Öfke Etiği
Tanıl Bora

Recep Tayyip Erdoğan 2008’de, –aslında nispeten sakin olduğu sıralarda–, hiddetle konuşmasını, esip üfürmesini eleştirenlere cevaben demişti ki: “Öfke de bir hitabet sanatıdır.”

Erdoğan’ın hep hürmetle andığı Necip Fazıl, başka hiçbir konuda olmadıysa, öfkenin hikmeti hakkında ilham vermiş olmalıdır ona. Husumet beslemek, kahraman şairin karakteriydi. Kelimenin en bereketli anlamıyla, kuş sütüyle beslerdi husumetini. Bir şiirinde düşmanına ilan-ı aşk eder: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!”  

Necip Fazıl öfkesini doğrudan dinî bir meşruiyet temeline de oturturdu. Bunu bir meselle açıkladığını biliyoruz. Hayatı boyunca ibadetini ihmal etmemiş, iyilik güzellik işlemiş bir mümin, öte dünyada azapla karşılaşınca, hayal kırıklığıyla bunun sebebini sorar mesele göre. Denir ki kendisine: “Ömrün boyunca yalnız benim amelimi yaptın, fakat benim için bir kere öfkelenmedin!”

Bu açıklamayı yine dinî açıdan sorgulayanlar da var. O öfkenin gerçekten “Allah için” mi, yoksa kendi nefsi uğruna mı olduğuna dönük bir sorgulamadır bu. Örneğin Orhan Okay onun hakkında birkaç ay önce çıkan incelemesinde (Sıcak Yarada Kezzap, Dergâh), kibarca bunu sorup geçiyor.

Sanırım bu öfke etiğini dinden bağımsız olarak da düşünebiliriz, düşünmeliyiz. Mübarek olan, ‘salih’ öfke olmalı. Ulrike Meinhof, hapishaneden kızlarına yazdığı mektupta “mahzun olmaktansa öfkelenmek daha iyidir” derken, zulme boyun eğmek yerine, kötülüğe katlanmak yerine karşı öfkeyi azat etmek gerektiğini söylüyordu. Böylesi öfke, teslimiyetten, aczden çıkış kapısını açan anahtarı da tutuşturur insanın eline.

Kötülüğe ve Kötü’ye öfke duymak fakat Necip Fazıl’ın manzumesindeki gibi hasmıyla büyülenmemek, öfke etiğinin bir ölçüsü olsa gerek. Bunun yanında, hınçla öfkeyi ayırt etmek… Öz-nefrete varabilen bir kendinden hoşnutsuzluğun öfkesini teşhis etmeyi ve yenmeyi bilmek… Öfkeyi bir haklılık simülasyonu olarak sahnelemenin performatif zevkine kapılmamak... Antik kahramanların öfkesi, tanrının onlara bağışladığı gücün, misyonun ve dehanın alâmeti gibi görülürmüş. Kendini antik kahraman zannetmenin âlemi yok: Öfkenin bir narsistik infilaka dönüşmesinden sakınmak gerekir.

Ulrike Meinhof’u boşuna anmadım. Solda öfkenin güzide bir yeri olageldi. Peter Sloterdijk  Öfke ve Zaman adlı kitabında (2006, Suhrkamp), tüketim ve haz kültürünün politikayı itibarsızlaştırdığı çağımızda solun toplumsal öfkeyi derleyip toparlayan gücünü yitirmesinden dert yanmıştı. Öfke kâh serserileşiyor kâh İslamcılarca gasp ediliyordu ona bakılırsa. Sloterdijk, manasız provokasyonları seven tekinsiz bir düşünürdür (GBT için bkz. link) fakat bazı ilham verici eserleri de vardır. Şahsiyetini boş verip bu fikri üzerine düşünebiliriz. Solun dünya çapında öfkeyi örgütleme kabiliyeti bakımından çok kayba uğradığını, öfkesizleşmesiyle beraber radikalizmini yitirdiğini teslim edebiliriz. Öfke etiği açısından kesinlikle daha önemsiz olmayan başka bir cephesi daha var bu sorunun: Mağlubiyet, acz hali ve bunun hıncı, ‘salih’ olmayan bir öfkeyi doğurabiliyor. Öfke, politik sözün ve eylemin ikamesi yerine geçebiliyor.

Şevket Süreyya Aydemir, 1932’de TKP’lilerin Kadro’ya yönelik hücumlarını değerlendirdiği bir mektubunda Lenin’in bir sözünü aktarır. Onun çevirisiyle okumak başka türlü lezzetlidir: “Biz, takdir seslerini, dostlarımızın alkış sadalarından değil, düşmanlarımızın kin ve garaz dalgalarından duyarız.”[1] Sadece lezzetli değil hikmetli bir söz kuşkusuz. Fakat, söylemeye gerek var mı: uç noktasına vardırdığınızda, kantarın topuzunu hasmınızın eline teslim etmiş olursunuz.

Öfke kadar, öfke etiğine de ihtiyacımız var. Habis öfkeyi elemek için.

 


[1]Akt. İlhan Tekeli-Selim İlkin: Kadro’yu ve Kadrocuları Anlamak, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003, s. 557.