AB "Aklı" ve Kürt Sorunu
Arzu Yılmaz

On yıldır Avrupa Parlamentosu (AP) çatısı altında gerçekleştirilen “Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürt Sorunu” konferanslarının sonuncusu, geçtiğimiz hafta “Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler” başlığıyla toplandı. Konferansın bu yıl tartışmaların çerçevesini Ortadoğu ölçeğine çekme tercihi, “Ortadoğu’da Kaos ve Kriz: Yeni Bölgesel Düzen ve Kürtler” alt başlığıyla da desteklenmişti.  

Bu tercih, Avrupa’nın Kürt sorununu artık Türkiye’yle sınırlı bir perspektifle ele almaktan vazgeçtiği izlenimi veriyor. Zira özellikle AB’ye üyelik sürecinde pekiştiği biçimiyle, Kürt sorunu her zaman Türkiye’nin bir iç sorunu ve çözümü de Türkiye’nin demokratikleşmesi olarak görülmüştü.

Bugüne kadar AP’de yapılan Kürt sorunu konferanslara ev sahipliği yapan Avrupa Birliği Türkiye Sivil Komisyonu (EUTCC) da bu anlayışın bir ürünüydü. EUTCC, AB ile Türkiye arasında üyelik müzakerelerinin başlayacağının açıklanmasından bir ay önce, Kasım 2004’de ilk kez toplanan “Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler” konferansında alınan bir kararla kuruldu. Sivil toplum kuruluşları tarafından oluşturulan EUTCC, hedefini, özellikle Kürt sorunu odaklı bir ilgiyle, Türkiye’nin Kopenhag kriterleriyle uyumlu bir demokrasiye kavuşmasını ve AB’ye üyeliğini desteklemek olarak duyurmuştu.

Her ne kadar başkaca bir sürü neden olsa da, sonuçta Türkiye AB’ye giremedi. Bu arada, ne Türkiye demokratikleşti ne de Kürt sorunu çözüldü.

Peki, Türkiye AB üyesi olabilse ya da en azından AB standartlarında bir demokrasi rejimi geliştirebilse Kürt sorunu çözülür müydü? Muhtemelen evet. Çünkü Kürt sorunu son kırk yılda özünde bir kimlik mücadelesi etrafında şekillenmişti. Dolayısıyla Kürt kimliğini ve Kürtlerin eşit vatandaşlık haklarını tanıyan bir Türkiye’de çözüm mümkündü.

Ama zaman, deyim yerindeyse, Türkiye’nin eşref saatini beklemeden her şeyi hızla değiştiriyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, Kürt sorunun çözümünde eşit vatandaşlıktan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyor. Nihayetinde Kürtler artık bir kimlik mücadelesi değil, bir statü mücadelesi veriyor. Bu bağlamda, sorunun adını Kürdistan sorunu olarak koymak daha yerinde görünüyor. Zira çözüm artık Kürdistan kaynaklarının nasıl kullanılacağına ilişkin ekonomik tasarruflara, Kürdistan’ın politik temsiline,  ezcümle Kürdistan’ın yönetimine Kürtleri ortak etmekten geçiyor. Bu haliyle de Kürt siyasal hareketi eliyle ortaya konulan talepler ulus bilinci açığa çıkmış ama devletsiz bir halkın egemenlik paylaşımı arzusunu ifade ediyor.

Günün sonunda, Kürt sorunun çözümünde özellikle 2000’li yılların başında umutvar bir dinamizm yaratan Türkiye’nin AB üyeliği süreci, 2011’den bu yana olgunlaşan Kürdistan sorununa bir çözüm perspektifi sunmaktan geri kalıyor. Zaten, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı son açıklamalara bakılırsa, Türkiye için de AB artık “Aklını kendine saklaması” gereken ve “Darbe girişimlerine destek” olan, hani nerdeyse bir hasım haline geliyor.

AB’nin Türkiye yaklaşımı da çok farklı değil. Sözkonusu  “Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler” başlıklı konferansta konuşan SWP Stiftung Zoyfert temsilcisi Dr. Gunter Seufart, AB’nin Türkiye ile ilgili hayal kırıklıklarını şöyle sıraladı: AB artık ne Türkiye’nin Ortadoğu’da bir liderlik rolü oynayacağına ne de AKP’nin Türkiye’de demokratikleşmeyi hızlandıracak bir güç olduğuna inanıyor. Seufart’a göre AB zaten kendi iç sorunlarıyla meşgul. AB’nin geleceği  bir muamma. Çok ciddi yapısal sorunları var ama nasıl çözüleceği belli değil. İngiltere Birlik’ten ayrılabilir. En acil güvenlik sorunları ise Rusya-Ukrayna krizi ve IŞİD terörü. Bu bağlamda,  Türkiye her ne kadar “siyasi hedefi şüpheli ve güvenilir bir partner olmasa da” AB için önemli.

Ancak, bu güvenlik kaygıları bir yandan AB’nin Türkiye ile ilişkilerinin kopmasını engellerken bir yandan da AB’nin Kürtlerle ilişkilerini dönüştürüyor. IŞİD’in Musul ve Şengal’e saldırıları ertesinde Avrupa devletlerinin bir bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne silah ve askeri eğitim yardımı yapmaya başlaması bunun bir göstergesi. Yine “Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler” konferansına dönecek olursak, bu tutum değişikliğinden PKK’nin de payına düşeni alması muhtemel. Zira Konferans’a gönderilen mesajların ve konuşmacıların ortak vurgusu, Kürt silahlı güçlerinin Ortadoğu’da barışın tesis edilmesinde oynadıkları roldü. Bu haliyle özellikle Kobane’de sergilenen direniş barışın garantisi olarak yorumlandı. Oysa 2010 yılında aynı salonda ortaya çıkan ortak kanaat, PKK’nin silahsızlanmasını Türkiye’nin demokratikleşmesi ve barışın sağlanması için olmazsa olmaz bir şart olarak işaret ediyordu.

Hiç kuşkusuz, AB’nin PKK politikasında radikal bir değişikliğe gideceği, örneğin PKK’yi terör listesinden çıkaracağı gibi bir iddiada bulunmak için erken. Ancak, henüz AB yetkili organları düzeyinde olmasa da Avrupa kamuoyunda gözle görülür bir siyasi iklim değişikliğinin yaşandığını kaydetmek gerekiyor. Bu iklimde ilk somut sonuçlar da Ortadoğu’nun bir başka kadim sorunu İsrail-Filistin çatışması bağlamında kristalize oluyor. Son bir yıldır ardı ardına Filistin Devleti’ni tanıyan Avrupa devletlerinin parlamento kararlarına en son Avrupa Parlamentosu’nun üyelerine yaptığı Filistin’i destekleme çağrısı eklendi. Hamas’ın AB’nin terör listesinden çıkarılması da bu çerçevede gözden kaçırılmaması gereken bir başka gelişme.

Son tahlilde, mevcut siyasi sınırlar içinde tanımlı ulus anlayışlarına sığmayan halkların yürüttüğü hak ve özgürlük mücadelelerine, uluslararası sistemin AB özelinde geliştirmeye çalıştığı çözüm modeli pek işe yaramamış görünüyor. Bu halkların devletleşmesini tanımak, en azından Filistin örneğinde tek çare olarak beliriyor. Nihayetinde,  halkları uluslardan, ulusları da devletlerden ibaret sayan uluslararası sistemden başkaca bir çözüm üretmesini beklemek de fazla iyimserlik olurdu.

Bu bağlamda, Kürtlerin mücadelesini de yaşadıkları ülkelere endeksli bir çözüm perspektifiyle ele almanın yetersizliğini idrak etmek gerekiyor. Bu perspektif ile yaşanan sorunların bir süre daha yönetilebileceği ama çözülemeyeceği anlaşılıyor. Sonuçta, Kürt mücadelesinin yakın bir zamanda uluslararası alanda Kürdistan sorunu olarak gündemleşmesi hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.