Vahim Bir Özdeşleşme Öyküsü (II)
Erdoğan Özmen

Günümüzde kimlik mücadeleleri ile sınıf mücadelesi ikiliği olarak ele alınan ve tartışılan meselenin sol/sosyalist düşünce ve anlam dünyasında 1980’lere kadar süren biçimi; “Hele bir devrim yapalım, sınıf meselesi hallolsun; böylece temel eşitsizlik düzeninin ve sınıfların ortadan kalkma süreciyle birlikte diğer bütün sorunlar; “kadın sorunu”, ulusal sorun vb. kendiliğinden çözüm yoluna girecektir” idi, aşağı yukarı. O sıralar hem çevre sorunları henüz insanlığın gündemine güçlü bir şekilde girmemişti, hem de dini inançları bir mesele olarak bile görmüyor; doğal olarak dileyen dilediği gibi inanır diye düşünüyorduk sanırım.  Can yakıcı bazı somut sıkıntıları ve zulümleri, aşağılanma ve eziyetleri ıskalayan, kaba bir duyarsızlık ve özensizliği neredeyse ‘doğallaştıran’ bu indirgemeci mantıkta yine de bir tür samimiyet ve saflık (inanç aşırılığı diyesim var) yok değildi. Başka nasıl bir özür cümlesi kurulabilir, bilemedim. Seksenlerle birlikte, bu sefer çubuğu tamamen ters tarafa bükmedik mi: Kendine özgü, özerk sorun ve çelişki alanlarının, farklı eziyet ve tahakküm biçimlerinin yeniden keşfi, yeni tarif ve adlandırmalar en sonunda şuna vardı: “Her şey sınıfsal değildir. Sınıf meselesinden ayrı, ona indirgenemeyecek olan, bambaşka kimlik meseleleri ve mücadeleleri vardır.” Tamam da, buradaki vurgu zamanla öyle bir kıvam edindi ki; sınıf mücadelesinin kendi yerine ve terimlerine kavuşmasının koşulu oluverdi kimlik mücadeleleri  sanki.

Böylece öne alınan –burada, alttan alta çalışan bir acziyet ve mağlubiyet hissi de yok muydu acaba? kimlik mücadelesi sınıfsal sorun ve perspektife, sınıflar mecrasına geçmek için hazırlık aşaması gibi görüldü – bir tür mecburi mıntıka temizliği statüsü edindi sanki.  En nihayetinde solun en ayırdedici vasfını, “Komünist ufku” kaybetmesiyle sonuçlanan süreçtir bu. Sol/sosyalist hareketin “dünyayı değiştirme” perspektifinden ve arzusundan uzaklaşarak bizzat kendisinin atıl bir kimlik konumuna gerileyişi, muhafazakar bir mizaca/ayartıya (bir muhafazakarlık dürtüsüne) teslim oluşu sürecidir.

Uzun ve karışık bir mesele diyerek geçiştiremeyiz bunu: Sahiplenici ve sefil bir bireyciliği kutsayan, tek tek bireysel ekonomik çıkarların maksimizasyonunun topluluğun genel iyilik halini ilerletmenin en etkili yolu olduğu tezine yaslanan neoliberal düşünme biçiminin insanlığın zihniyet ve tahayyül dünyasına hükmettiği zamanların kimlik eksenli mücadelelerin zamanıyla iç içe geçmesi tesadüf sayılmamalıdır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve bireysel benlikten daha büyük kendiliklere temel aidiyetin bireysel kimlik ve iyilik hali için esas olduğu hakikati aşındığı ölçüde değil midir,  kamusal hayatta ötekine yönelik ilgi, özen ve nezaketin kaybı. Kendi başına, anonim, özerk ve ötekinden izole bir ben ideal ölçü/norm haline geldikçe hepimiz aynı buyruğun; “kendi kendine yeterli ol!” ethosunun zalim döngüsüne tabiyiz çoktandır. Utancın en yaygın duygu katına yükselmesi; her türlü zayıflık, kusur, yoksunluk ve eksikliği bütün bedeni kaplayan aynı utanç duygusuyla örtmeye çalışmamız bundan. En mükemmel, en kusursuz  haliyle kendini görünür kılma basıncına göre yaşamaya çalışmanın değişmez bakiyesidir çünkü utanç. Her birimizi ezen ve soluksuz bırakan; herkesin herkesle karşı karşıya geldiği o kapanda ne dayanışma, ne kardeşlik, ne diğergamlık vardır. Ne şefkat biter o çoraklıkta, ne merhamet, ne acıma. Ne de müşterek bir iyilik ahlakı. Bencil, kendi içine gömülmüş, yalnızca kendi incinebilir oluşuyla meşgul –dolayısıyla başkalarının yaralarını hayal dahi edemeyen bedenlerden, bedene indirgenmiş bir varlıktan başka, hiçbir şey…

O da var tabii: Tüketici, tüketim nesneleri, pazar, piyasa, seçim, bireysel çıkar gibi üç beş sözcükten ibaret berbat bir sözlüğe; düşünme ve varoluş biçimlerimizi belirleyen, birbirimizle ve dünyayla ilişkilerimizi anlamlandıran dilin böylesine yüzeysel ve boş bir biçimine mahkum kalmak eninde sonunda beyinlerimizi dumura uğratıp basbayağı küçültmeyecek midir? Demek, sadece yeryüzünü ve hayatı değil, insanın en ayırdedici vasfını, onun üretici-yaratıcı potansiyellerini kurutmaya ve  “canlı organizmanın olanaklarından pek çoğunu olağanüstü geliştirebilen bir üst-canlı olma” halini iptal etmeye yönelmiş canavarca bir sistem bu. Geçmişin kontrolsüz bir ağırlık edinerek bugün ve gelecek üzerinde kurduğu korkunç tiranlığın rejimi.

Hasılı, şu soruyu sormak için bunca kıvranmam: Bir ara düzey değil midir, üzerinde ısrarcı olmamız ve genişletmemiz gereken:  En temelde sembolize edilemez kalan ve de ancak sınıfsız bir toplumsallığın bakış açısıyla tam olarak kavranabilir olan sınıfsal antagonizma (toplumu bir uçtan diğerine kat eden bu dikey yarık) mevcut bütün yatay farklılıkların statü ve çerçevesini tayin etmez mi?  Kapitalizm, dünya ölçeğinde sızmadığı hiçbir çatlak bırakmayan bir totalliğe ulaşmışken tikel ve kimlik-temelli mücadeleler –orada mecburen kullanılan sıralama, ayırma, lokalize etme stratejileri özgürlük ve eşitlik mücadelesinin bütünlüğünü dağıtma riski taşıdığından son kertede bir tür politikasızlık jesti değil midir? Kendi perspektifimizi belirli tekil taleplerin, konumların ve mücadelelerin çokluğunun bizatihi varlığından ziyade, onların biricik/tikel nitelikleri ile evrenselleşme –kendilerinden başka bir şeyi temsil etme kapasiteleri arasındaki yarıkta derinleştirdiğimiz ölçüde hakiki ve radikal bir politik hat için daha da umutlanabiliriz. İnsanlığımız ve geleceğimiz buna bağlı çünkü.

Ve de günümüzde durum, daha derindeki bir kayıpla ilişkili değil midir diye sormak için: Bu dünyadaki yerimizin, yüzümüzün, bütün referans ve imkanlarımızın, velhasıl insanlığımızın kaybıyla karşı karşıya değil miyiz? En eski ve en temel korkumuzun; bizi biz yapan şeyi, başkalarıyla bağlarımızı kaybetme, başkaları tarafından terk edilme korkusunun, daimi bir ayrılık anksiyetesinin içinde  kalakalmak bu. Orada tuzağa düşmek.  

Öyle görünüyor ki, bir süredir yükselişine tanık olduğumuz kimlik arayışı ve talebi, kimlik temelli mücadeleler işte bu temel kaybın yamacında, ona yaslanarak/binerek,  o yokluğa süperempoze olarak aktüelleşiyor.

Çaresizce geliştirdiğimiz diğer stratejiler de aynı çerçevede –aynı kayıp, korku, kaygı iklimi içinde anlaşılmalıdır. AKP etrafında örgütlenen feci halet-i ruhiye de… O psikolojinin en belirgin unsuru bir tür mutlaklık arayışı, aşırı bir mutlaklık arzusu olarak tecelli eden şeydir.  Mutlak bir zihin durumu bu: Bireysel egoların İdealize edilmiş bir kişiyle/nesneyle kaynaşmış halde görülmesi veidealizasyonu. Bunun nereye kadar uzanabildiğini, hangi sapıklık mertebesine göz dikebildiğini görmek için şu korkunç örneği anmak yeterli:

Mutlaklık arzusunun yol açtığı organizasyon aşırılığı veletlere kadar iniyordu; yok hayır, kedilere kadar. Kedilere yardım eden hayvanları koruma cemiyetine aidatımı artık ödeyemiyordum, çünkü “Alman kedi varlığı” içinde –cemiyetin parti organına dönüşen haber bülteninde sahiden böyle diyordu- artık Yahudilerin yanında barınan cinsine yabancılaşmış yaratıklara yer yoktu. Daha sonra ev hayvanlarımızı: Kedilerimizi, köpeklerimizi hatta kanaryalarımızı elimizden aldılar ve öldürdüler. Münferit vaka olarak ve münferit bir alçaklıkla yapmadılar bunu, resmi ve sistematik uygulamaydı.[1]


[1] V.Klemperer, LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yay. 2013, s.119.