Seçmen Davranışı Anormal mi?
Murat Belge

Türkiye’de siyaset olaylarını izleyen kişiler bu deneyimi bir zaman sürdürünce, “Artık hiçbir şeye şaşırmayacağım” derler. Çünkü burada genel olarak olmayan şeyler olur. Dediğim karara varanlar da, bir süre sonra, “Yahu, şaşırmayacağım dedim, gene şaşırdım” diye yakınırlar. Ben de bunlardan biri sayılırım. Ben de “şaşırmayacağım” dedim ve şaşırmaya devam ediyorum.

Geçen gün gene oldu. Tayyip Erdoğan topluma tüyo verdi. Dedi ki, “Yerel seçimde merkezi yönetime muhalif kişiye oy veren kentlere kaynak verilmez.” Bir Cumhurbaşkanı’nın böyle bir şey söylemesi yeterince şaşırtıcıydı ama şaşırdığım bu değil, çünkü Tayyip Erdoğan’ın böyle şeyler söylemesine alıştım. Aklında olanı söyler, hem de çok zaman özellikle söyler. Tehditse tehdit, onun da işlevi var.

Beni şaşırtan söyleyen değil, dinleyen. Olay Hatay’da geçiyor, dinleyenler Hatay depremiyle perişan olmuş Hataylılar. Halk Partili belediye başkanı adayını seçmişler, merkezi yönetim onları cezalandırıyor, yardım göndermiyor, yardımcı olmuyor ve böyle bir mitingde kendi ağzıyla göndermediğini söylüyor. Buraya kadar da Türk standartlarına göre şaşıracak bir şey yok, diyelim. Fakat mitinge katılan Hataylılar bu sözleri alkışla karşılıyorlar. Doğrusu burada şaşırdım!

Ben aslında nedensellik ilkesine çok derinden inanan bir adamımdır. Her şeyin açıklanabilir nedenleri olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla bu olayı da düşündüm ve düşündükçe “olabilir” deme kıvamına geldim.

Bu ülkede siyaset, Bekir Ağırdır’ın Oksijen’in son sayısında anlattığı gibi, “kimlik” üstünden giden bir şey. Tayyip Erdoğan iyi bir Müslüman olduğunu topluma sürekli açıklıyor, “yerli ve milli” konuşmalar yapıyor. İnsanlar da inanıyor, hep inanıyoruz. Toplumun bir kesimi “Bu ‘hasletler’ işte benim önem verdiğim değerler” diyor. Erdoğan’ı bu kimliğiyle benimsiyor, “Bu adam benim adamım” diyor. Bazı ülkelerde, özellikle Batı’da halklar iktidarları kendilerine kazandırdıkları ya da kaybettirdikleriyle değerlendirirmiş. Burada böyle bir şey yok ya da varsa da epey geriden geliyor.

Bekir’in andığım yazısında söylediği bir şey daha var: Seçmen davranışlarında bir siyaset adamını beğenmek tavır belirlemekte rol oynuyorsa, beğenmemek daha da fazla etkili oluyor, diyor. Beğenmemek dinamik bir duygu, durduğu yerde durmuyor. Beğenmiyorsun, kötülüyorsun, suçluyorsun, nefret etmeye kadar gidebiliyorsun. Buraya gelmen için somut bir neden olması gerekmiyor. Senin işlerin istediğin gibi gitmiyorsa ona kabahat bulabilirsin; “Onun yüzünden böyle” diyebilirsin. Türkiye siyaset dünyasında da “sevilmemek şampiyonu” Halk Partisi’dir. Parti sevilmemek için elinden geleni yapmıştır, gerisini de halkımız tamamlamıştır: sonuç ortada — yağmur zamanında yağmadı diye İnönü’ye lanet edeni görünce şaşırır mısınız? İşte bir şaşırmayacak durum daha.

“Nedensellik ilkesi” dedim ya. Evet, “Batılılaşma” dediğimiz serüven halkımızın önemli bir kesimine son derece sıkıcı geldi. Başına gelen bu tatsızlığın “müsebbibi” de Halk Partisi’ydi. Bu yapılanmada, dünyanın her yerinde alt sınıftan olanın üst sınıftan olana duyduğu öfke ve hınç burada da vardı. Batılılaşanlar, üstelik, zengin takımıydı.

Zengin takımı, zengin takımı olduğu için, tarihi de kendisine göre yazabiliyordu. Örneğin, 1950’de, serbest seçim rejimine geçildiğinde ve yapılan ilk düzgün seçimde Halk Partisi kaybettiğinde bu tarih “karşı devrim oldu” dedi. Onlar açısından bu olayı böyle yorumlamak ve değerlendirmek normaldi, normal karşılanması gereken tepkiydi. Normal olmayan, yani gene “şaşırtıcı” olan, varolduğu kadar “sosyalist sol”un da aynı değerlendirmeyi benimsemesiydi (en başta Mihri Belli’nin bu “karşı devrim” üstüne değerlendirmelerine bir göz atmak gerekir). Toplumun tamamına oy hakkı tanıyan olayı “karşı devrim” olarak tanımlamak yeterince anlamlı bir olay.

Bu tarihî çarpıklık sürdü gitti. Menderes’in başlattığı popülizm böyle bir toplumda kendine sağlam zemin bulabildi. Menderes’in 27 Mayıs’la alaşağı edilmesi, ardından da (Yassıada duruşmaları gibi bir garip süreçten geçirilerek) idam edilmesi bu zemini yerinden oynatmadı. Bir yeni kapı açıldı bu toplumun tarihinde: parlamento dönemi ile darbe döneminin birbirini izlediği “ikili iktidar” altında yaşadığımız yıllar. “Sevilmeme şampiyonu” dediğim Halk Partisi’nin “popüler” olması da bu döneme, 12 Mart dönemine rastlar. Çünkü bu sırada partinin başında Bülent Ecevit vardı ve Bülent Ecevit darbeye karşıydı. Darbelere karşı bir Türkiye siyaset adamı olarak ilk mücadelesini kendi partisiyle yaşamak durumunda kaldı. Bu mücadelede “Halk Partili kötü adam” ideolojik kimliğini herkesten fazla taşıyan İsmet İnönü’yü yenilgiye uğratması da onu bir “halk kahramanı” haline getirdi.

Bunu 12 Eylül darbesi izledi. Bu aşamada darbecilerin ideali 1930’lu yılların restorasyonuydu ama tarihle oynayacağınız oyunun sınırları var. Buradan çıkışta Türkiye toplumu geleneksel işlevini yerine getirdi gene: yani, yeni iktidar seçeneği olarak sunulan partiler arasından “darbe” düşüncesine, darbe zihniyetine en aykırı olanını seçmek. Bu sefer seçilen Turgut Özal oldu ve böylece Özal yıllarına girdik. Bu durumdan yeni bir aşamaya geçtik: “Ilımlı sağ” diye niteleyebileceğimiz kesim Özal ile Demirel arasında ikiye bölündü. Bu bölünme Türkiye’de ılımlı sağın sonunu da getirdi. Bu “son”u ilan eden de AKP oldu. Geldiğimiz nokta burası şimdi.

Türkiye’deki “Batılılaşma” ya da öbür adıyla “modernleşme” üzerine yazdığım çeşitli yazılarda bu olaya geniş çerçevede bakınca dünyada pek çok toplumun bu kaderi paylaştığını söyledim. Paylaştığı için mutlu olana da pek rastlanmıyor. Dünyayı Batı başka bir dünya haline getirdi çünkü “Sanayi Devrimi” adıyla andığımız olağanüstü atılımı Batı Avrupa yaptı. Şüphesiz, süreci yaşamak durumunda kalan pek çok toplum kendi yapıları sonucu duruma farklı tepkiler gösterdi. Kimse “mutlu” olmasa da, mutsuzluklarının derecesi toplumdan topluma değişebiliyor. Bu yelpazede, Türkiye fazlaca zorlananlardan biri ve bu zorlanma bugün de geçmiş ya da hafiflemiş değil. Şu dönemde, AKP’nin üst üste seçim başarılarından sonra, toplumu kendi meşrebine göre yeniden biçimlendirmeye girişmesi sonucu gerçekten ciddi ve kritik bir döneme girdik.

Bakalım “ayine-i devran ne gösterecek.”