Niye Konuşuyorlar? (II)
Meral Akbaş

Ayhan Çarkın’ın söylediği bir şey var: “Halkın bana diyeceği bir şey yok ben gerçeği söyledikten sonra!” Hatırladığım ve yeniden okuduğum tüm sözlerinde, izlediğim tüm hallerinde görünürleşen ve sadece sözü bölündüğünde değil de zaten hep orada duran o öfkenin, o öfkeyle sürekli konuşma isteğinin ardında olan şey: Gerçeği söylemek! Gerçeği söylemenin insana kuvvet verdiği düşünülebilir; haklı olduğunu düşünerek insan daha kesin ve yüksek sesle konuşabilir, bağırabilir, çığlık atabilir... Ama eğer gerçeği söyleyen ve/ya gerçeği söylediğinde ısrarcı olan “Evet, öldürdüm!” diye başlıyorsa konuşmaya ve tam da bu gerçekten alıyorsa sözünün kuvvetini ve öfkesini?    

Şöyle bir konuşma(lar) bu: “Kandırıldığımıza inanıyorum” diye başlıyor; suçum sevmek diye devam ediyor: “Sevmek! Abdullah Çatlı’yı ben sevdim abi! Devlete inandım!” Ardından “Ben sizin namusunuzum” diye İçişleri Bakanlığı’na sesleniyor; “bizler kurbanız” diyerek devam ettiği sözüne, Hüseyin Aygün’e anlattığı kâbusları görmeye devam ediyorsa da “O kadar huzurluyum ki...” diye son veriyor. Ayhan Çarkın durarak durmayarak, oturduğu yerde uzun süre oturamayarak, saçlarını çekiştirip gözleriyle uzun süre bir yere bakamayarak öfkeyle söz kesiyor: “O kadar huzurluyum ki...” İşte bu huzur, yani durmalı durmamaklı, oturamamaklı, çekiştirmeli ve bakamamaklı huzur yetmiyor ki Çarkın’a yardım istiyor: “Ben bu eve gelin geldiysem babası da oğlu da kullanır diye bir şey yok... Erkek olun! Bana sahip çıkın!”

Ayhan Çarkın devleti için insanlar öldürmüş bir adam; bir zamandır da devleti için konuşuyor. Yere göğe sığdıramadığı kendini “bir lütuf” olarak ilân ederken, lütuf olarak itiraf ettiğinde kendini mağdurlaştırmayı da elden bırakmıyor. Kandırılmış ve saf ve sadık bir aşık! Ve bir “ibret vesikası”, bir kurban... Her türlü ev-içi istismara açık bir dışarlıklı kadın ve ama o evin adamı da: “Aldatılmış bir koca gibi hissediyorum kendimi!” Çarkın için mağdur olmanın hangi anlamlara gelmekte olduğu da görünürleşiyor böylece; ‘90’lı yılların tüm o şiddet/cinayet/kayıp-karanlığı –hâlâ devam eden karanlığı– bir EVin içine yerleştiriliyor. Bir taraftan, kendini “sahipsiz” hissediyor ve korunmaya kollanmaya ihtiyaç duyuyor; bu sahipsizlik duygusu onun artık “ev”in dışına atılmış olmasından geliyor. Tekrar o eve girebilmek için de ona yeniden sahip çıkacak bir erkek arzuluyor. Bir eve [Çarkın’ın teşbihiyle] “sahipsiz bir kuzu” ancak bir kurdun kolunda girebiliyor! Ama diğer taraftan, bu evden atılmış olduğunu da kabul edemiyor. O, bu evin erkeği! Böyle bir konumda gücünü yitirmeden de kendini mağdur ilan edeceği sıfatı bulmakta gecikmiyor: “Aldatılmış bir koca!” Bu kadar aşık bir adam, üstelik saf ve sadık da, aldatılıp öldürünce ne diyecek ki hem yurdun insanı: “Halkın bana diyeceği bir şey yok ben gerçeği söyledikten sonra!”

“Gerçek: Seviyordum!” der, “Gerçek işte: Aldattılar beni!” der, “Gerçek bu: Kandırıldım!” der, “Gerçeği diyorum: Başkalarına gönül verdiler, beni sevmediler!” der. Sonra elinde üstünde insan kanı konuşmaya devam eder.

Ayhan Çarkın konuşuyor çünkü yeniden o EVde oturmak istiyor. Ama yalnız değil; ne “sahipsiz kuzular” var sırada daha! “Gezi darbedir, dediler; ben darbeyi bastırdım” diye diye Aliş’i yeniden öldüren polisi mi söylemeli; birdenbire polislerin sicil numaralarına kadar her şeyi hatırlayan berrak hafızalı Ogün Samast’a mı şaşmalı; yoksa bir kız çocuğuna tecavüz etmekten yargılanırken tüm sağlık raporlarına, tehdit amacıyla çocuğa gönderilen mesajlara ve başka kadınların tanıklıklarına rağmen beraat eden ve elini kolunu sallayarak Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi salonundan çıkan o adamı mı hatırlamalı?

Kuzu ve kurt hiçbir memlekette böylesine kardeşçe aynı evde yaşayamaz ve aralarındaki tüm “tarihsel” düşmanlığın üzerinden atlayıp aynı kırlarda beraber koşamazdı herhalde!?!*

 

* Bu yazının bir devamı daha olacak; başka bir katil adam üzerine... Ve sonra “Onlar Konuştukça Buralar Lağım!” deyip bir önceki 12 Eylül yazısı ile bu yazıyı ve üçüncü yazıyı birbirine değdirmeyi deneyeceğim!