"Ben Senden Ölürdüm..."*
Meral Akbaş

Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi: İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü adıyla Türkçeye çevrilen romanını, yani Santiago Nasar’ın sabah çıktığı evine sağ dönemeyeceğinin, bu ince uzun ve soluk benizli adamın işleneceği açıkça bilinen, herkesçe duyulan bir cinayetin kurbanı olacağının tüm kasaba tarafından bilindiği ve ama adamın yine de öldürüldüğü o tek günlük romanı ilk okuduğumda, 12 Eylül ve ertesine dair sorup durduğum bir soru cevabını bulmuştu; demek ki hayat biraz veya hepten böyle bir “şey”di:  Herkesin bildiği, bildiğini sakladığı ve/ya üzerine konuşmadığı, ama bilip de sustuğunu (dik)izlemekten de geri kalmadığı bir “şey”! Başkalarının hayatında olup biteni izleyenler vardı; izlerken sonunu bilenler… bekledikleri sonu izlemeden dağılıp gitmeyenler…: “Yine her zamanki gibi oldu, ona bir şey anlatmaya başlarsın, öykü daha yarısına varmadan nasıl biteceğini bilir.”** Öyle ya, bazı hikâyeler daha ilk cümlesinde açık eder kendini; meraklı bir dinler/okur için heyecan kırıcı belki, ama belli ki bazen umum için fazla sıradan…   

Pippa Bacca’nın düştüğü yollarda öldürüldüğünü öğrendiğimizde Yıldırım Türker bir yazı yazmış ve sormuştu: “Daha ilk fotoğrafını gördüğümüzde başına gelecekleri yürek çarpıntısıyla hissetmemiş miydik?”*** Picca’nın yarım kalan yolculuğu, nasıl biteceği bilinen bir “olay”dı artık; cinayetti! Hrant Dink öldürüldüğünde Kırmızı Pazartesi hikâyesinin hatırlanması da bir tesadüf değildi bu sebeple; Hrant çünkü, herkesin bildiği katiller tarafından herkesin gözü önünde öldürülmüştü. 

İşte bu “herkes”in bir kısmı üzerine Ece Temelkuran bir zamanlar bir yazı yazmıştı; müstakbel gelin, damat ve kaynanaların evlere tıkıştırılıp canlı yayınlara çıkarıldığı televizyon yarışmasına bağlanıp tüm heyecanıyla hangi kadının hangi erkekle öpüşüp öpüşmemesi gerektiği üzerine fikir beyan eden kadınları anlatıyordu ve aynı “minnoş teyzeler”in kapı deliklerinden komşu evlerini nasıl gözlediklerini, çarşıda pazarda rastlanan komşu kızlarını annelerine nasıl da koşa koşa ispiklediklerini… Anlatılan, benim için anlaşılmayacak bir durum değildi; “evimin büyükleri” pencere altından, karşı yoldan geçenleri, evin yakınında yapılan konuşmaları, olursa eğer kavgayı gürültüyü dikkatle ve sessizlik içinde takip ederdi. Ve bazen kendi kapısının, perdesinin ardı da yetmezdi bizimkilere; başka kapıların ardına kulaklarını kabartıverirlerdi. “Vatandaşlığın sanatı” [zanaatı mı desem?!!] Türkiye’de yazılacak olsa herhalde en önce buradan başlamak lazım gelirdi; o uzun ve her şeyi duyan kulakların, her şeyi gören gözlerin duyarlığından…

Benim de günlerden bir gün ardına düştüğüm bir kapım, perdelerim oldu! Ama o kapıyı açıp bir evin içine düşmek için, başka pencerelerin, kapıların önünden geçiyordum. Herkes gibi, herkes kadar! Sonra bir gece “dışarı”da kaldım; bir sürü kapının ve pencerenin önünde: Adamın biri öyle herkesin uykuya da düşmediği bir saatte peşime takıldı. Arkama bile bakmaya gerek duymadan hissettiğim bir şeydi bu; adamın adımının sesi, daha caddeye düşmeden benim kulağıma varmıştı bile. Kendimi eve değil de koca bir apartmanın girişine atıvermiştim. Adam karşımda mastürbasyon yapmaya başlamıştı; ben de bağırmaya… Arada sırada bana bakıyordu; daha çok da hemen önünde durduğum, arkamda katlarca yükselen apartman bloklarının pencerelerine… Ama mesele burada değil; mesele başka bir şeyde, bir seste; adam koşup gittikten sonra açılan ilk pencerenin sesinde!: Pat, çat, çıt, tak, tık…

Kulağı hassas olan tek kişi ben değilmişim demek ki diye düşünüyorum şimdi! Birilerinin benden daha “uzun” kulakları varmış! Benim sesimi değil de adamın gidişini duyan müthiş uzun kulaklar!

Bu ses var ya, işte bu ses!

Pencerenin sesi, herkesin görüp bildiği cinayetler hakkında ne çok konuşuyor! Bazen ama en çok da şu birkaç gün o kadar çok duyuyorum ki bu sesi yeniden; gece açılan o pencere gibi, bir sürü pencere birden açılıyor sanki: Çat, çıt, tık, pat, tak… Her yerden rüzgâr çarpıyor yüzüme… Bu rüzgâr ama, içini ferahlatmıyor insanın… Üşüyorum ben daha çok!

Herkes –daha önce konuşmayan, itiraz etmeyen o bir sürü herkes– tek bir ağızdan bu kadar öfkeli konuştuğunda çıkan şu ses, bana o pencerenin açılma sesini hatırlatıyor. Müthiş bir ikiyüzlülükle açılan o pencerenin sesini…

O gece o adam ve sonra başka bir kadın pencerelerini açıp aşağıya, bana baktıklarında hiç sesim çıkmamıştı! Onlara söyleyecek hiçbir şeyim yoktu çünkü! Çok geçti! Konuşursam, onların merakını gidermek için konuşacaktım. Konuşmadım. Hemen orada düşünüp aldığım bir karar sebebiyle değil, öyle… konuşmak o an çok anlamsız geldiğinden… Ben tam da açılan o pencere sesinde sesimi kaybetmişim aslında!

Tüm kadın ölümlerinin ardından susarken, bugün penceresini açıp aşağıya bakan ve orada gördüğü kadınlara akıl fikir vermeye, sözle ve yazıyla onları hizaya çekmeye kalkanlara güvenmek için sebep var mı gerçekten?

Açtınız madem, kapatmayın o pencereleri de az biraz rüzgâr dolsun içeri… Üşüyün azıcık, dimağınız açılsın hele… O zaman, belki…


 

* Furuğ Ferruhzad’ın şiirine atıfla ve ama bambaşka bir anlamla…

** Gabriel García Márquez, Kırmızı Pazartesi: İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü, s. 27.

*** Bkz.: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=252980