Anlatılan, Senin Hikâyendir!
Aksu Bora

Bazen birine, bir söze, bir duruma çok öfkelenmek, insanın zihnini açıyor. “Tam da öyle değil”lerden, “ama şu da var”lardan daha kuvvetli bir şey.

“Feministler kimseyi temsil etmedikleri için, toplumsallaşamıyorlar” diye özetlenebilecek bir laftı sonuncusu. Adamın biri kucağıma bıraktı. Bir yandan küçük burjuvalık, bir yandan milletin değerlerine yabancılık… Haliyle “toplumsallaşılamıyor”! Yani kalabalıklaşamıyorsun, öyle vız vız kendi aranda konuşup duruyorsun. Biliyorsunuz, feminizm zaten öyle bir şey, hakkında herkesin atıp tutması için yaratılmış adeta. Futbol konuşmak için bile bir iki terim bilmek gerekir, ofsayt ne, defans ne… Feminizm için o da lazım değil, salla gitsin. Karşındaki istediği kadar “yahu deli misin, son yirmi yıl şu memlekette iki büyük muhalefet hareketi gelişti, biri de feminizmdir” falan diye çırpınsın, at kafasına “mini etekli feminist” imajını, çak “Anadolu kadını” mitini…

Feminizmin “öyle bir şey” olmadığını anlatmak niyetinde değilim; şu “temsil” meselesini tartışmak istiyorum biraz. Kim, kimi, nasıl temsil ediyor. Hem eski bir tartışma hem de çok güncel. “ÜlkemdeCharlieHebdoDağıtılamaz” histerisini de içeriyor, “%50’yi zor tutuyoruz”u da. Tabii feminizmin kimi temsil ettiğini de.

Tıpkı kelimelerin gerçekliği temsil etmesinde olduğu gibi, siyasal temsilde de bir dolayım var, biliyorsunuz. Temsilciyle temsil edilen arasındaki ilişki tek yönlü değil. Feminizmin “kadınlar”ı yahut “Kadın”ı temsil ettiği iddiası örneğin, bir “yetki” iddiası değildir her zaman, kurucu bir irade iddiasıdır da. Çünkü kadınların, biyolojik varlıklarının ötesinde, belirli toplumsal bağlamlar içinde bulunduklarını söyler feminizm ve bu bağlamı bir tâbiyet bağlamı olarak tarif eder. “Biz kadınlar, cins olarak eziliyor ve sömürülüyoruz”dur mesela bu tarif. Böylelikle, temsil ettiği gerçekliği kurmaktadır da bir yandan: Politik bir gerçeklik olarak cinsiyet. Feminizmin toplumsal değil, politik bir hareket olmasının sebebi budur.

Politik hareketler, kimlikleri yahut çıkar gruplarını, ya da “milletin değerlerini” temsil etmezler; onları kurarlar. Temsil ettikleri, değerlerdir; yani hakikat. Değerleri savunurlar, bu değerler ışığında bir hakikat kurarlar: Eşitliği temsil ederler mesela, beyazların ve yerlilerin (ya da Sünnilerin, erkeklerin…) “daha eşit” sayılmasına karşı çıkıp siyahların ve göçmenlerin (ya da Alevilerin, kadınların…) eşitliğini savunurlar. Eşitliğin ne olduğu, nasıl sağlanacağı… sorularına da cevap veren bir hikâye kurarlar. Yahut hikâyenin zaten şeylerin fıtratında yazılı olduğunu savunurlar, hakikat budur onlara göre. Gerçek İslâm’ın hangisi olduğu tartışması işte bu hikâyeye içkindir.  Dünyanın doğu ve batı diye ikiye ayrıldığını anlatırlar; mazlum doğu ve sömürgen batı yahut fanatik doğu ve özgürlükçü batı… Doğuyu ya da batıyı temsil etmezler, ne olduğunu anlatarak onu kurarlar.

Bu nedenle, kurbanlar ve katiller “kim”liklerini o kadar kolay ele vermezler aslında. “İslamcı terör”, “öfkeli mazlum”, “kibirli batı”… Bütün bunlar, “bakış açısı farkı” değildir, çarpışan hakikatlerdir. Dünyayı hangi kelimelerle, hangi hikâyeyle kuracağız?  Bu soru, dünyaya nereden/nasıl baktığımızla değil, dünyayla ne yaptığımızla ilgili bir sorudur.

Politikanın kendi dili ve kuralları olan bir tür oyun olduğu, hakikatin ise ancak sıradan olana, toplumsala, kanlı canlı insanların yapıp ettiklerine bakarak keşfedilebileceği, cazip ve güçlü bir fikir. Hele temsil krizinden, politikanın hakikatle bağını kopardığından söz edilmekteyken. Politika hakikatle bağını koparmışsa, bunun nedeni, tam da budur işte: Kendisini hakikatin bir temsilcisi olarak tarif etmesi. Liberal demokrasinin temsil krizini politikanın krizi olarak anlamak zorunda mıyız? Yoksa o eski bilgimizi tazeleyip öteki taraftan bakabilir miyiz: Politikanın kurucu eylem olarak tarifinden? Politikada temsil edilen toplumsal yerine toplumsalı kuran politikadan?

Feminizm, tabii ki kadınları temsil etmez. Tıpkı AKP’nin hanım kardeşlerini temsil etmediği gibi. Feminizm, kadınlığı bir eşitsizlik konumu olarak tarif eder. Temsil ettiği, cinsiyet eşitliğidir. Bu yüzden eşitsizliği ortadan kaldırmaya uğraşır. Nasıl Cumhurbaşkanı hanım kardeşlerinin fıtratını tarif ederek cinsiyeti kendisinin çizdiği bir “doğallık” çerçevesine yerleştiriyorsa. O, bunu yaparak toplumu bir aile olarak yeniden kurmayı, politik faaliyeti daraltıp kendi yönetim aygıtına indirgemeyi hedefler. Biz ise eşitliği “toplumsallaştırmayı” değil, toplumu eşitlikçi biçimde kurmayı.

Anlattığımız, kendi hikâyemizdir.