“Baba” diye Bir Şey Yoktur Belki de (3)
Erdoğan Özmen

“Ailenin başı sendin, elebaşı, şef, büyük, erkek, önünde herkesin eğildiği güçlü fallus. Boyunla uyumsuz olsa da. Topallaman daha kısa gösterse de. Sen bir savaş gazisiydin, verdiğin hizmetlerden ötürü Britanya tarafından verilmiş madalyalarla bezeliydi göğsün, sadakatin ve kuşatmadaki cesaretin ve her şey için.”

“Bu görüntüler hala bende saklı. Kilisenin avlusunda beni ağlarken yakalayıp ne olduğunu sormak için gelişin gibi. Beni bir kez daha yakaladığın için sana içten içe lanet okudum. Bir kez daha vaazını dinlemek zorunda kaldım, bunların hepsini yıkıp geçmeliydim, her birini. Beni daha da kızdırmak için gittin onlara hepsini yere serecek kadar güçlü olduğumu söyledin, her birini. Askerce parıldayan gözlerle bana döndüğünde sana arkandan güldüklerini gördüm. Söyler misin, beni ağlarken gördüğünde ne düşündün? Seni hayal kırıklığına mı uğrattım? Yıkıldın mı? Karanlıktan korkmam seni çileden mi çıkarıyordu?”

“Topal değilim senin gibi, ağırlığımı bir bacağımın üzerine vermeye ihtiyacım yok. Derin bir nefes aldım ve hayatımın en güçlü vuruşuyla topa vurdum. Top dosdoğru yanından geçerken bacağın hazır değildi. Ucuz bir toptu, rüzgarda uçan türden. Olabildiğince hızla topun ardından koşuyordun, rüzgar hızlandıkça hızlanıyor, top uzaklaştıkça uzaklaşıyordu; öyle uzaklaşmıştınız ki bir leke gibiydin, yürüyüşündeki aksaklık harici her şey belirsizdi. Seni uzaktan, gelirken gördüm; suçluluk hissiyle titremeye başladım, daha önce hiç başıma gelmemişti. Sana acıdım. Ağlayacak kadar acıdım. Muhtemelen seninle en eski anımız bu. Unutamadığım o Pazar gününde dört yaşından fazla olamam. Şu zavallıya bakın, bir topu getirmekten nasıl da aciz. Hepsi benim hatam, fazla hızlı vurdum. Topallığına aldırmadan zavallı babam benimle top oynuyor, peki ben ne yapıyorum? Vurup dışarı atıyorum. Zavallı babam. O günden sonra sana hep acıyarak baktım, onaltıma girdiğim o gün Upper Savoy sinemasında duyduğum acımayla.”[1]

Konuşan bir varlık olmanın, bir özne olarak ortaya çıkmanın imkanı dilde, dilin düzeninde zuhur etmemize bağlıdır. Dile yaslanarak, dil sayesinde mümkün olan bir süreçtir bu. Dil, benimle ve benim hakkımda konuşan, bana yönelen, eğilen, tutan ötekilerin yapıp ettiklerinde, tavırlarında, yorumlamalarında ete kemiğe bürünen bir kendilik/düzen olduğu ölçüde dile girmek topluma girmekle eşdeğerdir, aynıdır. Bu anlamda dil, toplum, kültür, yasa, ahlak daima bir aradadır. Büyüme/olgunlaşma serüvenimizdeki her yeni konum/evre/adım, aynı zamanda bir öncekinin terk edilmesiyle, demek ki bir kayıp duygusu eşliğinde gerçekleştiği içindir ki, geçmişe yönelik bir tür nostalji ile bir aradadır. Dilde ortaya çıkmak, dilin öznesi olmak da dil-öncesi imkansız zaman için benzer bir nostalji yaratır. Söz konusu zaman, daima dilin bir öznesi, bir dil varlığı, konuşan bir varlık olan insanın dilde ortaya çıkmadan önce varolmuş olamayacağı anlamında imkansızdır. Başka türlü söylersek; yalnızca dil-içi şeyleri bildiğimizden, bildiklerimiz dil-nesneleri ve/ya da dil sayesinde mümkün olduğundandır ki, dil-öncesi bir zamanı bilmek/tahayyül etmek zaten mümkün değildir.

“Çok eski zamanlardan beri, insanlar dilin gelişiminden önceki bir zamana, homo sapienslerin hayvanlar gibi yaşadığı, dilin ve dolayısıyla da insanın ihtiyaç ve isteklerini lekeleyecek veya karmaşıklaştıracak başka hiçbir şeyin bulunmadığı sözümona bir zamana nostalji besliyorlar. Bu türden nostalji girişimlerinin en bilinenlerinden birisi Rousseau’nun, dilin bozucu etkilerinden önceki ilkel insanın ve onun hayatının erdemlerini övmesi ve yüceltmesidir.”[2] 

Psikanaliz, tüm bu sürecin, büyüme denen çok boyutlu ve karmaşık olaylar bütününün, büyüme/olgunlaşma evrelerinin/eşiklerinin, saplanma, gerileme ve ilerleme noktalarının, özdeşim, ayrılık ve kayıpların, eksiklik ve hüsranların -esas itibariyle dil-öncesi- bebeğin/çocuğun zaviyesinden, bebeğin/çocuğun bakışı ve iç dünyası/fantazileri açısından anlama/kavrama çabasıdır. Psikanalizin yarattığı, icat ettiği, oluşturduğu tüm teorik kavram ve inşalar bu çabanın ürünüdür. Yine esas itibariyle geriye dönük olarak üretilmiş o metafor-benzeri teorik yapılarla gerçekte olan bitenleri kuşatmaya, anlamaya çalışıyoruz. Belli bir açıdan bütün psikanalitik kavram ve fikirler ruhsal yapının/zihnin oluşumu ve gelişimini kavramaya/temsil etmeye daha çok yaklaşmak üzere üretilmiş bir takım metaforlar değil midir zaten? Orada, Gerçek’in düzeyinde nelerin cereyan ettiğini Allah bilir! Nitekim daha geniş anlamda da söz/dil/simgeseli önceleyen virtüel gerçekten, ancak simgesel tarafından ve simgesel içinde aktüalize ve temsil edildiği ölçüde haberdar olmuyor muyuz? En temeldeki bu açmaz ve imkansızlık  yüzündendir ki, psikanaliz herşeyden önce ve asıl olarak kıyasıya analizin teorisi ve pratiğidir. Kendine bir bitiş noktası tayin etmeden tavizsizce ilerleyen analizin. Psikanalizin, esas olarak var olan herşeyin kıyasıya eleştirisinin teorisi ve pratiği olan Marksizmle yakın komşuluğu bir de bu sebeptendir.

O yüzden psikanalizi eski hikayeleri yenileriyle değiştirme, yeni bir hikaye oluşturma, anlama/anlamlandırma faaliyeti değildir hiç. Herhangi bir semptom çelişkili bir bütünlüğü/düğümü hem görünmez kılan, örten hem de temsil eden/ortaya çıkaran bir uzlaşma oluşumu olduğu ölçüde, demek zaten kendi maddesi, enerjisi, güdüleri, gerekçeleri ve zembereği kendinden olduğu, kendine eşdeğer ve kendinden ibaret olduğu, her türlü yeni hikaye onun yapısal işleyişine/hareketine temas etmeden ve onu çözülmüş göstererek olduğu gibi yeniden ürettiği, bir bütünlük/tamlık yanılsaması yaratarak katılaşmasına/donmasına/çökelmesine neden olduğu için ancak ve sadece analiz edilebilir ve uygun bir kıvama geldiğinde/piştiğinde -üstelik daima kusurlu/eksik olarak- yorumlanabilir. Kendi bağlamını, dayanaklarını, referanslarını kendi yaratan, kendi ritmine, zamanına ve geçmişine sahip, başlıca işlevi ve sebebi özneyi bir arada tutmak  ve dağılmasını engellemek olan, demek kendi üstüne kapalı  bir oluşum olarak başlı başına bir hikaye olan semptom ancak kıyasıya bir analizin konusu olabilir. Dolayısıyla bu, psikanalitik tedavinin asıl amacının oraya başka bir hikaye yerleştirerek söz konusu semptomdan kurtulmak olarak olarak formüle edilebilir, ona indirgenebilir olmaması demektir.         

***

Kastrasyon, bedenin belli bir parçasından vazgeçmek, feragat etmek demek değildir. Daha ziyade, kendini bir bütün ve eksiksiz olarak tahayyül etmenin kaybına, bu en temel kayıp deneyimine ilişkindir. Demek kastrasyon, simgesel düzene dahil oluşumuz, simgesel düzende zuhur edişimizle birlikte ortaya çıkan, bu olayın ürünü olan eksikliğin tesisine ilişkindir. Simgesel kastrasyondur.   


[1] Immanuel Mıfsud, Babanın (ve oğulun) Adıyla, Çev. Mesut Varlık, Axis Yayınları (Axis-LitEra dizisi), 2023, s. 24-31-33.

[2] B. Fink, The Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1997, s. 6 (Türkçesi: Lacancı Özne, Çev. Kemal Güleç, Encore Yayınları)