IŞİD Meselesi
Murat Belge

IŞİD birden parladı… Sonra ne oldu? Gene hızla söndü mü? Kobane’yi yerle bir etti, ama epeydir yeni bir şey kazanamadığı gibi, şimdi yavaş yavaş çekiliyor gibi. Gelen haberler bu merkezde. Suriye’nin öteki bölgelerinde en azından Esed rejimine savaş açmış tek güç olmadığı anlaşılıyor. Irak’taki “mucizevi” denecek ilerlemesi de yavaşladı.

Bu yeni durumlara bakınca, kısa sürede kazandığı askerî başarıların kendi başarısından çok karşısına aldıklarının yılgınlığının, irade kaybının sonucu olduğunu düşünüyor insan. Gene de “bir balondu, söndü” demek için çok erken. Böyle olmamasına katkıda bulunacak çeşitli nedenler, dinamikler var.

Nitekim gene bugünlerde okuduğum bir haber (New York Times’da) Mısır’daki aşırı şiddet taraftarı bir İslâmcı örgütün IŞİD önderliğine girdiğini yazıyordu. Kuzey Sina’da etkili olabilen bir örgüt bu: Ensar Beyt el-Makdis diye yazıyorlar adını İngilizce imlâ ile. Herhalde “Mukaddes Evler” anlamında bir şey. “Ensar” da zaten Hazreti Muhammed zamanında İslâm’ın kabul edilmesine katkıda bulunanlar anlamına gelir. Yani IŞİD’in “askeri başarı”larının gölgelenir gibi olduğu bir sırada kazandığı “diplomatik başarı” diyebilirsiniz.

Bu bir “başarı” ise, IŞİD bu başarısını çoğumuza en “antipatik” görünen özelliğinden kazanıyor: kanlı eylemlerinden. Bu dünyada “kan dökme” eylemlerinden zerre fütur getirmeyen birçok örgüt gördük, görmeye devam ediyoruz, edeceğiz. Örneğin Kamboçya’da Kızıl Kmerler bunlardan biriydi. Sayısı milyonlara varan adam öldürdüler. Gözlük takıyor olmanın bir öldürme nedeni sayıldığına dair yazılar okurduk. Başvurdukları yaygın bir öldürme yöntemi adamın başına naylon torba bağlayıp havasız bırakmak, boğarak öldürmekti.

Korkunç! Vahşet! Uzatın listeyi. Ama IŞİD bu işi kansız yapmayı sevmiyor. Kafa kesecek! Ve kesiyor. Elinin erdiği kadar kafa kesiyor; taşlayarak öldürüyor v.b. Yani bugünün insanlığının büyük çoğunluğuna mide bulandırıcı görünen yöntemler kullanıyor – özellikle.

Hayatta ölüm kadar nihai, kesin, geri dönülmez bir şey yok. Uyku ilâcı verip öldürsen de, kafasını kessen de, işin bu yanı değişmiyor. Ama kafa kestiğin zaman sen de ne kadar kararlı olduğunu ortaya koymuş oluyorsun: ya bana biat edersin, ya da kafanı keserim. “Orta yolu”, falan yerde uzlaşması yok, ya ak, ya kara.

Böyle davranmakla dünyanın büyük kısmını kendilerine yabancılaştıracakları, daha doğrusu düşman edecekleri, düşünülemeyecek bir şey değil. İçleri dışları birtakım fanatik inançlarla dolu olsa da, bu kadarını düşünürler. Ama şu aşamada “insanlığın büyük kısmının kalbini kazanmak” diye bir hedefleri zaten yok. Ayrıca, böyle bir hedefe yaklaştıkları zaman da, “kalp kazanmak”tan çok “kol bükmek” mekanizmasına güveniyorlar. Güç kazanacaklar, güçlerini kabul ettirecekler; “merhametli” oldukları için değil, “güçlü” oldukları için dünya arkalarında saf tutacak. Ortalama Müslüman için İsa’nın en kabul edilemez yanı, “Allah’ın oğlu” olmasından da öte, “öbür yanağını çevirme” ilkesidir.

IŞİD şimdi dünyanın kalbiyle meşgul değil (düşmanın kalbini çıkarıp çiğ çiğ yemek gibi hoşluklar dışında), kendine militan çekmekle meşgul. Yukarıda anlattığım türden bir “kararlılık” gösterisi ve kanıtlaması da bunun geçerli yöntemi. Sunduğu imge, yanına katılmak üzere kimleri, ne tür kişileri çağırdığını da gösteriyor. Sadece “savaşmaya gel” değil; “bu yöntemlerle savaşmak için, buna hazırsan gel.” Gelenler var.

Daha da olacak. Bu, İslâmiyet’e özgü bir şey mi? Bunun dolaylı olarak ve kısmen öyle olduğunu düşünüyorum.

IŞİD’in davranış tarzını –bundan zevk alarak– yerine getirmenin ön-koşulunun olağanüstü boyutlara varmış bir nefret olması gerekir. Bu ayrıca, “nesnesi olmayan bir nefret” olmalı. Çünkü tanımlı bir “nesne”si olsa, ona kilitlenir, orada kalırdı. Oysa burada gördüğümüz fenomen, Amerikalı ya da Kürt, Şii ya da Hıristiyan, “boyun” gördü mü aynı şehvete kapılıyor. “Düşman” demek yeterli.

Bu dünyada hâlen de geçerli olan, işlemekte olan bazı mekanizmalar, Müslümanlar arasında böyle bir ruh halinin diri kalmasına katkıda bulunuyor. Geçenlerde okuduğum bir yazıda, benim “nesnesi olmayan nefret” kavramım gibi, “önderi olmayan devrim”den söz ediliyordu. Burada konu İsrail – bu devrimin muhatabı o. İsrailli bir –sanırım emekli– güvenlikçi diyor ki, burada bir Arap sabah normal işine gider gibi evden çıkabiliyor ve eve dönmeden önce bir Yahudi öldürmüş olabiliyor. Herhangi bir örgüte üye, sempatizan değil; kimseden talimat almıyor; bir hazırlık yapmıyor; silâh bakımından da öyle, evden ekmek bıçağını alıp çıkmış olabiliyor. “Böylelerine karşı ‘hazırlıklı’ olmak diye bir keyfiyet yok,” diyor İsrailli güvenlik uzmanı; “Kimin nasıl haberi olacak?”

Geçenlerde, şu son kargaşalıklarda, bir Filistinli genci vurup öldürdüler, kavgası devam ediyor. Ailesi siyasetle ilgisi olmadığını söylüyor. İnanarak söylediklerinden şüphem yok. Ama başka bir mitingde döviz taşırken resmi var; arkadaşları da ilgisi olduğunu söylüyorlar. Böyle tuhaf durumlar.

İnsanlar bu duruma nasıl getirilir? İsrail’in Filistinlilere yaptıklarını yaparak getirilir. Batı dünyasının İsrail’in marifetlerine gösterdiği duyarsızlık gösterilerek de getirilir ama. Böylesine yalnız, yapayalnız bırakılan insan herkese karşı derin bir nefret duyacaktır.

Bu insanın çok entipüften bir eğitimi olduğunu, çok zaman o eğitimi aldığı kuruma da güven duymadığını hesaba katmamız gerekiyor. IŞİD’e katılanların hatırısayılır bir kısmı da çeşitli Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar… Onların da yaşadıkları toplumlarda uğradıkları önyargı sahnelerini hesaba katmamız gerekiyor.

“Yoksulluk” durumunun, “azgelişmişlik” konumunun doğal olarak yaratacağını kabul ettiğimiz tepkisellikler var; bunlara, doğruluğundan şüphe olunmayan bir dinin verdiği “haklılık” duygusunu ekleyin; üstüne, bir zamanlar dünyada çok ileri, çok zengin bir medeniyeti (ve onun sonucu hegemonyayı) kaybetmiş olmanın kırgınlığını da yükleyin. Bunlardan, IŞİD gibi bir örgütün niçin kendine her zaman kadro devşirebileceğinin ipuçları seçilebiliyor. Nitekim bunlar var, ne zamandır var: El Kaide oluyor adı, Taliban oluyor; şimdi IŞİD, yarın başka bir şey.

Klişeler vardır: sivrisinekle mücadele bir şey değil, bataklığı kurutmak gerek. Bu klişeyi işitmemiş kişi var mı dünyada? Havaya söyleyince herkes hak verir üstelik. Onun için hep bir başkasına “nasihat” etmek üzere söyleriz. Kendi başımıza gelince bataklıktı, şuydu buydu, birbirine karışır. Siyasî İslâm’ın en belirgin hedefi olan Batı’nın da “polisiye tedbir”den önce bunu anlaması gerekiyor.

Ancak, bütün bu büyük, karmaşık sorunda İslâm dünyasının bir payı yok mu? Bence var. Birinci sırada İslâm adına söylenmiş ya da yapılmış herhangi bir şey karşısında, onaylamaksızın sessiz kalma alışkanlığını görüyorum. Demin o ciğer mi, kalp mi, ölmüş düşmanının organını çiğneyen adama değindim. O adam, İslâm dünyasında ne kadar tepki gördü? “Görmedi” bile denebilir.

Bir zamanlar sağcı gazetesi adına Bosna krizini izleyen bir gazeteci, “Bir Sırp da ben öldürdüm” diye bir başlık atmıştı. Ne tepki gösterildi? Sivas’ta diri diri insan yakanlara ne tepki gösterildi? “Millî Görüş” bayrağı altında siyaset yapanların avukatlık hizmeti sunmak için kuyruğa girmesinden başka?

Humeyni ünlü fetvasını çıkardığı zaman İslâm dünyasından (Türkiye dahil) tek bir eleştiri geldi mi? Kimse bunu tartıştı mı? Bence bu düşmanlığın bugün aldığı biçimlere doğru evrilme sürecinin önemli bir ön-aşamasıdır, o ünlü fetva. Amacı tam da böyle bir düşmanlık yaratmaktı. Buna da oybirliğiyle –sesli ya da sessiz– destek verildi.

Şimdi Tayyip Erdoğan kendi tabanıyla toplumun geri kalanı arasında buna benzer bir uçurum açmaya çalışıyor. Elbette yanında ondan daha militanca bu işi yapmaya çalışanlar var – siyasette her zaman olur.

O cepheden, “bu doğru bir tutum değildir” diyen var mı?