Sınav Zamanı
Ömer Laçiner

Charlie Hebdo katliamı ve onun tetiklediği tepki dalgaları kendini öncelikle İslâmiyet’le tanımlayan kimlikler dünyası ile diğerleri arasındaki sorunun sadece vahamet derecesini dehşetle göstermekle kalmadı. Aynı zamanda bu sorunun uygarlık kavramının temel norm ve kabulleri üzerinden bir uzlaşma ile çözümlenmesinin mümkün olamayacağına dair zaten yarı açık olan düşünme kapısını ardına kadar açtı.

Gerçi tüm resmî ağızlar, birbiriyle ilişkili olan dergideki ve Yahudi marketindeki katliamların İslâm’la ilişkisinin olmadığını, terör ile İslâm arasında doğrudan, esastan bir bağ kurulamayacağını tekrarlayıp dursalar da; bunu –şimdilik– sorunun/uzlaşmazlığın asıl kaynağı/konusu üzerinde konuşmak istemedikleri için yapıyorlar. Ancak gerek İslâm adına konuşanlar gerekse şimdi en aşırı sağcısından en liberal/solcusuna kadar “Batı dünyası” sözcüleri, sorunun düğüm noktasının pek yakında açıkça ortaya konulmasının zorunlu hale geldiğinin –ayrı açılardan da olsa– farkındalar.

Zaten biraz dikkat edildiğinde, bu hepsi de şiddeti kınayan dillerin yakında çatışacağı noktaların şimdiden ortada olduğu görülür. Bütün resmî İslâm sözcüleri, katliamları tahrik eden “hakaret”in kabul edilemezliğini mutlaka belirtirken Batı siyasal akımları ve devletleri adına konuşanlar bu “hakaret” bahsine hiç değinmeyip sadece kendi kamuoylarını “İslâmofobiye karşı” uyarmakla yetindiler. Onlara göre ortada “hakaret” bahanesine sarılmış, “düşünce-ifade özgürlüğü”ne karşı tertiplenmiş vahşi bir saldırı söz konusuydu. Ve bu noktadan hareketle Fransız aşırı sağının lideri M. Le Pen dahi, Charlie Hebdo’nun herkesten fazla kendilerini hedef aldığını, amansızca eleştirdiğini bir yana bırakıp, olayı “insan hakları ve özgürlüklerinin vatanı olan Fransa’nın kendi toprağında saldırıya uğraması” diye niteliyordu.

Öyle anlaşılıyor ki bundan böyle bütün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika aşırı sağı şimdiye kadar İslâmiyet’i doğrudan telaffuz ederek yaptıkları propagandayı, bu “insan hakları ve özgürlüklerinin vatanı Batı”ya yapılan ağır saldırıya cevap şemsiyesi altında yürütecek ve böylece hem İslâmofobik olma ithamından sıyrılmış olacak hem de on yıllardır onu dıştalayan, tecrit etmeye çalışan Batı merkez siyasetinin ambargosunu delip “normal” bir siyasî akım-hareket statüsü ile merkeze doğru genişleme imkânını fazlasıyla bulabileceklerdir. Avrupa merkez sağ-sol partilerinin süreci bunların inisiyatif ve ağırlık kazanmalarını önleyecek biçimde yönetmeleri hiç de kolay olmayacak gibi görünüyor.

İslâm ülke/toplumlarına, özellikle de El Kaide, IŞİD gibi oluşumların az da olsa ciddiye alınabilir bir taraftar ve çok daha geniş zımnî destek alanı bulabildiği Sûnni ağırlıklı ülke-toplumlara, Türkiye örneğinden bakarsak burada da yukarıdakine simetrik bir durumun oluşmakta olduğunu görüyoruz. Burada da henüz saldırıların dehşeti ve şoku tazeyken ön planda görünen şiddet ve katliamı kınamı tavrının hemen ardında ve gölgesinde kalan “hakaret” argümanı, çok geçmeden katliamlarla eş ağırlıkta işlenir oldu. “Millî ve dinî hassasiyetlerimiz söz konusu olduğunda…” hiçbir engel tanımayan, her türlü tepkiye yeşil ışık yakan ortalama zihniyet kalıbımız dikkate alınınca; ortada “Peygambere hakaret” gibi bir gerekçe de varsa, Charlie Hebdo ve market katillerinin yakında din şehidi ilan edilmeleri hiç de şaşırtıcı olmayacak gibi görünüyor. Nitekim hükümet ve yanlısı medya, katliamlara karşı uluslararası tepkinin ilk dalgası durulur durulmaz hakaret temasını işleyen bir dil ve tutuma odaklandı.

Hakaret argümanına sığınmanın altında “Batı” karşısında duyulan iki asırlık aşağılık kompleksinin, yenilmişliğin ve daha da kötüsü yenemeyecek olmanın kabullenilmesinden kaynaklanan karanlık öfkenin yattığını, yıllar öncesinden beri, en azından El Kaide türü oluşumların zuhur edişinden beri defalarca kez dile getirdik. Benzer tesbitleri İslâmi çevrelerin içinden dile getiren ve bu yenilmişlik duygusundan, onun yarattığı kör öfkeden kurtulabilmenin yolunun İslâm’ı bir “medeniyet” yapan değer ve dinamikleri bu çağın bilim, üretim, yaratım kanalları içinde yeniden harekete geçirmekle bulunabileceğini söyleyen nitelikli insanlar da oldu. Ancak bugün AKP etrafında bir araya gelen ve şu son on-on beş yıldır genişleyerek kenetlenen Sûnni-muhafazakâr çoğunluk tarafından dışlandılar ve etkisizleştirildiler.

Batı Avrupa siyaseti, “Fransa’nın –ve hatta Avrupa’nın– 11 Eylül’ü denilen bu katliamdan sonra adı böyle konmamakla, asla böyle telaffuz edilmemekle birlikte gayet ciddiye alınacak bir “İslâmi dünya ile hesaplaşma” boyutu taşıyacaktır. Şimdiye kadar Avrupa Birliği’nin –“iç”te de karşılığı olacak– bir ortak dış politikası olmadığına dair söylenenler, kuvvetle muhtemeldir ki bu “hesaplaşma” ekseninde yapılacak olanlar yürürlüğe girdikçe geçersizleşecektir.

İslâm-Sûnni toplumlarının kaçınılmaz olarak askeri boyutu da olacak bu Batı karşı taarruzuna halihazır devletleri ile şimdiye kadar yapabildiklerinden daha farklı ve etkili bir mukabelede bulunabilmeleri pek –hatta hiç– mümkün görünmüyor. Böylesi bir imkâna en fazla sahip sayılabilecek Türkiye’deki devlet ve iktidar, bu imkân ve beklentileri her adımıyla heder etmekle meşgul son dönemlerde. Bu gidişat içinde IŞİD, EL Kaide ve Boko Haram gibi oluşumlara Sûnni İslâm toplumları içinde mazeret ve meşruiyet sağlamaktan başka bir sonuç üretmeyecek halihazır devlet politikasının, kitlesel destek –demesek bile tepkisizlik– edinecek şiddet-şehadet odaklı hareketlerce rehin alınmasından korkulur, korkulmalıdır.

Uygarlığın diliyle yüksek sesle konuşacak bir bileşimin teşekkülüne acilen ihtiyacımız var demektir bu.