"Kendini Bil" (II): İnşaat ve Maden Şirketleri Toplumu
Erdoğan Özmen

Her gün acı içinde bir yenisine şahit olduğumuz vahşet sahnelerinden iyice biliyoruz artık. Memleket bir uçtan bir uca devasa bir inşaat ve maden şirketleri cangılına dönüşmüş çoktan. Her şey, her türlü hukuk ve ahlak kuralını çiğneye çiğneye büyüyen bu ilkel sermaye canavarının insafına terk edilmiş. Ta baştan beri, sahip olduğumuz ne varsa; hayatlarımız, geleceğimiz, ortak yaşam alanlarımız, dağ taş, dere tepe, rahatça talan edilebilsin diye gıyabımızda onlara peşkeş çekilmiş. Bütün mevzuat, yasalar, tüzükler, kurullar, ada/parsel planları onlara göre düzenlenmiş. En baştan beri hesapları buymuş; Türkiye’yi kocaman bir emekçi mezarlığına dönüştürmekmiş demek ki.  Karanlık zamanlarda biriktirdikleri azgınlık ve açlıklarının hiçbir şeyle yatışmayacağını çok önceden sezmişler sanki. İnancın, değerin, ilkenin dirhem esamisinin okunmadığı acımasız bir çete mantığına göre yapmışlar tüm hazırlıklarını. Ancak taş gibi katı bir kalbin, kapkara bir vicdanın taşıyabileceği onca hırsızlık, yalan, iftira, gaddarlık ve acımasızlıktan sonra, demek ki, çoktan ahiret inancını da kaybetmişler.

En dar, en sıkıntılı, en kederli zamanlarımızda, içimiz yanıyorken;  son bir ümitle azıcık hürmet, merhamet, nezaket, mahcubiyet göstermelerini beklediğimiz her seferinde el artırarak daha zalim, daha hoyrat, daha kalpsiz bir jestle mukabele ediyorlar. Yorucu, bezdirici, insanın içini tüketen bir kötülük enerjisiyle…  Geride canlı hiçbir şeyin kalmayacak, saf bir niyetle başlama hevesi uyandıracak her şeyin küle ve toza dönüşecek olması hiç umurlarında değil. Zembereği boşalmış bir makinenin en sonunda durması gibi durduklarında, manen ve madden kurumuş ve kavurucu bir büyük çöle uyanacağız… İçi boşalmamış hiçbir şeyin kalmadığı, her şeyin çürüdüğü derin bir yarığa açılacak gözlerimiz… Müşterek umutlar, acılar, kederler, heyecanlar, hatıralar için her türlü referansın silindiği, hiçbir ortak zemin ve kerteriz noktasının mevcut olmadığı kocaman bir düzlüğe… Bunun ne denli dayanılmaz ve telafi edilemez bir kayıp olduğunu idrak ettiğimizde, yine de umalım ki geç olmasın.   

Peki de, bu egemen konumlarını ve meşruiyetlerini, mevcut eşitsizlik ve baskı düzenine ilişkin bu rıza ve teslimiyeti hangi imkân ve fırsatları kullanarak, hangi zaaf ve yoksunluklarımızı istismar ederek, şimdiki zamanın hangi boşluklarına yaslanarak sürdürebildikleri değil midir sormamız gereken asıl soru. Apaçık şiddet ve saldırganlık teknikleri kullanmalarına, kaba ve çiğ bir kanunsuzluk, keyfilik ve yağmacılığı rutin bir prosedür seviyesine düşürmüş olmalarına verdiğimiz izin ve onayın, bu zavallıca boyun eğişin hangi uğursuz tuzağın ürünü olduğunu merak etmenin zamanı değil midir şimdi? Kendimizi bu hoyrat sömürü ve tahakküm çarkının gönüllü köleleri seviyesine alçaltmış olmanın, buna hâlâ tahammül ediyor olmanın, yine de anlaşılır bazı sebepleri olmalı çünkü.

İlk yapmamız gereken galiba, kimlik meselesini kat eden o çetin paradoksla yüzleşmek: Bir yanda, var olan bütün farklılıkları, farklı kimlik ve aidiyetleri –etnik, dini, ulusal, kültürel, cinsiyete ilişkin, vb. – indirgemeci bir mantığın tuzaklarına kapılmadan, onların kendi tikel hususiyetlerine halel getirmeden toplumun kurucu antagonizmasına göre, ezen/ezilen ikiliğine nispetle yeniden düşünmek, bunun yeni terimlerini icat etmek mecburiyeti yer alıyor: Yani her verili kimliğin birbirinde eriyerek sınırlarını kaybedeceği ve anonimleşeceği/herkesleşeceği bir siyasetin ve sınıfsız bir toplumsallığın imkan ve araçlarını tasarlamak.  Diğer yanda ise, giderek daha çok açık bir yara gibi zonklayan, her türlü aciliyet ve endişe hissini güdüleyen, tüm mahrumiyetimizi ve içimizin boşluğunu telafi edeceği vaadinden destek alan yaygın bir kimlik arayışının günümüzün baskın semptomu haline gelişi var. Değersizlik ve aşağılanmışlık duygularımızı onaracak, bizi dışlanmış, çaresiz ve yalnız hissetmekten esirgeyecek bir bütüne ait olma, eksiksiz bir bütünlük/tamlık arayışı bu. Hayatlarımıza musallat olmuş belirsizliğe ve güvensizliğe son verecek, varlığımızı dağılma tehdidiyle yüz yüze bırakan yasa, değer ve anlam yokluğuna çare olacak bir sabitlik, katılık ve süreklilik çıpasına tutunma arzusu. Bariz bir ümitsizlik ve kızgınlık duygusunun (bazen nefretin) bu arayışa hükmettiğini de not edelim.

Her insan varlığının çok katlı bir kozmos olma halini olumsuzlayan bir reaksiyon karşısında olmak değil mi bu? İnsanın çoklu varlığını; bir dizi gücül/sanal (virtüel) kişiliği taşıyan, güncelleyen, çeşitlendiren, kapsayarak aşan o muazzam çokluğu donduran regresif  bir harekete esir düşmek anlamına gelmez mi? O halde enerjisini ve momentumunu nereden temin ettiğine bakmalıyız asıl: Yani, İnsani bağları ve ilişkileri çözen, müşterek bütün yapıları ortadan kaldıran, geleneksel mübadele biçimlerini yıkan, insanlık durumunu anlam ve amacından kopararak kökten değiştiren,  kolektif mutluluğun telaffuzunu bile yasaklayan, haz ve tüketim odaklı piyasanın ve –hatta– sanal sermaye hareketlerinin insan varlıklarını tüketerek, bedenleri eriterek kendi hayatiyetini muhafaza ettiği neoliberal kapitalizmin tam kalbine. İnsanlığın kendi kıymetini, köken ve kader ortaklığı duygusunu yitirdiği bu ateş ve çamurdan vasatın adıdır neoliberal kapitalizm çünkü. Burada çöreklenmiş olan da, bütün toplumu aynı canavarca itkiyi cisimleştirmiş inşaat ve maden şirketlerinden ibaret bir paranteze eşitleyen en zalim, en kaba ve vahşi örneklerinden biridir… Emekçilerin cesetlerini çiğneye çiğneye şişen çirkin bir müsvedde.. Fikirlerimizin, çabalarımızın ve insanlık kavgamızın mızrağı oraya yönelmelidir. Tekrar başa, kimlik meselesine bağlandığımıza göre oradan devam etmek üzere.