Kaba Kuvvet Toplumu
Murat Belge

Adliye basıp savcı öldürenler (ya da ölmesine yol açanlar) hakkında söyleyecek bir şey düşünemiyorum. Türkiye, her yolçatında, daha fazla şiddet vaad eden seçeneğin tercih edildiği bir toplumdur; bunu bilmeyen de yoktur. Dolayısıyla bir binanın altıncı katında ofis basan bu kişiler herhalde oradan sağ çıkmayacakları ihtimalini düşünmüş ve büyük bir ihtimalle de bunu isteyerek oraya gelmiş olmalılar. Sonuç da böyle oldu.

Adliye gibi bir binanın altıncı katında bir ofise sıkışmış bu insanların herhalde bazı ihtiyaçları olacaktı: yorgunluk, uykusuzluk, açlık v.b. Ama bu “yolçatı’nda da silâhla saldırma seçeneği tercih edildi ve olay o şekilde sonuçlandı.

Doğal olarak, bazı şüpheler dile getiriliyor şimdi. Savcının bedeninde kaç kurşun izi var? “İki el silâh sesi” deniyor; o halde niçin daha fazla mermi isabet etmiş? Falan filan... Yani, savcıyı “teröristler” mi öldürdü, saldırıya geçen polisler mi? Ya da, “teröristler”, polis saldırıya geçtikten sonra öldürmüş olabilir mi? Bu soruların hiçbir zaman doyurucu bir şekilde cevaplanamayacağını tahmin ediyorum. Şimdiye kadar pek çok sefer (öyle ufak tefek olaylar da değil) “performans”ını gözlemlediğimiz iktidarın bu konularda vereceği cevaplara inanmamız için bir neden yok.

Şüphesiz bu bulanıklık, uzun vadede, iktidara da yaramaz (öteki sabıkalarının yanında halkın gözünde hafif kalsa da). Ama “vur emri” verilirken, bu gözetilmedi. Peki neden beklenmedi ve “vur”uldu?

Çünkü “beklemek” bir zaaf gibi görülebilirdi. Doğru cevap bu herhalde. Zaten böyle bir söz dolaşıyor ortalıkta: “teröristlere daha fazla reklam imkânı tanımamak için”...

Bu “reklam” konusuna ileride döneceğim. “Saldırın” emrini verirken, bunun olayda yer alan herkesin ölümüyle sonuçlanacağını biliyorsun. Demek ki bunu tercih ediyorsun. Çünkü böyle yapmakla ne kadar kararlı olduğunu, bu tufeyli takımının gözünün yaşına bakmayacağını göstermiş oluyorsun. Kendin de bunu “güçlülük” kanıtı olarak görüyorsun.

“Güçlülük” bunu yapmak; iki gün, üç gün bekleyip adamları açlıktan, susuzluktan teslim olmak zorunda bırakmaksa “zayıflık”. Savcıyı bu iki adam mı öldürdü, bilmiyoruz; ama “saldırın” emri verildiği anda ilk ölecek kişinin savcı olduğu da besbelli.

Eylemi yapan iki kişiye sempati duymak sözkonusu olmayabilir. “Saldırın” emrini veren “en yüksek yetkili” kimse, onun kişisel kanısı, böyle adamların olmadığı bir dünyanın daha iyi bir dünya olacağı kanısı da olabilir. Ama, örneğin bütün medeni dünyada “idam” cezasının kaldırılmasında da etkili olan bir düşünce tarzı, bir mantık var. Şimdi bunun ayrıntılarına girmemiz gerekli değil, bilinen şeyler. Ama bu, elinde “yetki” olanın, “güç” bulunduranın, her durumda “hayatın devamı”nı sağlayacak şekilde davranmasını öngören düşünce. Sonuçta soyut bir ilke, sözkonusu olan: Ahmet, Mehmet değil, “İnsan hayatı”, hayat!

Tayyip Erdoğan zihniyetinde böyle şeylerin yeri yok elbette. Kur’an-ı Kerim’de öldürmeye cevaz var mı, yok mu? Bunun cevabı belli. Öyleyse öldürürsün. “Hangi koşullarda?” Buna da verilecek bir cevabın vardır. Şu son durumda da olduğu gibi. Daha olmazsa bir kalabalık toplar, bir de yuhalatırsın; böylece kitlelerin izni ve desteğiyle öldürmüş olursun.

Bu bir tercih. Bu türde bir sorunla karşılaştığında bu yöntemi tercih ediyorsan, başka sorunlar karşısında yapacağın tercihler de bu genel üslûba, tarza yakın olacaktır. Nitekim öyle. Tayyip Erdoğan’ı çeşitli nedenlerle suçlayabiliriz; ama Gezi direnişinden bu yana, “tutarsız olmak”la suçlayamayız. Evelallah, mâşallah, alimallah tutarlı.

Şimdi geleyim “reklam” konusuna. Malûm, başına silâh dayanmış savcı fotoğrafının yayımlanmasının “teröristlere reklam” olduğu öne sürüldü - öncelikle iktidar ve yandaşları tarafından. Bu fotoğrafın yayımlanması bence o durumdaki kişinin yakınları üzerinde yapacağı etki nedeniyle sakıncalıydı. Ama buna “reklam” denmesi de tuhafıma gidiyor. Sonuçta bir insana yapılan, kaba kuvvete dayalı eziyeti görüyoruz o fotoğrafta. Bu bir “reklam” olabilir mi?

Bazı kişiliklere, mizaçlara göre olabiliyor. Her şeyin görselleştiği, dolayısıyla bu tür bir reklam potansiyeli taşıdığı modern dünyada, evet, örneğin Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçaklar (ve hayatını kaybeden binlerce kişi) “reklam malzemesi” olabiliyor. Ve Tayyip Erdoğan’ın anlaşılan çok da kendine uzak saymadığı IŞİD kafa kesmeyi, heykel parçalamayı, insan yakmayı reklam saydığı için görüntülüyor yayıyor.

Yukarıda bir “güçlülük” anlayışına değindim. “Güçlü” olmayı böyle bir şey olarak değerlendirenler, eli tabancalı adamın yaptığı işi bir reklam biçimi olarak algılayabilirler. Benim gibilere ise, o fotoğraf da, IŞİD’in ve benzerlerinin yaptığı işlerin görüntüleri de sadece iğrenç.