç. bir Ankara hikâyesiydi, Ankara’da geçen bir İstanbul hikâyesi değil.

Son olarak şöyle bir örnek vereyim: Arabanın içinde bir sahnede, Akbaba-Hayalet-Behzat var, galiba Hayalet’ti, “Yaşlanıyoruz be abi,” gibilerinden bir şey söylüyor. Ercan Mehmet Erdem’in Behzat Ç.’sinde bunu karakterler değil, izleyici söylerdi. Karakter bunu söylemeye ihtiyaç duymazdı. Hikâyesizlik kendini en iyi burada gösteriyor bana kalırsa.

Ayrıca, bu biraz şahsi, Harun’suz Behzat Ç., nasıl diyelim, olmuyor. Hele bir hikâye yoksa, hiç olmuyor. Herhalde bazı şeyleri tadında bırakmayı da bilmek gerekiyor.

İlk üç sezon bize yetsin.