"Tanrı Yoksa Hiçbir Şeye İzin Yoktur"
Erdoğan Özmen

Hepimizin gözü önünde olan biten onca şey karşısında İslâmcı iktidar kliğinin  sergilediği inkâr ve yok sayma tavrının hiç fire vermemesi yine de tuhaf değil mi? Daha da korkutucu ve tekinsiz olan şey, bizim şahit olduklarımızdan muhtemelen çok daha fazlasını bilenlerin bu ağır sessizlikleri ve kayıtsızlıkları değil midir? Bildiğimiz hiçbir referans çerçevesine oturmayan, hepimizi neredeyse gafil avlayan, aynı şaşkınlık ve hayretle kalakalmamıza yol açan o sefil tavırdan söz ediyorum:  “İnanılır gibi değil! Nasıl olur da, Allah korkusu ve ahiret inancı taşıyan birisi bunca hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalan dolan karşısında sessiz kalır? İçlerinden bir tanesi de çıkıp demeyecek mi; ‘Yeter! Bunların tümü haramdır, günahtır ve ben birine bile ortak olamam, rıza gösteremem’. Vicdanlarını, hak ve adalet duygularını böylesine kaybetmiş olabilirler mi gerçekten?”  

Ya da onları, bütün gövdelerine işlemiş bu ağır çürüme ve çözülmeyi, utanmazlık ve yüzsüzlüklerini, bayağı ahlaksızlıklarını ısrarla İslâmi motif ve gerekçelerle eleştirme ve ifşa etme çabamıza ne demeli? Onlara dinî yasak ve değerleri hatırlatmaya çalışmamızda zavallıca bir taraf yok mu?  

Ya asıl soru şuysa: Bugünün dünyasında dinlerin kendilerini başka türlü temsil etmesi artık mümkün değilse? İyilik, doğruluk, dürüstlük gibi sahih, bildik her türlü dinî değer ve ölçünün de mutlak anlamda inkârına yaslanan ‘irrasyonel’, müphem bir aşırılık, lümpenlik ve köktendincilik dışında? Tatlı bir nostaljik edayla icat etmekten hatırlamaktan hoşlandığımız ‘çocukluğumuzun Müslümanlığı’ orada kaldıysa temelli ve artık bir daha olmayacaksa? Şimdiki zamanda sadece IŞİD, Boko Haram türü bir dindarlık mümkünse?

İslâmcı muktedirlere sağladığımız kitlesel destek ve onayı dikkate aldığımızda  belki de soruyu genişleterek sormalıyız: Dinlerin mevcut temsillerindeki dönüşümlerin, ve insanlığın yaşadığı düşünsel ve ruhsal sorunlar, ve bedenler üzerinde mutlak  hakimiyetin ve nihai cevapların yeri ve anahtarı olduğu iddiasına yaslanan dinî anlatıların düşüş ve gerileyişin şimdiki insanlık durumumuza ilişkin söylediği şey –eğer varsa– nedir?           

Lacan, Dostoyevski’nin o meşhur ifadesini (“Tanrı yoksa her şeye izin vardır”)  tersine çevirerek yeniden söyler: “Tanrı yoksa hiçbir şeye izin yoktur.” Yani, Tanrı yoksa, feragat ve feda talep eden Yasaya bağlı/tabi değilsek, o durumda herhangi bir zevk de (jouissance) yoktur. Simgesel düzen (yasa/yasak) ortaya çıkar çıkmaz daima zaten orada olduğu duygusunu yaratır. Çünkü onu önceleyen şey üzerine simgelerden başka araç ve imkânlarla spekülasyonda bulunmak tümüyle imkânsızdır.

Yasanın ortaya çıkışının müstehcen bir edim olmasını bu düzeyde anlamalıyız: Zevk, Yasanın ona sağladığı bir engele ihtiyaç duyar, o engelle aynı anda var olur. Ya da şöyle söyleyelim: Zevkten feragat etmeden topluma dahil olmak mümkün değildir, tamam ama, ondan feragat etmeden önce var olan bir zevk de zaten söz konusu değildir: Zevk, ondan çoktan vazgeçtiğimiz için geriye dönüşlü bir biçimde yarattığımız (koyutladığımız) şeydir bir bakıma.   

Yasa/yasak ve arzu arasındaki ilişki diyalektik bir karaktere sahiptir. “Yasa arzunun tersidir.” Yasanın arzuya bir sınır dayattığı ne kadar doğruysa yasanın da getirdiği yasaklama rejimi sayesinde arzuyu yarattığı o ölçüde doğrudur.

Ensestin zevkle eşdeğer olmasının anlamı budur: Nasıl ki tarih-öncesi bir zevkten söz edemiyoruz, yasaklanması-öncesi bir ensest de aynı ölçüde söz konusu değildir: Annemizle uyumamız serbest olduğunda, o artık anne değildir. Arzumuzun ayrıcalıklı nesnesi olma statüsünü kaybetmiştir. Bir nesnenin arzumuzun ayrıcalıklı nesnesi katına yükselmesi yasak sayesinde, yasakla birliktedir çünkü.   

                                               ***   

Daha belirgin olarak postmodern/neoliberal zamanları eskisinden ayıran en çarpıcı siyasal farklardan birisi dinin –ahirete inancın- kaybıdır. Bir de H. Arendt’den aktaralım:

Ve bu kayıp kesindir. Zira dünyamız yeniden dindarlaşsa bile, ya da dünyamızda sahici iman varlığını hâlâ ne denli sürdürürse sürdürsün veya ahlaki değerlerimiz dini sistemlerimize ne denli kök salarlarsa salsınlar, cehennem korkusu artık çoğunluğun eylemlerine ket vurabilecek ya da tersine uyarabilecek saikler arasında yer almamaktadır.[1]

Bu kesinliği daha açık bir biçimde kavramak için, kapitalist piyasanın, piyasa anlatısının ve piyasa enstrümanlarının kutsal sayılan ve kutsallık atfedilen her ilişki, örüntü ve yapının yerini almış olduğunu düşünmemiz yeter: Uzun zamandır, her yerde mevcut, her şeyi bilen ve kararlaştıran ve tümgüçlü bir varlıktan söz edildiğinde akıllara gelen şey Tanrı’dan önce serbest piyasa oluyor. Sapkın/heretik dendiğinde örneğin, hemen kapitalist piyasa karşıtları anlaşılıyor. Belirli günler ve zamanlarda topluca ve huşu içinde ibadet ve ziyaret edilen cami ve kiliselerin yerini çoktan AVM’ler, eğlence parkları almış durumda. Tanımı gereği herhangi bir nesnesi bulunmayan insani arzunun –varlığımızın çekirdeğinin– bambaşka bir biçimde yapılandırılması ve pazarlanmasını da unutmayalım: Piyasa mantığına göre, bütün arzuları piyasada bir ürün/meta ile tatmin edilen sıradan tüketicilerden başka bir şey değiliz artık. Belki de kapitalizm eliyle yaratılan insanın son büyük mutasyonu bu.              

Tanrı yoksa eğer, simgesel otorite ve onun yasa ve yasak sistemi çökmüşse, her türlü sınır ve kaygı ortadan kalkmışsa, ne norm, ne ölçü, ne kural, ne ihlal, ne arzu, ne suçluluk ve utanç duygusu, ne vicdan, ne feragat ve kefaret… hiçbir şey mümkün ve geçerli değildir artık. Kendine de yönelik olan tam bir barbarlık, nefret ve hınç düzeyidir bu. Şu yeterince açık olmalı: Tam tersi, “Tanrı varsa, her şeye izin vardır” da aynı şeydir.      

Yazıyı düşünür ve yazarken Fransa’daki katliamlar oldu. Üstüme çöken ağırlık, acı ve öfkeyi paylaşmak istedim. 

 

[1] H.Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. B.S.Şener, İletişim Yayınları, 1996, s. 185-86.