Tanrı Yoksa Hiçbir Şeye İzin Yoktur (II)
Erdoğan Özmen

Demek, şu ilişki üzerine etraflıca düşünmek zorundayız: Mevcut neoliberal kapitalizm koşullarında herhangi bir dinin kendini temsil ve ifade etmesinin bariz bir aşırılık ve köktendincilik dışındaki araç ve imkânları giderek ortadan kalkıyor belki de. Buradaki aşırılık ve köktendinciliği; kendini Tanrı’nın iradesinin doğrudan aracı olarak gören, ve derin bir nefret, hınç ve haset eşliğinde çocuklara, kadınlara, masum ve savunmasız insanlara yönelmiş –bazen soykırım boyutlarına ulaşabilen– korkunç katliam ve fiilleri gerçekleştiren eli kanlı teröristle sınırlı bir zeminde kavramamalıyız tabii ki. Çünkü din adına hareket ettiğine iman etmiş ve bu nedenle her türlü kötülük ve fenalığı kendine hak sayan politikacı da aynı aşırılığın faili değil midir aslında? İçi kapkara, habis bir nefretle dolu olan ve iyi ne varsa yok etmeye kararlı İslamcı politikacı? Burada işlevsel olan bu nefret teolojisini tekrar tekrar vurgulamalıyız. 

Zizek’in dikkatimizi çektiği üzere, “Tibet Budistlerinden ABD’deki Amişlere dek bütün otantik köktencileri açık seçik ayırt ettiren o özelliğin; yani hınç ve hasetin olmayışı, ve inanmayanların yaşam tarzına yönelik derin bir kayıtsızlık” halinin yokluğunun –ve tam tersinin varlığının– tam da köktendinci aşırılık ve terörün en belirgin özelliği olmasını aydınlatacak bir çerçevedir ihtiyacımız olan. Dinin egemen temsili haline gelmiş bu aşırılık ve köktenciliği mevcut toplumsal/kültürel arkaplanla ilişkilendirerek çok daha büyük bir örüntünün parçası olarak anlamamızı sağlayacak bir çerçeve. Teröristlerin kahramanvari intihar fanatikleri ya da ölümü kutsayan nihilistler olarak şeytanlaştırılmasıyla yetinemeyiz.

Dine yaslandığı iddiasındaki o aşırılık ve köktenciliğin daha ‘sıradan’ ve ama yeterince mide bulandırıcı örnekleriyle, her gün karşılaşıp durmuyor muyuz? Kötülük ve ahlaksızlığın dinle perdelenmiş en sefil ve irkiltici örnekleriyle?

Özcü İslamcı teröristin “gerçekten yoksun olduğu şey, kendi üstünlüğüne dair beslediği gerçek ‘ırkçı’ inanç olmasaydı şayet” bambaşka bir şey karşısında olmamız gerekmez miydi? Kararlı, kendinden emin, militan ama daha alçakgönüllü, abartısız ve yalın bir direniş odağı mesela?

O halde, faillerin açıkça “kendi üstünlüklerine ilişkin besledikleri inanca ve kendi kültürel/dinsel kimliklerini küresel tüketim ve haz uygarlığının saldırılarından koruma arzusuna dayanmayan” eylemlerinin bu korkunç ve vahşi aşırılığının yine de nedenleri olmalı değil midir?

Öncelikle kültürel/dinsel farklılıktan kaynaklanmayan bir sorunun ısrarla o farklılığın terimlerine tercüme edilmesi yok mu burada? Yani olmadığı yerde bir farklılık icat etme, kurma arayışı? Ya da tam tersinden, imkânsız ve sert bir saflık ve bütünlük arzusunun vücut bulmuş, somutlaşmış hali değil midir bu? O halde soru, bu şeyin hangi uğursuz ve feci süreçlerin ürünü olduğu sorusudur.

Derhal teşhis etmemiz gereken ilk şey belki de, modern insanın parçalanması ve yeni bir öznenin ve varlık rejiminin ortaya çıkmasıdır. İnsan, evet, bir bakıma bir tözdür: Zaman içindeki bütün değişimlerine rağmen, yine de kendiyle özdeş kalmasını sağlayan bir kendiliktir. Ama bu, diğer yandan kendi kendine yeterli olamayan, en başından itibaren öteki varlıklara muhtaçlık içinde olan ‘zavallı’ bir tözdür. Nihayet kendi olabilmek için ötekinden yola çıkmaya mecbur, kaçınılmaz kaderi tam da bu olan bir töz: Öteki varlığa bağımlı olan, o bağ içinde/sayesinde var olan.  Bu Öteki, öncelikle –yani somut ötekilerden, bizim gibi olanlardan, ayna görüntümüzü yansıtanlardan, imgesel olandan önce– büyük harfle yazılan Ötekidir. Bize dışsal olanı, radikal başkalığı, dilin/yasanın/kültürün yerini ifade eder. Bu anlamda, hayatın başlangıcında her birimiz için dil ve yasaya somut bir varlık kazandıran, dilin ve yasanın yerini işgal eden özne de (anne) büyük Ötekidir (mOther). ‘Olması gereken’in ‘olan’dan ayrıldığı ve çoğunlukla da ‘olan’la uyuşamadığı, sadece insana özgü varoluş şekli, aslında varolmayan bir sınırın çizilmesiyle oluşan”[1] kültürün düzeninde ise, aynı işlevi üstlenen, aynı yeri işgal ve temsil eden Ötekinin farklı ontolojilerdeki adları da farklı farklıdır: Tanrı, Akıl, Irk, Millet, Doğa vb.

Her türlü sosyo-simgesel düzenin tam merkezine yerleşmiş olan büyük Öteki gerçekte hayali/imgesel bir tabiata sahiptir. Onun ortaklaşa paylaşılan bir kurgu olması demektir bu. Kökenlere ve başlangıçlara –o halde hayattaki amaç ve anlama– ilişkin tüm sorularımızın cevap bulması için inanmak ve inşa etmek zorunda olduğumuz bir kurgu. Ama diğer yandan, öznenin kendisinin bir tutarlılık, birlik ve bütünlük halinde ortaya çıkması da ancak Ötekinin yörüngesinde, onun yasa ve yasakları çerçevesinde mümkün olacaktır: En temelde “Bana bunu anlatıyorsun, ama bununla ne yapmak istiyorsun, neyi amaçlıyorsun? Ne istiyorsun benden? Arzuladığın nedir?” sorusunun peşinde oluşur özne.  

Uzatmamak için: Bütün dinlerin muzdarip olduğu şeyden bahsediyorum, tam merkezlerinin boşalmasından: Tanrı’nın ölümünden. Dindar öznenin ümitsizce karşı karşıya kaldığı açmazdan. Bugün dindar öznenin kendini Tanrı’ya tabi olarak, Tanrı’nın kulu olarak inşa etmesinin imkansızlığından. Bizlere çaresizce, “sahih bir Allah ve Ahiret inancına sahip değiller”, “Cehennem var olsun, başka bir şey istemiyorum” dedirten onca fenalık ve kötülüklerinden.

Bana göre bu, örneğin daha özgül anlamda; “memaliki, ümmeti ve medeniyeti yitirdiklerini duyumsayan kitlelerin ürettiği İslami melankolik öfkenin”, ve “’sürekli otantik özüne dönmeyi hayal eden’, ‘geçmişi otantik konforu içinde var edebilmeyi uman’ ve bunun dışındaki bir varoluşu da gayri meşru kabul eden melankolik reddiyeciliğin”[2] de üzerine yerleştiği temel kaidedir.            

Velhasıl bundan sonra aynı öfkeyle bizi daha çok geçmişe çağıracaklar, her gün yeni bir mukaddes/kadim gelenek hikâyesiyle çıkacaklar karşımıza. Yitirilmiş olana, asr-ı saadete duydukları yakıcı özlem eşliğinde daha saf ve bozulmamış bir İslam arayışı, ve bunun korkunç kavgalarına daha çok tanık olacağız. Her seferinde daha fütursuz, daha acımasız ve vahşi olacaklar. Bakalım. 

 

[1] Z. Bauman, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, Çev. P. Siral, Habitus Yayıncılık, 2011, s. 179-80

[2] F. Açıkel, “Post-muhafazakarlık, melankolik öfke ve AKP’nin restorasyon ideolojisi”,  Birikim 309-310